14. Mektup


14. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların ondördüncüsüdür.

1mursidinmektuplari

Zâtıyla, sıfatıyla ve fiiliyle Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın olan Cenâb-ı zü’l-Celâl ve’l-Cemâl ve’l-Kemâl Hazretleri’ne kendi isimlerinin adedince hamd ü senâ olsun.
Nûr-i evvel, ba’s-i âhir, âlemlere rahmet, şerâiti zâhir Fahr-i âlem ve sebebi icad-ı âlem ve mefhar-i benî Âdem, Hazret-i Resûl-i müctebâ, mürtezâ ve kibriyâ Efendimiz’e salât ü selâm edenler adedince ve nefesince salât ve selâm olsun. Âline, evlâdına, ezvâcına, ashâbına ve etba’ına dahî ikram oluna. Bu salâvât-ı şerîfelerden, bu âciz ve nâciz kullar dahi hissedar kılınsın.

Evvelce nurunu gördüğüm, ezelden yâr ve karındaşım olan İhsan Efendi oğlum! Esselâmu aleykum ve rahmetullahi ve berakâtuhû.

Evlâdım, Cenâb-ı Hakk muhabbetinizi ziyâde eylesin. Âfat-ı semâviyye ve aradıyyeden ve nefsâniyyeden ve şeytaniyyeden (yer ve gök ehlinin afetlerinden, nefis ve şeytanın fitnesinden, şerrinden) sizleri ve cümle mü’minleri Cenâb-ı Hakk muhafaza eylesin. Âmin.

İnsanın imân ve akâidi, amellerinden zâhir olduğu gibi lisânından ve kaleme aldığı satırlardan dahî belli olur. Kelâmı, lisânı seçme tarzından zâhir olduğu gibi bazen kelimeleri, satırları düzgün dahi olsa erbâbı, ferasetle dinleyip okuduğunda sadrındaki nifâkı veyahut aşk u muhabbeti hemencecik farkeder. Üslûb-i lisân aynıyla insandır. Lâkin; Cenâb-ı Ali kerremallahu vechehu buyurur ki: “Sadece sözlerin ifade ettiği şeye bakmayınız. Onu ifade eden zâtın da ahvâline ve niyetine ferasetle bakınız. Yoksa hata ederseniz, aldanırsınız.” Daha evvelce de arzettiğim bu sözü şikayetten değil memnuniyet vesilesiyle söylüyorum. Zîrâ satırlarınızda, sadrımızdaki muhabbetin alâmetlerini, adım adım kemâle gidişinizi dua ve niyâzla görmekteyim.

Hak nedîmi İhsan Efendi oğlum, ilk mektubda zât-ı âlinize ifade eylediğim tezkiye-i nefis mes’elesi o zamanın şartlarından dolayı pek etraflıca anlatılamamış idi. Göndermiş olduğunuz mektûbdan bu hususta bazı işaretleri ve remizleri beyân etmenin lüzûmuna kanaat getirdim. Zîrâ belagât, yerinde, mevkiine, zaman ve zemine uygun ifadede bulunmaktır. Tezkiye-i nefis her makamda lâzımdır ve her makamın da kendine ait bir niyeti ve usûlü vardır. Bunları ma’lûmat olarak versek de neticede hal ile bilinir. Bir kişi bunları bilmekle mürşid olmaz. Amma en azından yanlışa sevketmez ve sevkolunmaz. Mürşid bu halleri görmeli ki irşad edebilsin. Mübtedî derviş (seyr û sulûka yeni başlamış kişi) Allah’ın menhiyatından sakınır, emirlerine imtisal eder. İbadet, haram, helal olarak dini hayatına tanzim eder ve bu tatbikata mâni olan engelleri ortadan kaldırmaya gayret eder. Bu menhiyat denilen (Allah’ın yapmayın diye buyurdukları) ve emirlerine itaat (Cenâb-ı Hakk’ın yapmamızı emrettiği şeyleri bilfiil göstermek) herkesçe malumdur. Derviş değil, keşiş bile bunları bilir. İlk safhadaki tezkiye-i nefis böyle olur. Amma dikkat edile. Evvelce menhiyatını zikrettim. Zîrâ günahı terk, isyandan uzak kalmak, Allah ve Resûlü’nün sevmediği bir fiil terk etmek hem ibadetten evvel gelir hem de ibadetten üstün bir ameldir.

İkinci safhadaki tezkiye-i nefs, kalbdeki menhiyata meyli kaldırmak, kalbden geçen  hayırlarda acele etmek, tecil etmemek demektir. Zirâ nefis kalbden yüz bulur da şımarıverir. Menhiyatı ibadet gibi işler de peşimân bile olmaz. Kişi, kalbimden geçti, amelimden zâhir olmadı derse muhakkak emmâre sıfatı üzre dibi boylar. Zirâ edeb kalbdedir. Bu safhada derviş, etrafında gördüğü çirkinliklerin, gayr-i meşru hallerin kendisine işaret ettiğini tefekkür edip murakabe (karşılıklı kontrol) makamında olmalı. Yani bakmalı, eğer o halleri gördüğünde kendisinde bir meyil varsa hemen kalbden onu tasfiyeye çalışmalı. Zirâ, o muhakkak zemin bulduğunda vücûd bulacaktır. Bu dahî ancak zikirle, sohbetle, rahatı terkle mümkündür. Şunu da unutmamalıdır ki; o hataları görmesi kendisinin de o hatalara düşeceğine işarettir. Öyle olmayaydı görmek dahî nasîb olmazdı.

Üçüncü mertebede derviş, yaptıklarına tövbe etmekten ziyâde kalbinden geçirdiklerine istiğfar eder. Bu makamda nefis, ibadet ve taatın evvelinde ve sonrasında kendi payını istemeye başlar. Meselâ; zikirden sonra gevşeklik hali, huşû u huzurla namaz kıldıktan sonra dünyaya ve mâlâyaniye dalma düşüncesi hatıra geliverir. Bu makamda şeytanla nefis daha çok büyür ve birbirleriyle daha sıkı yardımlaşır haldedir. Evvelki mektuplarımda beyân eylemeye gayret ettiğim gibi ilhâmâtın başladığı bir kalb çok tehlikeli bir zeminde kendisini bulur. Ziyâde dikkat etmek lazımdır. İnşirah suresindeki ayeti hemen hatırla ki, Habîb-i edîbinin nezdinde cümle âleme beyan ettiği ayet-i kerimede bu âlemdeki insana da hitâb vardır. “Fe izâ ferağte fensab ve ilâ rabbike ferğab” (Allah Teala’nın rızasına muvafık bir ameli işleyip tamam ettikten sonra hemen rızası bulunan başka bir işte sebat ederek doğrul, yeni bir işe koyul. Rağbetin ve niyetin Rabbine olsun.) Fefhem! (Düşün, tefekkür et.) O sebebden sâlik bu makamda “Hû hû” deyu gayret eder. Gayret, meydan terbiyesinde önemli bir ıstılahtır. Bunun dahi üzerinde düşünürsen bu makamın sırrı keşfolur. Ve yine bu makamda günahlarıyla da sevaplarıyla da Allah nezdinde hiç olduğunu tefekkür etmek tezkiye-i nefsin şartındandır. Eğer sâlik, üçüncü derecede halkta gördüğü iyiliklerin Hak’tan, halkta gördüğü kötülüklerin nefsinden olduğunu idrak ederse Hak mazharı olur. Bu dahî dervişin hakîkî aşka adım attığı makamdır. Nefsin tezkiyesiyle uğraşmak fikri dahi o dervişi terk eder. Nefsiyle ruhunu, kalbiyle şuurunu tefrik edemez. Ne denirse onu yapar. Amma kim ne derse onu değil. O ne derse onu yapar. Kasdolunan bu makamın erbâbı tarafından bilinir.

Bundan sonra sâlik, kendi muhayyilesinin, niyetlerinin ve amellerinin ta’yini için nefsini muhafaza makamındadır. Yabanî bir atı serbest bırakmazlar. Onu tutuş şekli ayrıdır, bir de terbiye olan at vardır. Onu tutuş şekli daha ayrıdır. Azgın bir hayvana gem vurulmasıyla, terbiyeli bir bineğe gem vurulması, semer giydirilmesi aynı mıdır? Tabiî ki değildir. Dervişteki o mânâ şahsiyet olarak tezahür etmeye başlar. Evvelki hallerde de bu şahsiyetten eser vardır. Lâkin taklididir. Sahibi dahî kendisi değildir. Amma şimdi tahkikî olmuştur. Bu emanet kendisinden sorulacaktır. Binâenaleyh kâmil kişinin emanetten mes’uliyeti cahil kişinin ve nâkıs kişinin emanetten mes’uliyetine benzemez. Evvelki imândan mes’uldür veyahut İslâm’dan. Amma şimdi ihsan makamının mes’uliyeti mevzu’ bahistir. Cenâb-ı Hakk’ın inâyeti ile kişi Allah’tan razı olduğunu zâtı ile, sıfatıyla ve ef’aliyle ortaya koyar. Kendi dahî aradan çekilir.

Pek kıymetli evlâdım, bu mevzu’a devam etmeden evvel sağda solda konuşulan bazı sözlere cevap vermek belki ileride de şahit olursun deyu hatırıma geldi. Şimdi bazıları derler ki: Efendim makamat, şeriat, tarikat, hakikat, ma’rifet değildir. Ma’rifet evvel gelir, hakikat sonuncudur. Zirâ aslolan hakikattir. Biz de deriz ki: Şeriatın, tarikatın, hakikatin aslı ma’rifet olarak kendisini gösterir, zâhir olur. Hakikatin hakikatine varanlar zaten Kerîm olanın kerîmliğinden hakkıyla nasibdar olanlardır. Bu hal ma’rifet ile zâhir olur. Yani ma’rifet makamı, hakikat bilindikten, bulunduktan ve olunduktan sonraki makamdır. Sen buna ister hakikat de ister ma’rifet de. Yoksa kastedilen ma’rifet, kişinin velayet makamı değildir. Ma’rifet-i Hak’tır. Hakkın kendisini ayan beyan mir’atte göstermesidir. Hz. Muhammed (sav) serâpâ (baştan ayağa) Hakikat’in Ma’rifetidir. Şeriatteki sır, ol makamda zâhir olmuştur. Aynı kıyamette yani nihayette cümle sırların zahir olması gibi. Bu vecheden tefekkür edilirse Efendimiz (sav)’in teşrifi sırr-ı Muhammedî’den feyz alanlar için zaten kıyamettir. Fefhem! (İdrak et, düşün!) Bazıları da derler ki; “Efendim, kudbiyyet evveldir. Kurbiyyet sonradır.” Bunun dahî cevabını vermiştik. Lâkin şimdi tekrar etmek icâb eder. Orada zikredilen kudbiyyet vazife icâbı iş yapmak değildir. Yakınlık yani kurbiyyet, mûcibince amel etmektir. Zirâ kuldan istenen hangi makamda olursa olsun o makamın icâbına göre amel etmektir. Sâfiyye’ye erişince amel munkatı’ olur mu? Veyahut tasarruf sâkıt olur mu? (Amel yapmaktan uzaklaşabilir mi? Halifetullah olarak vazifeli olduğu sahada yetkisini kullanmamazlık edebilir mi?) Tabiî ki olmaz. Esas ondan sonra hizmete liyâkat vardır.

Herkesten çok, daha çok gayret etmek icâb eder. Amma gayret-i Hakk’tır, halk değildir. “Yeryüzündeki âdil sultanlar Cenâb-ı Zülcelal’in gölgesi gibidir.” denilmiş. Anlaşıldı ki bazı kimseler bu sahanın kelimelerini kendi lugatlarındaki kelimelerle karıştırıyorlar. Böyle giderse sâfiyye makamını Sâfiye Hanım’ım evinde zannedecekler. Cenab-ı Hak, nefsiyle oynaşarak çamurda kalan merkep olmaktan bizleri muhafaza eylesin. Kişi söz dinlemekle ve kendisinden evvelkilerin irfanını beğenmekle, takdir etmekle mesafe kateder. Yoksa kendi yolunu kendi çizer, kendi kat eder. (İkinci kere kat etmek kesmek manasındadır, Allah u alem cinas yapılmıştır.)

Muhterem İhsan Efendi Oğlum, işte sizin mektubunuzda beyan ettiğiniz hal, en son anlattığım sâlikin haline muvâfıktır. Bu halleri uzun uzun yazmışlar. Bazen “lâ” dan illâ’ya geçmeyi izâh için, bazen kalp makamlarının tafsilatı için, bazen de “ıtlak” meratibini beyan için bir çok risaleler ve sohbetler yazmışlar. Arz eylediğim gibi bunlar ancak görülünce anlaşılan hatta görüldüğünde bile izahı kişiye özel hallerdir. Bu hallerin tefsiri ve tafsili için ayrı bir ihtisas gerekir. Bu sahanın mütehassıslarına “pir” denir veyahut pîri ile hemdem olmuş hem mükemmel hem mükemmil mürşid denir. Meselâ; öyle bir an gelecek ki, tezkiye eylemeye çalıştığın nefsin dahi onu tezkiye etmek isteyenden efdal olduğunu göreceksin. Nefsin, şehvetten yana gördüğün zevkin şefkat nazarıyla makbul olduğunu, mezmun olmadığını fark edeceksin. Zirâ tezkiye-i nefis teşbih etmek gerekirse toprağa tohumu atmak gibidir. Toprak sıfat olarak sana verilen o emaneti, o ahlak gölgesinde büyütürsen, evvela o tohum çürür, kokuşmuş, çürümüş halde iken hiçbir işe yaramaz. Mücahade eder, feyizle gayba iman ve söze itibar ederek devam edersen bu sefer o tohumun topraktan fışkırdığını görürsün. Filiz verir, fide olur. Budak olur. Kabul olur. Diken olup hiçbir şekilde ağza atılmaz haldeyken koparırsan ya toprak için çürüyüp pislik olur, yani gübre olur veyahut o budaklar, dallar yanmak için odun olur. Velâkin azmeder, sebat eder, gayret edersen çiçeklenir amma o da kâfi değildir. Zamanı, zemini gelince “Ol!” emriyle tohumdaki meyve kendini gösterir. İbretle bak ki o meyvenin dahi koparılma zamanı vardır. Ham iken koparılmaz. Vakti saati gelince koparılır. Meyvesi alındıktan sonra da o ağaç yakılmaz. Başka bir mevsim için güzel güzel bakımı yapılır. Bu misal inşaallahu Teala müşkillerini halleder.

Evliyâ bendesi İhsan Efendi oğlum, bu mevzu’ inşallah diğer mektuplarda tekrar tekrar beyân edilir. Lakin şu kadarını da söyleyelim ki; kemâl mertebelerinde yakîn haller müşahede edilirken derviş anlar ki ortada nefis de yokmuş , ruh da. Bir âlem için var olan başka bir âlemin yoku mesabesinde olabilir. Bunlar cilve-i Rabbanî’dir. Bu dahi “terk-i terk” makamıdır. Bir işe kalkışmadan evvel hiç gayret etmeden salmak ve bırakmak ahlak-ı reziledir. Lakin işi mükemmelen halledip bitirdikten sonra benden bu kadar deyip kenara çekilmek, işi sahibinin takdirine bırakmak ahlak-ı hamîdedir. İşte kâmillerin terk-i terk makamı bu nev’idendir. Cenâb-ı Hakk bu sözlerin te’sirini halk eylesin.

Gönlümün âyinesi ve murâdı güzel evladım, küçük bir mes’ele diye yazdığın mevzu’a gelince; hakikaten de küçük bir mes’ele. Tabiî ki bir kitap, bir eser bitirildikten sonra, hele ki böyle sohbet halkalarında tamamlanmış bir eserse cemiyet tertip etmek pek güzeldir. Lâkin cemiyetleri ayrı ayrı yapmayınız. Yani ihya* cemiyetini, Vâsiyetnâme’yi ve El Fethu’r-rabbânî’yi ayrı ayrı yapmanıza hâcet yok. Hatta öyle bir meclis tertip edin ki hatim cemiyeti gibi olsun. Alameratibihim (mertebelerine ve derecelerine göre büyük kişiler) dua edilsin, hatim cemiyeti gibi olsun. Hatta yemekler, şerbetler, çocuklar için şekerlemeler verilsin. Buna çok büyük ihtiyaç vardır. Hem bu eserlerin, sohbetlerin devamı için hem de birbirinizle Allah ve Resûl muhabbeti için çok güzeldir. Evvelden yapılmadı diye tereddüt etmeyiniz. Netice güzeldir. İnşâallah bu güzel adetleri ilk defa siz kâim kıldığınız için Cenab-ı Hakk’ın lûtfuna, iki cihan serveri Efendimiz’in muhabbet nazarlarına ve erenlerin himmetlerine nâil olursunuz. Âcizâne tavsiyem, İmam Maverdî’nin Edebü’d-Dünya ve’d-Dîn eserini Âlûsî’nin tefsiriyle Pîr İsmail Hakkı Bursevî’nin Ruhu’l Beyân’ını dahî okuyunuz. Bir de Ahmed İbn-i Hanbel’in Müsned’i bu sohbet halkasını feyiz ve bereketiyle kuşatacaktır.

(* Anladığımız kadarıyla İmam Gazalî’nin İhya-i ulûmi’d-dîn ders olarak okunmuş. Bu eser tamamlandıktan sonra bir cemiyet tertip ediliyor. Zikri geçen diğer eserler İmam Birgivî’nin Tarikat-ı Muhammediye’si ve Hazret-i Pir Abdulkadir-i Geylanî’nin Fethu’r Rabbanî’sidir.)

Cenâb-ı Hakk sıhhat ve âfiyette dâim eylesin. Hayırlı hizmetlerle kâim eylesin. Aşkullah ve aşk-ı Resûlullah’ı kalbinde ziyâde eylesin. Ayaklarını sırat-ı müstakimde sabit eylesin. Her halini evvelki halinden hayırlı ve âlâ eylesin. Bu dünyada, kendi harem-i ilâhîyesinde ve ehadiyetinde hep seni güzelce mihmân eylesin. İki cihan serveri Habîbullah Efendimiz’in muhabbeti ve nazar-ı iltifatına sizi ve cümlemizi mazhar eylesin.

Allah Teala’nın selamı, rahmeti, inayeti üzerinize olsun, İhsan Efendi oğlum.

El fakîr, Müznîb Halîl Efendi

15. Mektupta görüşmek üzere …

One thought on “14. Mektup

  1. Ya Rabbi şu yazılanları tavsiyeleri cümlemize hayırlı kıl,yazanlardan Razı ol,hürmetlerini sevdalarını gör Ya Rabbi onları hiç terk etme cümlemizi terketme Ya Rabbi bütün çabası Sen olan bu kullarını hep sev hep koru hep ilim hep aşkını ver Ya Rabbi

Söyleyecek sözüm var...

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.