20. Mektup


20. MEKTUP*

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların yirmincisidir.

1mursidinmektuplari

Hazine-i Rabbaniye’sinden kullarını sayısız maddî ve mânevî rızıklarıyla merzûk eyleyen, arş-ı rahmanında cevelân eden melâike-i kiramın tesbihat, ta’zimatına mukabelede bulunup cemâlinin zevkini, kullarına ezelden bahşeyleyen, ebedî cemâlini biz fâni kullarına göstereceğini, vad’i sübhâniyesiyle ve kelâm-ı kadîm-i ilâhîyesiyle tasdik ve tebşir eyleyen Celîl ve Cemil, Cenâb-ı zü’l-Celâl, ve’l-Kemâl, Rabbü’l-âlemîn hamd ü senamızı kabul buyursun.

Şefiu’l-usât fi yevmi’l-arasât, sahib-i mirâc, ve rakibu’l-Burak, sâhibü’l- kadîb ve sâhibü’l-miğfer, makam-ı Mahmud tahtının şâhı “velâkin Resûlullah” burcunun mâhı, şefaatkânımız, yegâne penâhımız, dü âlemde sultânımız, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz’e âlemler adedince salât ve selâm olsun. Âline ve ashâbına ve etba’ına salât ü selâmın nurundan ikram olunsun.

Esselâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtuhû.

Derviş İhsan Efendi oğlum, tarîkat, kavl-i Muhammedi’nin yani şeriatın fi’il-i Muhammedi’ye yani hayata tatbik edilmesine denir. Bir kişi tasavvuf terbiyesinden geçtiği halde, tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalb ilm-i haliyle meşgul olduğu halde bunlardan hissedar olmaz, ahvâlini değiştirmezse büyük günahlara düçâr olarak can verir. Fi’il-i Muhammedi yani Efendimiz’in ef’âlini tatbikat husûsunda tarîkat yolunun, diğer tatbikattan farkedilmesi gereken husûsları vardır. Bir kerre sûfî her ne iş yaparsa yapsın, muhabbet ve irfan üzre yapar. Kuru kuruya taklidde kalmaz. İbadet ve taatın zahirini muhafaza ettiği gibi, bâtınındaki neş’eyi de kesbeder ve bunu ziyân etmez. Cenâb-ı Hakk âyet-i kerîmesinde “O kimseler ki, dâimî namazdadırlar.” buyurmaktadır. Bir başka âyet-i kerîmede “Namazı muhafaza ediniz…” zikri geçer. Buradan anlaşılıyor ki hem namazı zahirî ve bâtınî şartlarıyla edâ etmek îcab eder, hem de o mânânın kalbde uyandırdığı huşû’ ve huzur halini bir başka zikir haline kadar muhafaza etmek gerekir.

Taklid, Nefs-i Emmâre’nin sıfatlarındandır. Kişiyi hayvan derekesine düşürür. Hayvanat içerisinde maymun, taklid illetinin remzi olarak gösterilmiştir. Zîrâ maymun yaptığı fiili idrak etmez. Aynen gördüğü gibi yapar lâkin o fiilden taklid ettiğinin aldığı zevki alamaz. Hatta maymunun bu mukallid halini görenler eğlenir, soytarı seyreder gibi zevk alırlar. Taklidde kalan kişi, ibadet ve taatta âbidleri, sâlihleri hatta süfîleri taklid eder lâkin işin künhüne(özüne) muttali olamayan bu nev’î kişiler, maymuna şâir insanların gülmesi gibi şeytanları kendilerine güldürürler. Bir cemiyette taklid başladığı zaman o cemiyet muhakkak parçalanır, umum arasında ve diğer cemiyetler beyninde(arasında) rezil ve sefih duruma düşer. Taklidin ilacı tefekkürdür. Tefekkür feylesoflar gibi akıl yürütmek değildir. Tefekkür, kalbdeki doğru hissiyatın aklı îkaz etmesi, aklın da bu îkaz ile kendine lâzım olan ilmi tahsil etmesi, bu ilim tahsil edildikten sonra da akılla kalbin yani Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu hissiyatla hakîkî ilmin birbiriyle nikâhlanmasının neticesidir. Nasıl akıl iki bilinenden bir bilinmeyeni çıkarıyor, hislerin yanıldığı sahalarda devreye girerek o yanlışlığı tashih ediyor(düzeltiyor), işte tefekkür de ma’lûm olandan meçhulü bulmayı, mânâ sahasındaki doğrular vesilesiyle de nâkıslıkları bertaraf etmeyi insana bahşeder. Aklın bilgisi, kalbin buluşu ve muhabbetiyle birleşmezse o ilmî fikir kişiyi bâtıla düşmekten kurtaramaz. Kur’ân-ı Kerîm’de Ebu Cehil aleyhillâne için “fekkera-fikir yürüttü, güya düşündü” mânâsına gelen bir istihza cümlesi vardır. Yani Kur’ân-ı Kerîm’e baktı baktı da kendince ölçtü tarttı. Kendi kıt aklının bozuk terazisinde tarttı. Peki sonra ne oldu? “Bu ancak bir beşer sözüdür.” dedi. Allah Teâlâ, kalbi devreden çıkararak sadece aklıyla düşünmeyi tefekkür zannedenleri Ebu Cehil’in süflî derekesini işaret ederek “Canı çıkasıca, nasıl da fikir yürüttü, ölçtü biçti, yazıklar olsun, helak olasın.” mealindeki tehdidiyle îkaz etmektedir. Akıl tabiî ki lâzımdır. Amma hangi akıl? Şimdi bunu tefekkür ederken şunu düşün güzel evlâdım! îmân kalbîdir. Kalbte o îmân nuru zuhûr ettiğinde hemen bunu muhafaza edip tasdik ederse artık o kalb îmânın mazharıdır.

En büyük ilim Allah’ı bilmek ve îmân etmektir. Tüm ilimler bu ilme hâdimdir. Bu îmâna hizmetçi olmayan ilim, kendisini tahsil etmek isteyenden Cenâb-ı Hakk’a sığınır. Yani ilmin de kendine mahsus bir hüviyeti ve Hak katında ta’yin edilen bir vücûdu vardır. Ol sebebden Allah’ın emrinde kullanılmayan ilim hakkını mahkemede arayan şahıs gibi kâdı-yı mutlak olan Cenâb-ı Hakk’tan adalet ister ve zâlim elinden kurtulmak için müracaat eder. İşte ol sebebden dolayıdır ki kalbsiz ve îmânsız ilim yeryüzünde nerede baş gösterirse güya o ilim sahipleri olduğunu iddia eden kişiler cemiyetin en zâlimleri olarak baş gösterirler. Zîrâ ilmin kendilerinden bîzâr olmasıyla Allah hükmünü tahakkuk ettirmiş ve hakîkî ilmi yani îmânı onlardan almış, bu ellerinden gittikten sonra da cahil insanın yapacağı en feci zulümleri kendi elleriyle yapar hale gelmişlerdir. Şöyle bir tarihe baksana, en büyük zulmü yapanlar kendi devirlerinin sanatında, zenginliğinde en ileri olan kavimlerdir. Ezcümle şunu demek isterim ki: İlim bilmektir amma ilim tahsili bile taklidde kalırsa yani kalb ile izdivaç etmeden hariçte saha bulmak derekesine düşerse zulümden başka bir şey çıkmaz.

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır
Okumaktan murat ne
Kişi Hak’kı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir
… 

Allah Teâlâ da nerede zulüm varsa, oranın çökmesini âdet-i subhaniyesi olarak va’detmiştir. Kâbe’de zulüm olsa Kâbe-i Muazzama çöker. Evde zulüm olsa ocaklar söner, devlet, teb’asına zulmetse muhakkak o devlet parçalanır. Kişi kendi nefsine zulmetse o nefis de parça parça olur. Yani tevhîdden uzaklaşır. Ruh, nefis, kalb bir cümle etrafında birleşemez. Parça parça olan bu nefis bir olan Allah’ın birliğini, Fahr-i âlem Efendimiz’in nurundaki birliği, sırat-ı mustakîm’in vahdet yolunu bulamaz. Bulsa da sadrına şifa olmaz. Zîrâ bu mânâyı cem edecek bir vücûda, bir mânâya sahip değildir. Hüviyetini tescil edecek şahsiyet olmaktan uzaktır. O kişi, davasında samimi olamaz. İbadet taata neş’e gelir gibi olsa da parça parça olduğundan tefekkür edemez. Tefekkür edemeyince de taklidde kalır. Taklidde kalan hangi terbiyeyle kemâle erişebilir? Hangi benliğiyle tasdik makamına erişebilir? Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin çok muhteşem bir sözü vardır, Mesnevî-i Mânevî’de. O büyük Allah velîsi bir beytinde der ki: “Kâfirler maymun iştahlıdır.” Fakir, gençliğimde bunu okuduğumda pek mânâsını anlayamamıştım. Kâfirleri yermek meyânında söylenmiş bir söz zannetmiş idim. Lâkin öyle değilmiş. Hazret-i Pîr bu beyitte kâfirlerin küfründe bile samimi olmadıklarını işaret buyuruyormuş yani “Kâfirler Hakk’a karşı çıkışırlar, devamlı itiraz ederler. Bu çekişmeleri gerçekten bir fikre sahip oldukları için değildir. Taklîden, laf olsun diye, öylece atalarına karşı olmak içindir. Yanlış da olsa bir i’tikadları yoktur. Eğer küfürlerinde samimi olsalardı o küfrün beyhude olduğunu anlarlar ve neticede o küfrün dahî Hakk’a nisbeti olduğunu, Hakk’m müsaadesiyle zuhûr ettiğini farkedip bir şekilde îmân cihetine tâbi olurlardı. Amma öyle olmadı. Zîrâ küfürleri bile samimi değildir.” denilmek isteniyor. Bu muhteşem bir sözdür. Bir kişi samimiyetle puta tapsa, o tapınmanın samimiyetinden edindiği putun hiçliğini ve bu yaptığının beyhude olduğunu eninde sonunda anlar. Peki durum böyleyse Hak Teâlâ’ya samimiyetle, ihlâsla, taklîden değil hakîkaten ve tahkîken ibadet eden bir kişi Hakk’m nice tezahürlerine ve tecellîlerine mazhar olur bir düşünsene! Cenâb-ı Hakk îmân, İslâm ve ihsan mertebelerine işaret ederek bizi tefekküre sevketmiyor mu? Taklîden îmân kişiyi menzile eriştirmez. Tahkîken îmân kişiyi İslâm’a, tahkîkî İslâm kişiyi ihsana, Cenâb-ı Hakk’a kurbiyyete îsal eder (ulaştırır, vâsıl kılar).

Sâdık kardeşim İhsan Efendi, daha evvelce de arzettiğim gibi tabiî ki yaptığımız birçok fiil taklid ile başlar. Burada arzetmeye gayret ettiğim mânâ, o taklidde kalmamaktır. Şimdi bir çocuğu düşün, oyun oynarken bir sopayı bacaklarının arasına alır, sanki atın sırtındaymış gibi ağzıyla da ses çıkararak koşar oynar. Atın üzerinde gördüğü süvarileri taklid eder. Kendisini güzel bir Arap atının üzerinde dörtnala koşuyormuş gibi hisseder. Bu merakı ve taklidi yetişkin olduğu zaman yapacağı işlere âdetâ bir köprüdür. Şimdi kırk yaşında bir adam düşün, bacağının altına sopayı alsa, beş yaşındaki çocuk gibi dıgıdık dıgıdık diye meydanda koşsa na’parsın? Şaşırıp kalırsın. Hatta daha da ısrar ederse o kişiyi tımarhaneye atıp tedaviye alırlar. Yine çocuğun namaz kılışını düşün; sağına soluna bakar, namaz kılan büyüklerini taklid edip yatıp kalkar. Kırkına ellisine geldiğinde aynı şekilde yaparsa halk arasında onunla istihzâ edilir. Hatta namazla istihzâ ettiği düşünülürse kadı efendi tarafından sopaya çekilir. Aynı şekilde insan devam edegelen ibadet ve taatından zevk-i manevî almıyorsa, seneler geçtiği halde ibadet ve taatın kalbinde uyandırdığı bir neş’e yoksa ve o güzellikleri irfanıyla fehmedemiyorsa burada bir nâkıslık yok mudur? Yani kişi tefekküre vesile olacak ilme sahip değilse bile en azından bu eksikliğin sebebini tefekkür etmek makamında değil midir? Bunu dahî düşünse kişi irfan sahibi olur. Zîrâ “Kişi noksanın bilmek gibi irfan olmaz.” demişler. Bu mânâ çok önemlidir. Zîrâ kişinin taklidden kurtulması ve tefekkür makamına çıkabilmesi için dert sahibi olması lâzımdır. Şöyle bir insanlık sahasına bak, neler îcad edilmiş ve neler keşfedilmiştir. Zîrâat, barınma, yiyecek, içecek ihtiyaçları bu sahadaki îcad ve keşifleri doğurmuştur. İnsan kendisine lâzım olan şeyi farkedince onu bulmak ve elde etmek derdine düşer. Rahatı için yahut ihtiyacını gidermek için o sahada gayret eder, kafa yorar, mesaisini harceder. Mânâ ilmi de böyledir. Kişi mânevî eksikliğini, nâkıslığını hissetmeden, o mânâ derdini çekmeden taklidden kurtulamaz. Izdırabı olmayan, çileyi bilmeyen kişi dermanı ne bilsin! İşte mürşidler insanın rızayı tahsil edebilmesi için lâzım olan aşk halini, derdi artırmak suretiyle ve kişiye acziyetini ve nâkıslığını bildirip onu kemâle koşturmak suretiyle kalbleri uyandırırlar.

Kıymetli İhsan Efendi oğlum, bazı sözleri tekrar ediyorum, farkındayım. Lâkin evvelce yazdığımda o sözlere muhatap olan İhsan Efendi ile şimdi şu satırlara muhatab olan İhsan Efendi aynı değil. Binâenaleyh bazı kelâmın tekrarı îcab ediyor. Her rekâtta Fâtiha’yı tekrar ederiz. Zîrâ secdeden kalkan kişi başka bir benlikle kıyam eder. O buluş ile ve o makamdaki yakınlığı ile Fâtiha’yı tekrar eder. Neyse, şimdi bu kalsın. Amma tefekkür etmek üzre bir yerde kalsın. Hak celle ve âlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde “Elestü bi rabbüküm” buyuruyor. Yani “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Kullarının da cevaben “Belâ” yani “Bilakis(Yâ Rabbi, sen bizim Rabbimizsin.)” diyerek tasdik ettiğini beyân buyuruyor. Cenâb-ı Hakk “Ben sizin Rabbinizim değil mi?” diye sorabilirdi. Amma kelâmında böyle buyurmadı, bu, muhakkak bir sebebe mebnîdir. Müfessirler ve âlim olan zâtlar bu âyetin tefsirinde şu hikmete dikkat çekmişlerdir: Hak Teâlâ “Ben sizin Rabbinizim değil mi?” diye sorsa belki şuursuzca, tefekkür etmeden hatta korkudan, bilmeden tasdik edilebilirdi. Ama suâl menfî soruldu. “Sizin Rabbiniz değil miyim?” suâline muhâtab olan kişide, Hak Teâlâ’yı Rabbi olarak tasdik etmezse kendisini nasıl bir musibetin bulacağını ve Allah’sızlığın nasıl bir helâk olduğunun derdini idrak vardır, bu yüzden o idrakle, şuurlu bir şekilde “Belâ” diye cevap verdi. İşte bu arzettiğim tefsirin az evvel bahsi geçen mevzuları nasıl cem ettiğini farketmişsindir. Yani ruhlar âlemindeyken bile bizler tefekküre, şuurla îmâna sevkedildik. Bu sevkedilişte dahî derde talib olduk. İnsan derdini idrak etmekle dermanı müdrik kılındı. Ol sebebdendir ki, mü’mînler o kimselerdir ki onların derdi Allah’tır ve Allah’tan ayrı kalma korkusu mânâsına gelen takvadır. Bunun karşılığmdaki derman ise Cenâb-ı Hakk’a kurbiyyet ve cemâlullahtır. İşte tefekkür, kişiye cemâlullah sırlarını, Cenâb-ı Hakk’ın tecellîyat âyetlerini açan önemli bir miftâhtır. İbadet irfandan ayrı olamaz. Bu irfanın akılda karar kılmasına ve aklı nurlandırmasına tefekkür denir. Böyle bir saat tefekkür etmek, irfandan mahrûm olarak yapılan yetmiş sene ibadetten üstündür.

Derviş İhsan Efendi oğlum, insanların çoğu kalb iklimini ve tefekkürün Hak katındaki değerini bilemezler. Halbuki Cenâb-ı Hakk bizi tefekküre sevkedecek ne çok şey halketmiştir. Bunları saymakla ta’dât edemeyiz. Lâkin küçük bir misal vereceğim. Belki bu küçük misalle büyük mânâlara kardeşlerini sevkedebilirsin. Bazen bir şey düşünürüz. O düşündüğümüz karşımıza çıkıverir. “Akşama şu olsaydı da yeseydim.” dersin, akşam eve gelirsin, bakarsın ki canının çektiği şey sofrada duruyor. Demek ki tefekkür sahasının bir vücûdu var. Hak celle ve âlâ düşüncelerimize de vücûd veriyor. Rahmetinden dolayıdır ki kötü düşüncelerimize günah yazmıyor. Ancak iyi düşündüğümüz şeyleri daha yapmadan sevap olarak meleklerine yazdırıyor. Bu acîb bir şeydir. Demek ki tefekkür, düşünmek, hatırdan bir şeyi geçirmek onun bir âlemde vücûd bulmasına sebebiyet veriyor. Hatta o vücûdiyeti bu âleme dahî intikal ediyor. Bu misali başka bir misalle kuvvetlendirelim. Kişi Kâbe-i Muazzama’da kalbinden gelen kötü bir düşünceyi yahut hatırına gelen bir günahı hemen defetmez de hayalinde onu büyütmeye ve işlemeye devam ederse sanki o günahı işlemiş gibi muamele görüyor. Allah muhafaza eylesin! Bak, demek ki onun bir vücûdu var yani tefekkür küçük bir şey değil. Şimdi bu misalin tersini düşün. Zikrullah ile tenvir olmuş bir kalb, Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerine şâhid olmuş bir göz, Allah Teâlâ’nm râzı olduğu hislerle dolmuş bir sîne tefekkür etmeye başladığı andan i’tibaren derecesini ancak Cenâb-ı Hakk’m takdir edebileceği çok büyük bir ibadete mazhar oluyor. Aynı, bedenen bu âlemde ibadet etmiş gibi ecir alıyor, Cenâb-ı Hakk’a kurbiyyet adımlarını atmış oluyor. Hem de bunu yaparken, hariçte bu yaptığı görünmediği için bu ibadetin zâyi olması mümkün olmadığı gibi kulun nefsi bile buradan pay alamıyor. Melekler ve insanlar hatta şeytanlar dahî onun o halinden haberdar olamıyor. Zîrâ Cenâb-ı Hakk husûsî arşının tahtında(altında) halkettiği âlemlerden bir âlem içerisinde bu râzı olunan tefekküre bir vücûd veriyor ve harem-i subhanisinde onu muhafaza ediyor. İşte bu halin beyânı için Fahr-i âlem Efendimiz buyuruyor: “Lâ ibadete kettefekkür, tefekkür gibi ibadet yoktur.” Yani böylesi bir ibadete teşbih edilecek(benzer) ve ortaya konulabilecek, misal teşkil edecek amel yoktur. Böyle olduğundan Hak Teâlâ kendi ilâhî hazinesinden buna bir ücret ta’yin eder. Bu ücretin derecesi amelin cinsinden olup başka ibadetlere verilen ecirlerle ölçülemez.

İhsan Efendi oğlum, sohbet bu derecelere kadar çıkmışken şimdi dönüp de taklide bakabilir misin? Taklidin esamesi bile okunmaz. Şu kadarcık satırdan sonra bile herhangi bir kişinin taklidî hallere artık tenezzül etmeyeceğini düşünürsek zevât-ı kiramm(kerîm olan yüce insanların) bu halde bulunan kişilere tenezzül edebileceğini hiç düşünebilir miyiz? Peki ya Cenâb-ı Hakk taklid ile Nefs-i Emmâre derekesinde olanı tenezzül buyurup hiç muhatab kabul eder mi? Böyle olduğu halde boğazına kadar günaha batmış kişi “Ah ben ne yaptım!” diye inler, “Aman yâ Rabbî!” diyerek Hak katındaki şahsiyetini birazcık tefekkürle aman dilerse o rahmet kapıları ona ardına kadar açılır. Yani kişi değil ibadet ve taatını idrak ile yapmak, günahını dahî günah olduğunu idrak ederek yapsa yine Cenâb-ı Hakk’ın katında makbul sayılacak hale ve amele ulaşır.

Kıymetli İhsan Efendi oğlum, Cenâb-ı Hakk taklidlerimizi tahkîk eylesin. Taklid ile tok gibi görünüp aç olmaktan muhafaza eylesin. Taklide gözümüzü açıp da tefekkürlere gözümüzü yummaktan muhafaza eylesin. Aklımızı, kalbimizi pür-nur eylesin. Kalplerimizdeki ucûbât-ı şeytaniyyeyi, sadırlarımızdaki vesavis-i nefsaniyeyi izâle edip ilhâmât-ı rabbânîye’sini gönüllerimize havale eylesin. Ölmeden evvel nefsini muhasebeye çeken, hesap gününden evvel kendi hesabını görmeye çalışan âkil ve sâlih mü’mînlerden eylesin.

Allahümme elhimni rüşdi ve e’ızni min şerri nefsi

(Yâ Rabbî, Sen bana kâmil îmânın yolunu ilham eyle. Ve beni nefsimin şerrinden, nâkıslığından, nefsime düşerek Seni unutmak belâsından muhafaza et.) Âmin.

Sübhâne rabbike Rabbi’l-izzeti amma yasifûn vesselâmun ale’l mürselîn ve âlihi velhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn.

*Bu mektup, Üsküb’e yolculuk esnasında konaklanılan bir handa kaleme alındı.

21. mektupta görüşmek üzere…

2 thoughts on “20. Mektup

  1. 20. mektup çok gecikmişti ,21. mektubu da dört gözle bekliyoruz efendim…
    Allah Mektubu yazandan da, okuyanlardan da, yayınlayanlardan da razı olsun…

  2. selamun aleyküm hocam.ALLAH RAZI OLSUN.GERÇEKTEN UFUK AÇICI BİR MEKTUP YAZMIŞ Ankâzâde Halîl Efendi İNŞAALLAH BURADA YAZILANLARI DERS EDERİZ KENDİMİZE.İNŞAALLAH DERT EDERİZ KALBİMİZE..

Söyleyecek sözüm var...

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.