Benlikten sıyrılan Hak kapısının eşiğinde dâim niyazda olan rıza üzere sabit kadem olan, nefsini arif olmakla Hakk’ı arif kılman, her tecelliyi Hak’la bilip Hak’la idrak etmeye çalışan, Hak yolunun hakkını vermek üzere azm ü gayret gösteren, malı, mülkü, varlığını, sevgilisi uğruna sarf eden, benden senden geçip O’nu bulan marifet ve Hakk’a kurbiyyet kapısının eşiği…
Derviş ve dervişlik deyince ne kadar çok şey akla ve hatıra gelir. Müsbet veya menfî, dervişlik hakkında çok şey söylenilegelmiştir.
Derviş; sadece Hakk’ın cemâli ve rızası için nefsini Allah yoluna vakfeden kişidir. Derviş kelimesinin bu hâli tarif etmesi alelade bir yaklaşımın neticesi değildir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in ashabı kısım kısımdı. Müşkili olduğunda gelip gidenler, uzaklardan, başka memleketlerden veya beldelerden gelip huzur-i Resûlullah’ta bir müddet kalıp gidenler olduğu gibi ara sıra onun sohbetinde bulunup başka işlerle uğraşanlar da vardı. Sadece namaz vakitlerinde veya başka sebeplerden dolayı teşekkül etmiş cemaate tâbi olanlar ve bunlardan maada birtakım vazifeli sahabeler ile huzur-i Resûlullah’ta onun sohbetinden hiç ayrılmayan kimseler de vardı. Bunlar maddî ve manevî terbiyelerinin tamamı peygamberin uhdesinde olan kişilerdi ve Ashab-ı Suffe olarak isimlendirilmişlerdi. Efendimiz’in mübarek ravzasmda kendilerine ayrılan hususî mahalde beklerler ve o kalk demeden kalkmaz, o ikram etmeden bir şey yemez, gidin demeden gitmezlerdi. Hz. Fâtıma Vali-demiz’in hücre-i saadete bitişik olan evinin kapısı önünde içerden gelecek emri muntazır vaziyette ibadet ve taat ile vakitlerini vakfederlerdi. Hz. Ebu Hureyre (r.a.) çok kısa bir sürede bu kadar çok hadîsi nasıl öğrendiğini soranlara Sizler iş güç peşinde maişetinizi temin ile uğraşırken bizler Resûlullah’m yanından hiç ayrılmıyorduk. Sizler bana onun sözlerini değil, kaç kere gözlerini kırparlardı diye sorun onu dahi cevaplayayım diyerek suffe ashabının hâlini bizlere anlatmıştır. Yine suffe ashabından olan Abdullah ibn Mes’ud (r.a.) Resûlullah’m verdiği tesbihatm adedini şaşırmamak ve yanlış miktarda çekmemek için ipe düğüm atarak zikrini eda ettiğini bildirmektedir. Ancak burada şunu da belirtmeliyiz ki ashab-ı suffe kat’iyyen işi gücü bırakıp, kaabiliyet ve kudretini kullanmayıp miskince yatan insanlar topluluğu olmaktan uzak olup daha çok Hz. Peygamber’in özel öğrencileri statüsündeydiler.
Hoştur bana senden gelen
Ya gonca gül yahut diken
Ya hil’atü yahut kefen
Kahrın da hoş lutfun da hoş
Büyüklerden biri şöyle der: “Dünyaya talip olanlara ve dünyevî saltanata sahip olanlara köleler, cariyeler hizmet eder. Ahirete, cemâlullaha talip olanlara, âhiret sultanlarına ise ‘hür’ler hizmet eder.” Yani nefsin esaretinden kurtulan kişiler hizmet eder. Tasavvufta mürşidlerin bilinen en belirgin sıfatı ve lakabı “Hâdimu’l-fukarâ”dır. (Fukaranın hizmetçisi) Bu da yukarıda arzettiğimiz sözün müşahhas örneğidir. Derviş kelimesini anlatmak için formüller de geliştirilmiş. Bu nev’î kelimelerin harf açılımını, akılda kalması için, bazı güzel yakıştırmalarla ifade etmişlerdir. Meselâ, Arapça olmasına rağmen, edeb kelimesinin, harflerinden hareketle Türkçe el, dil, bel kelimelerini türeterek “Edeb eline, beline, diline sahip olmaktır.” şeklindeki anlatımı gibi. İşte aynı şekilde derviş Farsça bir kelime olmasına rağmen edeb kelimesindeki gibi kavramayı kolaylaştırıcı şekilde Türkçede şöyle anlatılmıştır: Derviş orijinal yazılımında “d” (dal), “r” (ra), V (vav), “y”(ye) ve “ş” (şın) harflerinden oluşur. Terk makamları düşünülerek derviş dünyayı, riyayı, varlığı, yalanı ve şehveti terk eden kişinin unvanıdır denilmiş.
Bu kavramları özetlersek dünya burada kastedilen manâsıyla içinde yaşadığımız ruhlar âleminden indirilerek geldiğimiz bu âlem demek değildir. Böyle anlaşılması yanlışlıklara yol açar. Kastedilen dünyayı terk; gaflete sevk edici, kişiyi zikirden alıkoyan, aslî vazifesini unutturan, dünyaperestlik ve dünya nimetlerine aldanma hâlidir. Yoksa çalışmamak, hüner ve kaa-biliyetini kulanmamak dünyevî ve içtimaî sorumluluklarını yerine getirmemek dünyayı terk demek olmadığı gibi bu şekildeki davranışlar Cenâb-ı Hakk ve Resulü (s.a.s.) tarafından yasaklanmıştır. Hz. Ali (r.a.) esas mevzuumuz olan, makbul olmayan dünya sevgisini “Her ne ki seni Rabbinden, Rabbinin sevgisinden ve zikrinden alıkoyar, uzaklaştırır işte o senin dünyandır.” diyerek tanımlar. Yine Hz. Mevlânâ “Dünya nimetleri bir deniz, kalp ve ruhsa gemi gibidir. Geminin yürümesi için su lazımdır ve makbuldür. Fakat geminin içindeki su yavaş yavaş veya ansızın batmasını muhakkak kılar.” Sen dünya nimetlerinden en güzel şekilde istifade et. Fakat bunun sevdasını, muhabbetini kalbine koyma. Hep söylüyoruz ya, kullandığımız birçok tâbirin farkında değiliz. Yoksa atalar sözünde Hz. Mevlânâ’nm ifade ettiği mefhum “El kârda, gönül yârda olacak.” sözü ile özetlenmiştir.
Kişi mahşer gününde yaptığı kabahatleri örtmek için dünyayı suçlar ve der ki: “Beni gaflete, tuul-i emele, sonu olmayan istek ve arzulara) hep bu dünya ve içindeki güzellikler sevk etti, gözümü boyadı, seni unutturdu, böylece ansızın ecel, ölüm geldi. ” diyerek dünyayı suçlu olarak gösterir. Dünya dile gelerek “Ey ahmak kişi, ben sana her hâlimle Rabbini hatırlatan nimetlerimi gösterdim. Ve sadece fâni olduğumu, bendeki zevk ve neşenin daim olmadığını, kürsüdeki vaiz gibi sana ibretlerle anlattım ve gösterdim. Baharda açan çiçeklerimi gösterdim, ardından kış ile gelen ölümü gösterdim. Tekrar baharımla haşrolmayı sana avaz eyledim, gönül çekici veya şehvet uyandıran güzellerimi gördün. Fakat aynı sahnede onların sararıp solmuş bedenlerini, saçlarını, gözlerine perde inmiş elleri titrek hâlleri ile ihtiyarlıklarını da sana gösterdim. Kabristanın yanından geçerken, oradan çıkan ağaçlar dahi “Haberin olsun ölüm var ölüm!” diye ölülerin dışarı çıkmış elleri gibi sana gösterildi. Yani her hâlimle benim güzelliklerim fâni, bende kalma aldanırsın, bakî olanı unutma, nimetimin zevali var diyerek sana binlerce sahen ile bunu anlattım. Şimdi bana iftira etmekten vazgeç, nefsinle başbaşasın.” diye karşılık verir, işte derviş, irfanı ile bu zilletten uzak yaşayan kişiye denir. Bu ise Allah ve Resulüne ziyade muhabbetle ancak olur.
Riyaya gelince; riya hakkında ciltlerle kitap yazılmış. Sadece Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerde geçen riya şekillerinin tefsir ve izahları toplansa geniş bir kütüphane vücuda gelebilir. Avam arasında gösteriş, göz boyayıcılık olarak bilinen riya, basit bir davranış bozukluğu değildir. Riya, kişinin bütün feyzini Allah’a kulluk için lazım olan manevî diriliğini, hayatını, muhabbetini bitiren, kurutarak öldüren feci bir hastalıktır. İçi başka, dışı başka şekilde yaşayarak cansız bedenleri andıran bu nev’î şahıslar tedavi olunmazlarsa dünyada ve uhrada, zillet üzerine zillete (kısa ömürlü devlet ve nimet sahibi olsalar da) maruz kalırlar. Az veya çok (müstesna bazı şahıslar olsa da) herkeste mevcut illetlerdendir. İslâmî ahlâkın terbiye sistemi olan tasavvuf, riyanın her türlü şeklini teşhis edecek hassas ölçümler geliştirmiştir. Bu terbiye ve tedavi tezgahlarına tâbi olan kişiler, nefsânî riya hastalığından Allah Teâlâ’nm inayeti ile kurtulabilirler.
Hemen şunu da hatırlatalım ki; geçmişte ve günümüzde tasavvufun özünü anlayamayan bazı cahiller, ibadet ve taatta sözüm ona riya olmasın diye gevşeklik ve tembellik göstermişlerdir. Yaptıkları bu nev’î fiilleri de melametmiş gibi kabul ederek, melamet neşesini de yaptıklarına alet etmişlerdir. Zaten Allah’ın emrettiği bir şeyi yapmak kulun boynunun borcudur. Bana riyakar derler diye mükellef olduğu şeyleri yapmamak bir nev’î riyakarlık değil midir? Pîrlerden bir zât “Yaptığı ibadeti gösteriş kaydı ile kullar beni sevsin, ne kadar iyi desin arzusu ile yapmak riyadır lakin şimdi kullar bana riyakar der, gösteriş yapıyor der kaygısıyla mükellef olduğu yani Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği bir şeyi yapmamaksa şirktir, zîrâ o kişi böyle hareket etmekle kulların rızasını Allah’ın rızasının önüne koymuş olur.” diyerek ihlâs, riya, şirk çizgilerini çok güzel ifade etmiştir. Riya , Allah ve Resulünü her şeyinden çok severek kazanılan ihlâs nuru ile yanar yok olur. Böylece riyayı terk eden kişiler derviş meşrep kişilerdir.
Varlık ve varlığı terk buradaki mânâsı ile düşünülürse Allah Teâlâ’nm zâtından gayrı var olarak vehmedilen şeyleri terk etmektir. Tasavvufî ıstılahta Allah’tan gayri her şeye “mâsivâ” denir. Bu mefhumla derviş kavramının tam merkezi bulunmuş olur. Sembolik olarak da bu mânâyı temsil eden “vav” harfi kelimenin tam ortasın-dadır. Bunu idrakle dünyayı, riyayı, yalanı ve şehveti terkte muvaffak olunur. Aynı zamanda varlığı terk, terk makamlarının nihayetidir. Uzun uzun bunu anlatmaya muktedir değiliz. Fakir, erbabı olmadığım gibi bu sahada söylenilmiş sözleri aktarmaya dahi ehil değilim.
Ancak şu kadarını arzedelim ki; varlık terk edilince geriye ne kalır? Bu yokluk ve hiçlikle ele geçen veyahut varılan nedir? Belki tefekkür edilirse suallerin cevabı ruhlarımıza kalplerimize bir ipucu verebilir.
Yalan; her türlü yalanı terk. Yalanın tarifi hepimizce malum. Fakat yalanın şekilleri herkesçe malum değil. Küçüğü ile, büyüğü ile maalesef hayatımızı sarmış bir hastalık. Aynı riya gibi, her sahanın, her nefsin kendine özgü yalanı var. Zaten yalansız olmak tam ve kâmil şekilde Hakk’ın Hak ism-i şerîfine, sıfatına ve zâtına maz-har edecek demektir ki bu, ender kullara nasip olmuş büyük derecedir. Yalan, ruhlar âleminde verdiği sözü tutamamaktan günlük hayatımızdaki ufak zannettiğimiz yalanlarla kendisini gösteren ahlâk-ı reziledir (kötü ahlâktır).
Şehveti terk. Kişiyi gaflete sevk eden, Hakk Teâlâ’yı unutturan, her türlü nefsânî ve şeytanî zevke “şehvet” denir. Tevbe ile mücadele ve mücâhade ile tedavi edilmesi gerekir.
Hulâsa olarak beyan edersek buraya kadar anlattığımız fiiller zaten her mu ininde, her insanda olması gereken güzel ahlâktır. Bu ahlâki güzellikleri sadece Allah için hayatına dolayısı ile kendi nefsine tatbik eden kişiye derviş denir. Fark buradadır. İmam Cafer-i Sâdık buyurur ki: ” Nefs-i için seyr u sülük edene keramet verilir, Allah için seyr u sülük edene Allah Teâlâ zâtını ikram eder”.