Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların ondokuzuncusudur.
Emanet-i kudsîyyesini hazret-i insana tahsis edip, kerramna tacını* ezelden giydirerek ezelî ve ebedi kerîmliğini, rahimliğini, Rabbü’l-âlemîn oluşunu ilan eden, bu dünya hayatında berahin-i sübhâniyesiyle rahmaniyetini inkâr edilemeyecek şekilde zahir ve muhît kılan, kendisine âsi olanları dahî ikramıyla ve ihsanıyla, türlü türlü rızıklarla merzuk kılan, ibadet ü taat etmeye ve günahlardan ictinab etmeye kudret ve kuvvetin ancak kendisinden olduğu hatta O’na isyan etmek için bile lâzım olan kuvvetin tarafı rahmâniyetlerinden yine kendisinin verdiği, Erhamu’r-rahîmin, Rahman ve Rahîm, Kerîm ü Müteal Cenâb-ı Rabbü’l-âlemin’e hamd ü sena olsun. Bu hamd ü senâ, razı olduğu haller meyânına ilhak olup isyan ve gafletimize hamd etmek musibetinden cümlemiz muhafaza olunsun.
Âlemlere bahşettiği nuruyla tenvir ettiği, kendi ahlakıyla ahlâklandırdığı enbiya ile teyit ettiği, Rahmetenli’l-âlemîn olarak takdir eylediği, Hak cemâlinin mir’atı, kelâmullahm mazhar-ı “li meallah” tahtının şâhı, ekmelü’l- rüsûl, Nebî-yi Ekrem Hazret-i Fahr-i âlem sav. Efendimiz’e Cenâb-ı Hakk’ın ikramı adedince salât ve selâm olsun. Ol Nebî-yi zîşan’ın nurunu kendilerinde müşahede ettiğimiz, gönül arşının ve arş-ı rahmanın yıldızları ashâb-ı kirâm hazerâtına dahî bu salât ve selâmlardan ikram olunsun. Onların şefaatine erişmekliğimize vesile olsun. Âlâmerâtibihim, derece derece bu silsileye mensüb olan hem mânâ ile ezelden ebede kadar hep birbirleriyle ilâhî münasebetleri dâim olan zevata dahî bu hamdin ve salâvat-ı şerîfelerin feyzinden, nurundan, ecrinden ihsan olunsun.
Kıymetli İhsan Efendi oğlum. Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun.
Cenâb-ı Hakk âfiyetiyle sizleri kâim eylesin. Dâimâ tevhîd üzre sabit kadem eyleyip râzı olduğu amellerle zahirinizi, bâtınınızı kâim eylesin.
Güzel evlâdım, bendeniz uzun bir süre rahatsız olduğumdan bir müddet mektûb yazmaya kuvvet bulamadım. Mektûb deyip geçme, kişi sevdiğine karşı hangi hizmeti yaparsa yapsın hem kalbini hem kalıbını oraya teksif etmesi mecburî olduğundan birinden biri tamam olmayınca zevkiyle hizmet de zuhûr etmiyor. İnşâallah bundan sonra fakire hem kâtiplik hem sırdaşlık yapacak bir karındaşımız muave-nette bulunacak. Mektûbdaki hat değişikliği(el yazısının değişmesi) sizi endişeye sevketmesin, hattat evlâdımız söylediklerimizi kaleme alacağından hattın şekli değişse de inşâallah mânâsı Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu şekliyle tağyir(değişiklik değiştirme) olunmaz. Maksûdum, sayılı nefesim tamam olmadan sayılı mektûbların zât-ı âlinize ulaşmasıdır. Bu satırlardaki mânâ sadırlardan dökülen mânânın tezâhürüdür. Binâenaleyh inşâallah sizin pâk ve temiz sinenizden istifade edecek sadırlara gerek satır, gerek kelâm olarak intikal edecektir ve bu anlatılanlar burada kalmayacak, tâliplerine her zaman hayra vesile olacaktır diye düşünmekteyiz. Zîrâ bundan evvel böyle oldu, bundan sonra da böyle olacaktır. Şurada mevzu’ olan hâdiseler ne ikimizle beraber başladı ne bu beraberlikten sonra nihayet bulacaktır. Bu mânâ ezelden ikram edildi, ondan ona, filandan diğerine intikal eyledi; müteselsilen sizin öğrenmeniz gereken bu mânâ fakirin sadrına indirildi, şimdi de istidadınız derecesinde size akmakta. Kim bilir bu peymane(kadeh) daha kaç el dolaşacak, kimden nûş edecek, hangi sâki elinden içecek, Allah Teâlâ indinde ma’lûmdur. “Vefevka külli zi ilmin alîm.”*
Kıymetli İhsan Efendi oğlum. Allah Teâlâ velâyet denilen bir makam hazırlamış. Bu makamı kendisine yakınlık haline sahip olanlara mesken ve sıfat eylemiş. Velâyet veya velî halini müşahede etmek henüz daha o velâyet halinin zâhirini müşahede etmektir. Yoksa velayetin bâtınî hali ve sırrını müşahedeye imkân yoktur. O mânânın görülebilen kısmını müşahedeye izin olsa da velâyetin sırrını idrak mümkün değildir. Hatta bu makama inmemek üzre oturan zât dahî bunu ifadeden âcizdir. Sen yediğin bir yemeğin tadını, aldığın zevkin sendeki hissiyatını dahî karşındaki insana aktaramazken fâni olmayan bakî bir zevkin lezzetini nasıl aktarırsın, hele bu lezzet, tatmaktan öte kişiyi dâimî bir hal üzre kuşatırsa hangi lisânla, hangi kelâmla karşıdakine aktarılabilir? Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn er Rûmî(kuddise sırruhu) “Ben sana insan-ı kâmilden, velâyet makamındaki zâtın güzelliğinden, Allah Teâlâ’nm müsaadesiyle, kıyamete kadar bahsetsem gene de anlatamam.” buyurmaktadır. Hazret-i insanın ruhunda öyle güzellikler vardır ki; Allah Teâlâ o hazret-i insanın insanî ruhuna zâhir müşahede edebileceğimiz bir sahada vücûd verse ve bu baş gözüyle insanlar onu görebilmiş olsa Allah zannederler ve secdeye kapanırlardı. Dikkat buyur ki, daha henüz sultanî ruhu anlatmadım. Sultanî ruha namzet olan ve onun kabzında bulunan insanın, ruhun güzelliğini arzeyledim. Ol sebebden bazıları nefsin mertebesinde ve insanî ruh ile alışverişlerinde velâyet sahibi oldukları zannına kapılırlar. Ama henüz mahlûk dairesinden çıkamamışlardır. Ne zamanki Halik kendisini gösterir, işte ol zaman sabahleyin güneşin görünmesi gibi artık ne yıldızlardan ne de kamerden bir eser kalır. Aynı bunun gibi, sen sen olduğun müddetçe O kendisini kâmilen göstermez. O kemâliyle tulü’ ettiğinde de senden eser kalmaz. İşte benlik vehmi o zaman izâle olur. Arada hicâb kalmaz. Bu anlattığım makam dahî kemâl mertebelerinin başlangıcıdır. Nihayeti “el ârifi yekfîhu’l işâra”(Ârif D kimsedir ki işaret o kimseye kâfidir.) fehvasınca ancak müşahede ittiğinde zevkini alabileceğin makamlardır. Kuru laf ile, hikmet veya lim kelâmıyla bu makamlar anlaşılmaz. Biz mevzu’umuza dönersek, ‘elâyet makamı işte Allah Teâlâ’nın artık kulunda cüz’î irade gibi görünen o halin küllî iradeye kalbolmasıdır. Yani velîsi Allah olan :âtlara velî denir. Bir kişinin velayeti kimdeyse yani velîsi olarak cim ta’yin olunmuşsa izin ve salahiyeti artık o kişinin velîsinden sorar ve o kişiyi velîsiyle beraber müşahede ederiz. Velî, harekât vc sekenâtı ancak velâyetinde olan zâtla müşahede edilmesi gereken zât demektir. Yani velîden zuhur eden haller Allah Teâlâ’nm nuruyla müşahede edilmezse kişi sırat-ı müstakimden düşer, âyete bakıp da onu başkasının kelâmı zannetmek gibi, kalbi küfür perdesiyle kararır. Dağlara taşlara bakılıp da ibret alınır da, ahsen-i takvîm üzre yaratılmış insanın güzelliğini ortaya koyan zât, ibret nazarı olmadan, îmân ve insaf ile bakılmadan anlaşılabilir mi? Bu sebebden birçok velîyullah yaşadıkları devirde alelade insanlar gibi muameleler görmüşler, kendileri bu durumdan hiç müşteki olmamışlar, lâkin halk bu insanların kemâlinden yaşadıkları müddet zarfında maalesef istifade edememiştir. Kâinâta ibret nazarıyla bakmayanların kendisi gibi gördükleri insana ibret nazarıyla bakması elbette ki muhaldir. Zaten hidayet öyle bir zevk-i mânevidir ki, kişi bu hale eriştiğinde hem kendi benliğini hem insanlardaki güzelliği farketmeye başlar. Yani hidayete erenler dikkat buyurursan mahlûkata ve bilhassa insanlara hizmet gayretindedirler. Çünkü hidayet nuru onu, insanı görmeye sevkeder. Şöyle bir tefekkür buyurduğunda hidayetten mahrum olan insanların hem kendilerine hem de başta insanlar olmak üzre etraflarına karşı zalim bir halde yaşadıklarını farkedersin.
Allah velîsi İhsan Efendi oğlum, bizler sizin velâyet nuruna sahip olduğunuza hem hüsn-i zân eder hem de istikbalde bu nurun hâmili olarak hizmet edeceğinize şehâdet ederiz. Halvetî yolunda bir derviş fıskını, fücûrunu bildiği gibi kendisindeki o velâyet makamına işaret eden halleri ve güzellikleri de görür. Zîrâ yolumuz göre göre gidilen bir yoldur. İmam Ali Efendimiz’e nisbet olunan ekseri tarikat bu terbiye üzre dervişlerine seyr u sülük ettirir. Yani bu yolun sâlikleri gerek terakkilerini(yükselişlerini) gerek tedennilerini(alçalmalarını) göre göre seyr u sülük ederler. Mürşidleri lâzım olan kadarını müridine bildirir, mürîd de bu tâlim üzre söz dinleyerek menzilleri müşahede eder. Bu yolun kâmili, menzîl-i maksûda erişeni ve hatta ekmeli nâdirattandır. Amma yetiştiği zaman da zevkine doyum olmaz ve içlerinden biri yetişse diğerlerini dahî tenvir eder.
Kıymetli İhsan Efendi oğlum, velâyet haline erişebilmek müridin maksûdu olmamalı zîrâ evvelce de arzettiğimiz üzre mürîd bu yola girerken “Maksûdum Allah’tır, taleb ettiğim de sadece O’nun rızasıdır.” diyerek girmeli. Velâyet haline erişebilmek mes’elesini mürşid-i kirâm hazerâtı iki şekilde olur diye beyân etmişler. Birincisini velâyet-i vehbî, ikincisini ise velâyet-i kesbî diye tasnif etmişler. Velâyet-i vehbî, tâbirinden de anlaşıldığı üzre sonradan say ü gayret etmekle ele geçmeyen, ezelden Cenâb-ı Hakk’m takdiri, kudretullah’ın kaderdeki tezahürüyle kişinin ruhlar âleminden velî olarak ihtiyarıdır(seçilmesidir). Meselâ Hazret-i Pîr Bâz-ül eşheb Abdulkâdîr el Geylânî tevatüren(insanların çoğunun şâhid olduğu, inkâra mecal olmayan) gelen haber-i sâdıklarla(doğru haberlerle) ayân beyân olmuştur ki, kendisinde zuhûr eden kerâmât-ı ilâhîlerle ta ezelden velîdir, velâyet makamının sultanlarındandır. Hatta şu an dahî bizler müşahede etmekteyiz ki, ondaki velâyet kudreti ve tasarrufât kıyamet günü dâhil ebediyete kadar da devam edecektir. İşte meşhur olan bir hâdise: Abdulkâdîr-i Geylânî Hazretleri, sabî(bebek) halindeyken Ramazan günü annesinden süt emmezmiş, iftar vakti geldiğinde sütünü ister, imsak vaktiyle ağzını mühür- lermiş. İmdi bu, çalışarak olacak şey mi? Allah Teâlâ’nm velâyet burhanı olarak insanlığa ibret olsun diye gösterdiği kerâmettir. Daha çocukken eşkıyayı ıslah edip o eşkıya gürûhunun şekâvetini irşa- dıyla saadete tebdil edip Bağdat şehrine öylece dâhil olması meşhur kerâmetlerindendir. Yani ezcümle velâyet-i vehbî sınıfına mensub olan Allah velîleri ruhlar âleminde, ervâh-ı enbiyaya(peygamberlerin ruhlarına) en yakın halde bulunup bu sırla, aynı, peygamberlerin sonradan nebî ve resul olmamaları gibi onlar dahî velâyet makamına sonradan çıkmış insanlar değildir. Bu cilve-i Rabbanî ve hikmet-i ilâhînin bir tezahürüdür. Bunun akıl ile îzahı mümkün değildir. Ancak şu var ki: Bu nev’î zevatın bulunması Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliğine, ümmet-i Muhammed’in velîlerinin büyüklüğüne, sırat-ı müstakimin nurlu ve bereketli yolunun güzelliğine delil olsun diyedir. “Yâ Rabbî, beni velî kıl.” diyerek dua etmek ile ele geçen veya kişiye bahşedilen velâyet hali velâyet-i vehbî değildir. Çünkü dua etmek de bir gayret ve talebdir. Ancak istisnası şudur ki: Hak Teâlâ ezelden takdir eylediği ve seçtiği velîyi böyle bir duaya sevkedebilir. Yani onun öyle dua etmesi de vehbîdir. Amma bu hal üzre değilse vehmidir (Kişinin kendi evhamıdır.). Velâyet-i vehbî ile velâyet-i vehmîyi birbirine karıştırana zaten hiçbir sözümüz yoktur. Zîrâ evhamın peşinde koşan kişiye ne mürşid ne de peygamberler bir şey yapabilir. Evham bâtılı tercihtir. Hak katında yok sayılana rağbettir. Bâtıla ve Hak’tan gayrıya tâlip olana kim yardım edebilir? “Felen tecide lehu velîyyen mürşida”*
Şimdi gelelim ikincisine. Velâyet-i kesbî, gene tâbirinden anlaşıldığı üzre gayret ederek, azmederek Allah Teâlâ’nm ihsan ettiği sâlih amellere rağbet ederek, velîlerle ülfet ederek, zikr ile, fikr ile meşgul olarak Cenâb-ı Hakk’m kişiyi velâyet makamına çıkarması demektir. Zîrâ her insan mademki sûretâ insan olarak yaratılmıştır, o halde Allah Teâlâ’nm halîfesi ve velîsi namzetidir. Cenâb-ı Rabbü’l-âlemin, âlemlerin Rabbi olan Hazret-i Allah her âlemde istediği terbiyeye muktedir olduğundan kişinin bu terbiyeyi, rızayı tahsil yönünde tercih etmesi onu neticede velâyet haline eriştirir. Şöyle bir misal verelim: Velîlerin adedini bin kişi kabul etsen bu bin kişiden velâyet-i vehbî yoluyla o makama erenler ancak on kişidir, mütebakîsi(geriye kalanları, diğerleri) velâyet-i kesbî denilen o makama eriştirilmişlerdir. O on kişi bu yolda hizmet edenlere âdetâ kandil vazifesi görürler. Onlar olmasa sırat-ı müstakimin güzellikleri ve Efendimizin nurunu müşahede zevki sâlikler için gayet zor olurdu. Allah Teâlâ raufu’r-rahîm olduğundan, kelâmını ve kelâmının beşer sûretindeki, Muhammed ismindeki zâtını ve o kelâmın ve ol güzeller güzeli Hazret-i İnsan Efendimiz’in şerhi ve tefsiri olan ashabını bu âleme göndermekle kalmadı, bu âyetlerini müşahede etmemiz için en büyük âyât-ı kevniyyelerinden olan böyle hazret-i insanları bizlere gönderdi. Kuluna ziyâde sevgisi ve muhabbetinin eseri olarak ezelden takdir edilmiş Allah velîleri, insanların kalblerini bu Muhammedi nura uyandırdı, vesile oldu. Bazı ahmaklar bu velî zâtlara hürmet ve muhabbet etmeyi dinin dışındaki bir muhabbetmiş gibi bid’at kabul ediyorlar. Böyle kabul etmek, sonradan uydurulmuş olanların yani bid’atların başıdır. Fahr-i âlem(sav) buyurmuyorlar mı: “îmân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe îmân etmiş olmazsınız.” diye. Adı üstünde Allah velîsi olan zâtları Allah için sevemeyen bir kişi seni beni sever mi? Bu sevgiden mahrum olan kişi Efendimiz’in buyurduğu üzre îmân sahibi olabilir mi? îmânâ eremeyen kişi dünyada ve âhirette huzurlu bir kalb sahibi ve cennet sıfat ve âhirette cennet mekân olabilir mi, ki hadîs-i şerifte ‘birbirinizi sevmedikçe’ buyruluyor. Yani kemâlinize, nâkısânıza bakmadan birbirinizi seviniz ikazında bulunuluyor. Nâkısı bile sevmek îmân alâmeti iken kâmili sevmemenin ne alâmeti olduğunu tefekkür edebiliyor musun? Dikkat et ki, kişi velâyet sahibi zâtlara töhmet etmekle şeytanın adımlarını takip eder. Bu nev’î insanlar bir müddet sonra nâfile ibadetleri terk eder ve hatta ashâb-ı kirâmı da hafife alır hale gelirler. Sonra daha da ileriye giderler. Efendimiz(sav)’in sünnetinden ayrılır, sünnet-i şerîfelerini de küçümserler. Onlar bilmezler ki Allah velîlerine dil uzattıkları için Resûlullah Efendimiz onlardan nazarlarını çekmiştir, ol sebebden Efendimiz’e muhabbet edemezler. Efendimiz’e tâbi olmayı onun sözünü ezber etmek, tarihteki ma’lûmatı hafızaya almak zannederler. Ve neticede Allah Teâlâ muhafaza eylesin, Hak yoluna tevdi’ ediyorum zannederken kendi benliklerinden görünür, insanları bâtıla sevkederler. Böylece, yani velâyeti inkâr ederek kendilerini tercih ettiklerinden kendi benliklerinden görünür, Allah velîsi olarak kendilerini ilân ederler. Allah velîsine bakarsın, Cenâb-ı Hakk’m muhabbetini, nurunu müşahede edersin. Velev ki âyet okumasın, hadîs-i şerîf nakletmesin. Huzurunda bu muhabbetle dolaşsın. Kaldı ki onlar âyet-i kerîme ve sünnet-i şerife üzre oturup kalkar ve hep bu nurla kişileri hidayete sevkederler. Amma öteki herife bakarsın, lisânında âyet, din vardır. Fakat halinde ve kelâmında küfür kokusu, benlik ve enâniyet âşikâre zâhirdir. Velilik yoktur. Bu nev’î haller yoktur derken o yokluk beraberinde bir isbat gerektirir. Peki neyi isbat eyler? Halleriyle, duruşuyla ve kelâmıyla sadece kendi benliğini isbat eder. İşte bunlar tevhîd üzre değil, tefrik ve dalâlet üzre olan insanlardır. Koyun postun bürünmüş, vahşi kurttan daha tehlikeli yol kesen eşkıyadandır.
Muhterem İhsan Efendi oğlum, velâyet yolunu inkâr sadece sözle inkâr etmek değildir. Allah’a yakınlık vardır iddiasında olarak da kişi velâyet makamını inkâr ve yol kesen harami derekesinde bulunabilir. Bunlar da sofî kıyafetindeki, benliğine taptıran sahtekârlardır. Görmez misin, zamanımızda nice namazsız, Cenâb-ı Hakk’ın şeriatını tahrif eden, hangi dinden olduğu belli olmayan acayip, garaib sözüm ona sofiler türedi. Balkanlar’daki savaşın açlık ve fakirliğin ve iktidar zaafiyetinin ortaya çıkmasıyla bunlar da ayrık otu gibi baş gösterir oldu. Eskiden şerîata ve tarikat âdabına ters küçücük bir harekette bulunan kişinin paşmakları ters çevrilirdi.
(Şeyh efendi burada tekke ve zâviyelerde ‘ayak çevirmek’ tâbir olunan kovulmaya işaret ediyor. Dergâha gelip giden kişi yanlış bir fiil üzre ısrar ederse ikaz edilir, ikazdan anlamazsa iyice bir derdest edilirdi. Eğer bu kötek ile de uslanmazsa dergâh kapısında paşmakları yani ayakkabısı ters çevrilirdi. Ters çevirmek, günümüzde pek anlaşılır bir tatbikat olmaktan uzaktır. Zîrâ biz misafiri uğurlamak için ayakkabıları kapıdan çıkış istikametine göre düzeltir, rahat giysin diye düşünerek ikramda bulunuruz. Ama eskiden dergâhtan çıkanlar edebsizlik olmasın diye mabâdlarını yani arkalarını kapıya dönmezler yüzlerini kapıya dönerek çıkarlardı. Bu durumda ayakkabının önü kapıya doğru bakardı. Kovulacak kişi arkasını dönsün gitsin, bir daha gelemesin diye ayakkabısı dergâh kapısına arkası dönük şekilde bırakılır, “Artık daha gelme!” mânâsına ihraç edilirdi.) Şimdi adam kendisi ters olmuş, tersi yüzüne geçmiş, kimsenin bir şey dediği yok. Kur’ân-ı Kerîm okuyanla alay eder, hadîs-i şerîf ile meşgul olana “Sadırdan öğren, sadırdan!” diyerek kendisi mânâdan yoksun, mânâya işaret etmeye kalkar, “Benim dedem de şeyhti, babam postnişîndi, göbeğim burada kesildi, çüküm tekkenin bahçesinde; biz şöyle yapardık, böyle ederdik, gibi kerâmeti ve fazileti kendinden menkul, kafasında şeyh sarığı, zannedersin ki bostanda bitmiş yaban kabağı, ne kendisi tad alır ne kimseye zevk verir. Şimdi bu soytarıların değil paşmakları, ibret-i âlem için kendilerinin ters çevrilmeleri lâzım ya, ne bizde kudret kaldı ne de bu sahada zülfikârı sallayan kaldı. Bu gidiş gidiş değil! Yakın bir zamanda âyetleri bile okuyamayan, namazı bile doğru kılamayan, Allah ve Resûl ahlâkından beslenen tarikat âdâbını âdetten ibaret zanneden, hatta o âdetleri bile yapamayan derviş bozuntuları kendini gösterecek. İnşâallahu Teâlâ, Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’inde va’dettiği üzre nurunu tamamlayacaktır. Nurlanmış ve etrafı nurlandıran insanlar muhakkak gelecek, o zaman belki Cenâb-ı Hakk’ın gadap alâmeti olan bu hal, yerini rahmetine ve rahmetenli’l-âlemin olan Efendimiz’in nurunun tasarrufatına sevkedecektir. Yani evlâdım, velâyet yoktur diye inkâr eden münkirden daha çok velâyet yolunu ehliyetsiz olarak ikrar eden sahtekârın zararı vardır. Bunlar bizi ümidsizliğe düşürmesin. Cenâb-ı Hakk son güne kadar muhakkak nurunu tamamlayacak, ahlâk-ı Muhammediye’yi te’yid edecek zâtları gönderecektir. Ve her devirde kendisini isteyenlere hidayet râhını gösterecek ve bu nurla nurlandıracaktır. Zamanımızdaki ahvâlin kötülüğü bir başka cihetten tâlipler için hayırlıdır. Çünkü pazar eskisi kadar kalabalık değildir, tenhadır. Alışveriş yapmak için çıkmasa da şöyle bir pazardan geçene Hak Teâlâ velâyet makamının ma’rifet güzelliklerinden ikramda bulunmaktadır. Bakınız, zât-ı âliniz daha bir sene geçmeden dördüncü esmâ’ı mürşidinizden görerek tesbihatta bulunmaktasınız.
Bundan elli atmış sene evvel bir kişi bu esmâ’ı alabilmek için yirmi beş otuz sene huzur-i şeyhte ve dergâh eşiğinde kâim olurdu. Yani âhir zamanın fitneleri olduğu gibi bu fitne devrine göre Cenâb-ı Hakk lûtf-i ihsanını ve nimetlerini genişletmiş, kendisine kurbiyyeti daha da kolay kılmıştır. Kıyamet alâmetlerinin zikredildiği bir hadîs-i şerifte fakır şöyle bir ifade görmüştüm: “İnsanlar, öyle bir zaman gelecek ki alenî olarak sokaklarda, dışarılarda fuhşiyat ve zinâ ile meşgul olacaklar. Onların içinden biri bu melaneti işleyenlere ‘Bari gidin şu fiili duvarın arkasında yapın, alenen yapmayın.’ diyecek. O kişi o zamanın şu içinizdeki E bu Bekr-i Sıddıyk’i gibidir.” buyuruyorlar. Cenâb-ı Hakk bizleri muhafaza eylesin. Bu devirleri de görür müyüz, onu bilemem. Lâkin eski sohbet meclislerinde gördüğümüz nurlu ve feyizli insanlarla şimdi sohbet meclislerini ve dergâhları işgal eden zâtları müşahede ettiğimde bendeniz zaten yeterince ızdırap duymaktayım. Herhalde daha ilerisini görmeye kalbi ve bedenî tâkatim yetmeyecektir.
Derviş İhsan Efendi oğlum, sâlik seyr u sülükunda her geçen gün ilmini ve amelini artırmak idrakini ve irfanını kemâle erdirmeye çalışmakla mükelleftir. Zaten sâlik diye ona derler. Cenâb-ı Hakk Kitâb-ı Kerîm’inde “Rabbine, ölüm sana erişinceye kadar yani son nefesine varıncaya kadar kulluk et.” buyurmuştur. O halde “Bana yeter, bu amelim kâfidir.” demek emr-i Hakk’a muhalefettir. “Bir kere yemek yedim, yemeyeyim.” diyor musun? “Az evvel nefes aldım, şimdi almasam olur.” diyebiliyor musun? O halde kullukta ve bu kulluğun muhabbetle îfâsı demek olan, kişiyi rıza-i şerîfe ulaştırmak üzre tesis olunan seyr u sülûkta tembellik ve gayreti elden bırakmak ancak gafletle îzah edilebilir. Rıza kapısında böyle bir fiilin îzahı yoktur. Dervişlik dâimâ rıza kapısının eşiğinde bulunmaktır, vesselâm.
Allah’ım, göz açıp kapama süresince dahî kendi nefsimize tâbi olmaktan, bizi bize bırakmandan Sana sığınırız. Bizler Seni bıraksak da, Senin rızandan düşecek hal ve harekâta tâbi olsak da, Sen rahmetinle bizleri muhafaza eyle ve bu muhafazayı râzı olduğun amellerle bizlerde tezahür eyle. Gafletten ve gaflet alâmeti olan ahvâlden ve ahlâk-ı rezileden Sen bizleri muhafaza eyle. Bizlere giydirdiğin kerâmet tâcını, insan elbisesini ve ahsen-i takvim üzre hilkatini dâimâ ikramınla ve ihsanınla muhafaza eyle. Seyyiatımızı hasenâta tebdil eyle, çirkin ahvâlimizi ahsenü’l-hale tahvil eyle. Velayetin sırrından haberdar olup, nurunla nurlanmayı, velâyet nuruyla Sana yakınlığı ve Sana yakın kıldığın kulları bu nurla tanı-mayı bizlere ihsan eyle. Yâ Rabbî, bizleri Senden râzı olan ve Senin de râzı olduğun kullarından eyle.
Âmin. Vesselâmu ale’l-mürselîn. Velhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn…
*kerremnâ tacı: Gerçekten Biz Âdem evlatlarını şerefli kıldık, karada ve denizde kendilerini taşıyacak vasıtalar nasib ettik, onlara helâl ve hoş rızıklar verdik ve onları yarattığımız varlıkların çoğuna üstün kıldık. [İsra, 70] ayetine atfen
*Vefevka külli zi ilmin alîm: İstisnasız her ilim sahibinin üstünde bir âlim (O ilimde daha üstün olan, hakiki ilmin kendisinden zahir olduğu) vardır. [Yusuf, 76] ayetine atfen
* Felen tecide lehu velîyyen mürşida: Artık ona asla doğru yolu gösterecek bir dost bulamazsın. [Kehf, 17] ayetine atfen
20. mektupta görüşmek üzere…
« Candan, gönülden söylenen güzel sözler, duâlar, niyâzlar, yakarışlar, Hakk’a doğru yükselir. Hakk’tan başka kimsenin bilmediği, bir yere kadar varır, ulaşır. Temizlenmiş ve arınmış olan nefeslerimiz, hoş sözlerimiz, yücelir, yücelir, bizden armağan olarak ölümsüzlük, sonsuzluk âlemine varır. Sonra sözlerimizin, niyâzlarımızın sevabı, Allah’ın rahmeti eseri olarak kat kat çoğalarak bize gelir. Sonra da, kul, elde ettiklerine benzer sevabı, tekrar elde etsin diye, Allah, bize, yine onlara benzer sözler söyletir. İşte böylece, hiç durmadan, güzel sözler, ötelere yükselir, yücelere gider. Karşılığında rahmet iner, bu iki hal, sende, senin varlığında dâima olur durur.
Kendinde olmaksızın, istiğrâk hâlinde edilen duâ, bambaşkadır. O duâ, duâ edenin kendinden değildir, kendinde bulunanın duâsıdır. Daha doğrusu, o duâ, gönülde bulunan Hakk’ın sözleridir. Aslında o duâyı Allah etmektedir. Çünkü duâ eden kul, kendinde olmadığı için aradan çıkmıştır. O duâ da Allah’tandır, kabul edilişi de Allah’tandır. » (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî)