Geleneksel Rekabetler


إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ ۚ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا

Salavât-ı şerife okumak elbette Allah’ın bir emridir amenna ama bu yalnız “Allahumme salli ala Muhammed” demekten ibaret olmasa gerek… Salavâtla müminler Hz. Peygamber’e karşı görevlerini daha sık hatırlamakta, O’nun buyruklarıyla irtibata geçme ve O’na olan sevgilerini artırma vesilesi bulmaktadırlar. O’nu tefekkür etmek, O’nun muhabbetiyle gözyaşı dökmek, O’nun hayat-ı seniyyesini teferruatı ile bilmeye vesile siyeri nebi okumaları da aynen salavat getirmek gibidir. Madem Efendimiz’i tanıyıp da sevmemek mümkün değildir. Haydi buyrun daha yakından tanımaya, siyer-i nebî okumaya, Allah ve Resûlünün muhabbetiyle bereketlenmiş bir ömür niyazıyla ...

Geleneksel Rekabetler ve Kişisel Husumetler

silsile_kureys

Bizler Abdümenaf soyu ile şan ve şeref konusunda yarışıp durduk. Onlar yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar çeşitli görevler üstlendiler, biz de üstlendik. Onlar verdi, iyilik etti; biz de verdik, iyilik ettik. Develer üzerinde karşılıklı diz çöküp yarışanlar gibi yarışıp durduk. Şimdi onlar; “Gökten kendisine vahiy gelen bir peygamberimiz var” diyorlar. Biz bunu nasıl kabul ederiz? Onların bu çıkışlarına nasıl bir karşılık verebiliriz? Vallahi biz O’na asla inanmayacağız; O’nu asla tasdik etmeyeceğiz. Yapabileceğimiz tek şey budur. Abdümenaf soyuna itaat etmemiz olacak şey değil? [Ebû Cehil – Amr bin Hişam]

Mekke’nin müşrik eşrafının, davetin daha ilk günlerinden itibaren tebliğe düşmanca tepkiler vermeleri çok farklı durumlarla irtibatlandırılabilir. Söz konusu tepkilerin doğrudan veya dolaylı birçok gerekçesinden bahsedilebilir. Mekke eşrafının, davetin bir aşamasında, Resûlullah’a “Biz, seni değil, getirdiğin şeyi reddediyoruz” demeleri, bu durumun bir örneği olarak anlam kazanmaktadır. Hatta şu da kesindir ki, risâlet sürecinin ilk yıllarındaki tepkilerin öncelikli nedeni çoğu zaman bizzat Resûlullah’ın şahsı olmuştur. Mekke eşrafı, geleneksel nitelik kazanmış bazı rekabet ve husumetlerini Mekke toplumunun tarihsel bir problemi olmaktan çıkarıp, Resûlullah’m şahsına yönelik olmak üzere, risâlet sürecindeki düşmanlıklarının temel gerekçesi haline getirmişlerdir. Mekke toplumunun söz konusu geleneksel rekabet ve husumetleri ile kastedilen şey, toplumu teşkil eden boylar ve soylar arasındaki, geçmişi kuşaklar öncesine dayanan bazı problemlerden başkası değildir.

Mekke halkının tamamına yakınını temsil eden “Kureyş kabilesi”, farklı soya mensup insanlar topluluğunun ortak ismiydi. Kureyş, Resûlullah’ın mensubu olduğu ve Resûlullah’tan bir süre önce Abdümenaf ve Abdüddâr boylarına bölünen Kusay soyu ile Teym, Adiyy, Esed, Zühre, Mahzûm, Sehm, Amîr, Hâris, Cumah, Muhârib soylarından oluşuyordu. Mekke’de yaşıyan bu soyların mensupları arasında geleneksel bir husumet ve o husumetten beslenen bir rekabet vardı. Geçmişte birbirleriyle ilişkilerinde açığa çıkan ve arada bir tekrarlanan bazı olaylar, aralarındaki husumet ve rekabetin sebebiydi. Sahip oldukları bu özellik, İslâm davetini değerlendirmelerinde de etkili olmuş; gerek Resûlullah’a ve gerekse İslâm’a tepkileri birçok bakımdan söz konusu husumet ve rekabetten kaynaklanmış veya güç almıştır. Bunun nasıl ve niçin olduğunu anlamak için tarihin sayfalarını karıştırmak ve biraz gerilere gitmek gerekiyor…

Mekke, Arabistan Yarımadası’nın Hicaz bölgesinde Medine’nin (eski adı Yesrib) 370 Km. güneyinde, Kızıldeniz üzerindeki Cidde liman kentinin 55 Km. doğusunda, Taif’in güney-doğusunda ve 55 Km. uzağında, deniz seviyesinden 265 metre yüksekte bir şehirdir.

Çok eski zamanlarda Mekke’nin bulunduğu bölgede Amalika, Ad ve Semud kavimlerinin kalıntısı Cürhümlüler ikamet etmiştir. Bu zaman diliminde Hz.  İbrahim, cariyesi Hacer’i ve ondan doğma oğlu  Hz. İsmail’i bu bölgeye getirmiştir. Rivayete göre Hz. İsmail burada ilk olarak Cürhüm kabilesinin başkanı Mudad’ın kızı Seyyide ile daha sonra da Amr kızı Ra’le ile evlenmiş, bunlardan on iki oğlu doğmuştur. Bu soy karışımı sonucu  İsmailîler, Adnanîler, Maddîler veya Nizarîler adıyla bilinen bir topluluk oluşmuştur. Bu topluluktan  İsmailîler, yani Hz. İsmail’in soyundan olanlar, çoğalmış ve ayrı bir topluluk halinde yaşamaya başlamıştır. Mekke idaresi ise Cürhümlüler’in elinde kalmıştır. Ancak zamanla Cürhümlüler Harem bölgesinin yasaklarına riayet edilmemesine göz yummuşlar, dışarıdan Mekke’ye gelenlere zulmetmişler ve hacılardan daha fazla ücret almaya başlamışlardır. Ayrıca Kâbe’ye hediye edilen  şeyleri zimmetlerine geçirmişlerdir. Bu da zamanla hâkimiyetlerinin zayıflamasına neden olmuştur. Bu sırada Ezd kabilesinin bir kolu olan Huzaalılar’in başkanı Amr b. Salebe, Cürhümlüler’den, çobanları başka yerde otlak buluncaya kadar Harem bölgesinde kalmak için izin istemiştir. Müsaade alamayınca da savaşa başvurmuştur. Kinane oğlu, Abdumenat oğlu, Bekr boyu ile Huzaa kabilesinden Gubşan boyu, Cürhümlüler’e savaş açmıştır. Bu savaş sonucunda galip gelen Huzaalılar Mekke idaresini ele geçirmişlerdir. (M.Ö. 207) Ayrıca savaşta kendilerine katılmamış olan  İsmailoğullarının da aralarında yaşamalarına izin vermişlerdir. Huzaalılar’ın başkanı Amr oğlu Harise oğlu Rebia, Kâbe muhafızlığını üstlenerek hac yöntemlerini düzenlemiş ve hacıların güvenliğini sağlamıştır.

Uzun süre Kâbe muhafızlığını elinde tutan Huzaa kabilesinin son başkanı Huleyl b. Hubşiye, kızı Hubbe’yi Kinane kabilesinin bir kolu olan Kureyş kabilesinin başkanı Kusay b. Kilab ile  evlendirmiştir. Kusay, Kâbe’ye verilen değerin suiistimal edildiğini görünce, bu kabileyi Harem bölgesinden uzaklaştırmak istemiştir. Huzaalılar ile giriştiği savaşta galip gelen Kusay, Mekke idaresini eline almıştır. (M.S 440) Peygamber Efendimiz’in dördüncü göbekten dedesi olan Kusay’ın bu hamlesinden sonra Kureyş egemenliği başladı. Mekke’nin hakimi ve Kâbe’nin muhafızı olan Kusay, Kâbeyi yeniden tamir ettirdi, hac şeklini düzene soktu. Mekke’yi bir iskan mahalli haline getirerek dağınık halde bulunan Kureyş ailelerini Mekke’de topladı, onların herbirine uygun bir mahalle tayin etti. Su ihtiyaçlarını karşılamak için de bir su kuyusu açtırdı. Kusay burada siyasî ve dini oteriteyi tam olarak ele geçirdi. Kabenin yakınında, kapısı Kâbe’ye bakan, kendi yönetiminde toplantıların yapılacağı “Dar ün-Nedve” adıyla anılan bir meclis binası yaptırdı. Mekke ve Kâbe ile ilgili önemli görevleri kendi ve kabilesi üzerinde topladı. Çevredeki boylar da Kureyş’e hürmet etmeye başladılar. Mekke, Arabistanın bütün bölgelerinden gelen kabilelerin toplandığı merkeze dönüştü ve bu durum Kureyş’e itibar kazandırdı. Kureyşliler ve çevre kabileleri Kusay’ın siyasi ve manevi otoritesini kabul ettiler ve savaşmanın haram olduğu ayların düzenlenmesinde ona yetki tanıdılar.

İnsanlar için inşa edilen ilk mabet, şüphesiz Mekke’deki mübarek ve toplumlar için kılavuz olan (Kâbe)dir. [Âl-i İmrân, 96]

Mekke, Kusay’ın yönetimi altında iken büyük bir refah düzeyine ulaşmıştır. Kureyş, onun yaptığı işleri uğur sayardı. Nikâhlar onun evinde kıyılır, savaş sancağı onun evinden kalkar, onun emirleri kavmi arasında o hayattayken de, öldükten sonra da dini bir emir sayılmıştır. Yaptığı işler nedeniyle de Kureyşliler arasında nesiller boyunca hep saygıyla hatırlanan, toplayıcı, birleştirici manasında olmak üzere “mücemmî” sıfatıyla anılan birisi oldu.

Kusay’ın Abdüddâr, Abdümenaf, Abdüluzza ve Abdükusay isminde dört oğlu vardı. Kusay yaşlanınca, Mekke’nin yönetimi ve Kâbe ile ilgili görevleri büyük oğlu Abdüddâr’a devretti. Kusay’ın hayatta olduğu zamanlarda, bu görev devri ile ilgili herhangi bir ihtilaf açığa çıkmadı. Kardeşler ve çocukları bu karara saygı gösterip, gereğine itirazsız uydular. Ancak Kusayyın ölümünden sonra (tahminen M.S.480) özellikle kardeş çocuklarının işe karışmasıyla, Mekke ve Kâbe ile ilgili görevlerin sadece Abdüddâr’ın elinde olmasına itiraz sesleri yükselmeye başladı. Kâbe ile ilgili görevler itirazın esas konusunu teşkil ediyordu. Zira bunlar sahibine diğer topluluklar katında büyük itibar kazandıran, Mekke’nin yönetiminden bile önemli görevlerdi. İtiraz daha çok Abdümenaf’tan ve çocuklarından geldi. Abdüddâr ile Abdümenaf kardeşlerle, bu iki kardeşin çocukları arasında dostça olmayan tutum ve davranışlar görülmeye başladı. Bu bölünmeyi takiben, Kusay’ın diğer çocukları ve torunları da kendi aralarında bölündüler. Bir kısmı babalarının tercihine saygı gösterip Abdüddâr’ı desteklerken; diğer bir kısmı ise kendilerinin de Kusay’ın çocukları olduklarını, Mekke, Kâbe ile ilgili işlerde kendilerinin de payları olması gerektiğini söyleyip, Abdümenaf’ın itirazına destek verdiler. Bölünme sadece Kusayy’ın çocukları arasında kalmayıp, diğer soylara da yansıdı. Mahzûm, Sehm, Cumah, Adiyy soyuna mensup olanlar Abdüddar’ı desteklerken; Esed, Zühre, Hâris soyuna mensup olanlar ise Abdümenaf’ıd esteklediler. Görüş ayrılıkları gittikçe büyüdü ve Kureyş kabilesi birbirine düşman iki kampa ayrıldı. Birgün her iki tarafın da erkekleri ayrı yerlerde toplanarak savaş için hazırlıklara başladılar. Tarafların adamları, sonuna kadar birbirlerini destekleyeceklerine ve ölümleri pahasına davalarından vazgeçmeyeceklerine yemin ettiler. Silahlı çatışmanın patlak vermek üzere olduğu bir anda Abdüddâr ve taraftarları, Mekke’yi kana boyayacak bir savaşı önlemek için, Kusayy’ın kendilerine verdiği bazı görevlerden vazgeçip, Kâbe ile ilgili görevlerden hacılara yemek (rifâde) ve su (sikâye) verme işlerini Abdümenaf’ın çocuklarına devretmeye razı oldular. Abdümenaf’ın çocukları ve taraftarları bu yeni görev dağılımını kabul ettiler. Taraflar bir araya gelip dostluk anlaşması yaptılar. Ancak bu olay, hatırası canlı kalan bir husumetin de kaynağını teşkil etti. Bu husumet, soylar ve kabileler arasında bir üstünlük rekabetine dönüşerek varlığını sürdürmeye başladı. Gerek Abdümenaf ile Abdüddâr’ın çocukları arasında, gerekse bunların çevresinde toplanmış aileler arasında ve özellikle de Kusay bin Kilab soyu ile Kureyş’in diğer soyları arasında çoğu zaman örtük, bazen de açık bir husumet hep varoldu. Bir sonraki kuşakta, Abdümenaf’ın çocukları arasında gerçekleşen bir başka bölünme ise, aileler arası rekabete yeni bir boyut kazandırdı,

Abdümenaf, kardeşi Abdüddâr’la çekişme ve kavgaları sonrasında elde ettiği görevleri başarıyla yerine getirdi. Mekke toplumu ve putları Mekke’de olan diğer kabileler, Abdümenaf’tan fazlasıyla memnun kaldılar. Abdümenaf’ın itibarı ve gücü her geçen gün arttı. Hatta her ne kadar Mekke’nin idarî yapısıyla ilgili bazı işler Abdüddar’ın çocukları tarafından yürütülüyor olsa bile, Abdümenaf Mekke’nin lideri konumuna erişti.

Abdümenaf’ın Abdüşems, Hâşim, Muttalib ve Nevfel isminde dört oğlu vardı. Abdümenaf ölünce yerine oğlu Hâşim geçti. Diğer kardeşler, babalarının işlerini devralan Hâşim’e yönelik herhangi bir muhalefette bulunmadılar. Çünkü babalarının tercihi böyleydi. Ancak Abdüşems’in çocuklarından Ümeyye, amcası ve Kureyş’in lideri Haşim’le geçinemedi. Mekke ve Kâbe ile ilgili görevlerden bazılarına sahip olmak istedi. Ticaretten kazandığı büyük sermayesine güvenerek rifâde görevine talip oldu. Çekişme, bir süre sonra, ilgili görevleri nesepçe daha üstün olanın yerine getirmesi gerektiği iddiasına dönüştü. Anlaşılan o ki zenginliği i uzak kabilelerle olan ilişkileri nedeniyle Ümeyye bu yarıştan galip çıkacağını ummuş ve bu nedenle söz konusu çekişmeyi özellikle gündeme getirmişti. Münafereye (Şerefçe kimin daha üstün olduğunun hakemce belirlenmesi yöntemi) karar verildi. Kureyş’in diğer soyları ve aileleri, Abdümenafın çocukları arasında her an bir kavganın ve hatta savaşın patlak vereceğini, bunun ise Mekke’nin güvenliğini tehlikeye sokacağını hissettikleri için, münafere öncesinde bir şart ileri sürdüler. Münafereyi kaybeden on yıllığına Mekke’yi terk edecekti. Taraflar bu şartı kabul ettiler ve münafere için Usfanlı ünlü kâhin Huzaî’yi hakem olarak seçtiler. Hakem, şerefçe üstün olanın Haşim olduğuna karar verdi.

Ümeyye iddiayı kaybedince, iddianın şartı gereği Mekke’den ayrılıp on yıllığına Şam’a yerleşti. On yıl sonra Mekke’ye döndüğünde Haşim ölmüş ve Abdülmuttalib Kureyş’in lideri olmuştu. Ümeyye, kuzenine muhalefet etti. Amcası Nevfel’i de yardımıyla Abdülmuttalib’in bazı arazilerini gasp etti. Abdülmuttalib ise Medine’de yaşayan Neccar oğullarına mensup dayılarının yardımlarıyla ve Mekke dışındaki diğer bazı kabilelerle yaptığı siyasî anlaşmaların sağladığı imkânlarla, kuzenine karşı direndi. İki taraf arasında, fiilî kavgaya dönüşmeyen bir çekişme hayatlarının sonuna kadar devam etti. İki kuzen arasındaki çekişmeler, çocuklarına geçti. Haşim oğullarının yeni lideri Ebû Talib ile Ümeyye oğullarının yeni lideri Ebû Süfyan, babalarından aldıkları kin ve düşmanlığı aynen devam ettirdiler. Bu, köklerini öylesine derinlere salmış bir kin ve düşmanlıktı ki, bazı zamanlar etkisini kaybediyor gibi gözükse bile, hep varoldu. Hatta Resûlullah’ın risâlet görevi sırasında ve sonrasında bile fırsatını buldukça açığa çıktı. Resûlullah’ın vefatından sonra gerçekleşen iktidar mücadelelerinin arka planında da bu rekabetin etki güçlü şekilde hep hissedilmiştir.

Abdülmuttalib ile Ümeyye’nin çocukları arasındaki husumet ve çekişmeler, İslâm dönemine de yansıyacak şekilde yaşamaya devam etmiş olsa da, taraflar he aynı konumda kalmadılar. Abdülmuttalib’den sonra güç büyük oranda el değiştirdi ve Ümeyye’nin çocukları birçok bakımdan güçlü konuma geldiler. Bu yeni süreçte, bir taraf gücünü kaybetmemeye çalışırken, diğer taraf ise elde ettiği gücü korumanın ve devam ettirmenin çabasını yürütüyordu. Resûlullah ise, tüm Kureyş’i etkileyen geleneksel rekabete ilaveten, kendi zamanında gerilimi oldukça şiddetli şekilde hissedilen gücün el değiştirme sürecinde İslâm davetine başladı ve davetin karşılaştığı tepkiler mevcut şartlardan etkilenerek şekillendi. Risâlet dönemine çok yakın zamanda başlayan ve risâlet sürecinde de devam eden Mekke liderliğiyle ilgili gücün el değiştirmesi süreci şu şekilde gerçekleşti:

Haşim’in çalışkan ve başarılı bir yönetici olmasına, Kureyşlilere sağladığı ticarî imtiyazlar, sikâye ve rifâde görevlerini yerine getirirken gösterdiği üstün gayret ve cömertlik ile oğlu Abdülmuttalib’in Zemzem kaynağını bularak halkı su sıkıntısından kurtarması da eklenince, Haşim ailesinin itibarı iyice arttı. Haşim oğulları tartışmasız bir şekilde Mekke’nin en itibarlı ailesi oldular. Ancak Abdülmuttalib’in ölümüyle durum büyük oranda değişmeye başladı. Kureyş liderliğinin gerektirdiği harcamaları karşılayacak ekonomik güce sahip olmaması nedeniyle Ebû Talib babasından devraldığı görevleri devam ettiremedi. Ebû Leheb, Abdülmuttalib’in yaş itibarıyla liderliğe aday ikinci oğluydu. Fakat Ebû Leheb son derece düşük ahlaklı birisiydi. Bu olumsuz özelliği, onun liderliğine engel oldu ve Haşimoğulları Kureyş’in siyasî ve askerî liderliğini Ümeyye oğullarına kaptırdılar. Bu nedenledir ki, dördüncü Ficar savaşı sırasında Kureyş’in askerî lideri Ümeyye oğullarından Harb bin Ümeyye idi. Takip eden yıllarda da Ümeyye oğulları Kureyş topluluğunda sivrildiler ve itibarlarını iyice artırdılar. Haşim oğulları ise Ebû Talib’in geleneksel itibarlarını devam ettirmekle birlikte, siyasî, ekonomik güçlerini büyük oranda kaybettiler. Ümeyye’nin çocukları, Haşim’in çocuklarının tüm itibarlarını kaybedecekleri günü gözlüyor ve bunun gerçekleşmesi için ellerinden geleni yapıyorlardı. İşte böylesi bir aşamada Haşim oğullarının mensuplarından birisi olarak Resûlullah, İslâm davetine başladı. Başta Ümeyye’nin çocukları olmak üzere Kureyş’in diğer aileleri ve soyları bu işe şaşırıp kaldılar. Bu, kendileri açısından, aralarındaki geleneksel rekabetin yeni aşamasını temsil eden bir durumdan başka bir şey değildi.

Kusay zamanında başlayan ve Resûlullah’ın peygamberliğine kadar devam eden süreç bütün olarak değerlendirildiğinde anlaşılan şudur: Resûlullah’m büyük dedesi zamanında başlayan soylar ve aileler arası rekabet, son derece hassas bir denge üzerinde yer alan toplumsal, siyasî, ekonomik bir yapının inşasına neden olmuştu. Mekke ve Kâbe ile ilgili görevler soylar ve aileler arasında paylaşılmıştı. Bunlardan

  • Sidâne (Kâbe’nin perdedarlığı, anahtar muhafızlığı görevidir. Kâbe’nin anahtarlarını elinde bulunduran kimse, hac veya umre niyeti ile gelen ziyaretçilere Kâbe’nin kapılarını açardı. Bu görevde olanlar her yıl hac mevsiminden önce Kâbe’nin örtüsünü de değiştirirdi. Bu görevi üstlenmiş bir kimse en yüksek makama erişmiş sayılmıştır. Kusay bu görevi oğlu Abdüddar’a bırakmıştır. İslamiyet’in doğuşuna kadar da bu görev Abdüddar oğullarında kalmıştır. M. 630 yılında Mekke’nin fethinden sonra da Hz. Muhammed Kâbe anahtarlarını yine Abdüddar oğullarına vermiştir)
  • Ukab-Kıyâde (Kıyade: Kumandanlık, Harp ve ticaret seferlerinde kafilenin başında kumandanlık edip onlara istikamet vermek Ukab: Kureyşlilerin Ukab adında bir sancakları mevcuttu. Bu sancak, savaş zamanlarında, bir bayraktar tarafından taşınırdı. Bir yere asker sevk edileceği zaman bmemuriyette bulunan kimse bayrağını bir tarafa diker ve muharipler onun etrafında toplanırdı. Bu görev de diğerleri gibi Kusay tarafından düzenlenmiş ve sonra Abdüddaoğullarına bırakılmıştır.  İslam döneminde Mekke’nin fethinden önce bu görevi, Ebu Süfyan Sahr b. Harb b. Ümeyye eline geçirmiştir.)
  • Nedve (Dârunnedve, Kusay tarafından yaklaşık M.S. 440 yılında Kâbe’nin kuzeyine, tavafa başlanan yerin arka tarafına, kapısı Kâbe’ye doğru açılacak bir  şekilde yaptırılmıştır. Dârunnedve’de toplanıp karar alan kurula da Nedve denilirdi. Bir iş olduğu zaman Mekke’nin ileri gelenleri çağrılır ve Dârunnedve’de görüşülürdü. Bu kurula kırk yaşın üstündeki aile grup başkanları katılırdı. Bir konuda karar alınırken çoğunluğun görüşüne değil en akıllı, zeki ve inandırıcı konuşan kişinin görüşüne itibar edilirdi. Yine bir kız buluğ çağına eriştiğinde, kendisine Dârunnedve açılır, burada muhafızın kabilesine mensup üye ona giysisini hazırlayıp giydirirdi, bundan sonra da bu kız bir daha peçesiz sokağa çıkmamak üzere evine dönerdi. Düğünler burada yapılır, savaş çıkılacağı zaman komutanlar burada tayin edilirdi.Kureyş’e merkez olan Mekke, Kusay’dan itibaren, bir belde, Kureyş de kabilevi bir topluluk halini almıştı. Kureyş’i idare eden Dârunnedve, her ailenin ileri gelenlerinden oluşan bir senato idi. Abdullmuttalib’in sağlığında senatoyu oluşturanlar Kusay hanedanının bakanlarıydı. Bunların idaresi bir oligarşi mahiyetindeydi. Mekke Senatosu on asilzadeden oluşuyordu. Bunlardan oluşan Dârunnedve’ye bundan ötürü “Onlar Meclisi” deniliyordu.)
  • Rifâde (Gelen hacıları konuklatıp ağırlamak, onları barındırmak, fakir hacılara yardımcı olmak, halktan bir şeyler toplayıp fakir hacılara yiyecek dağıtmak görevidir.Bu görevi Abdümenaf oğullarından Beni Haşim üstlenmişti.)
  • Sikâyet (Bu görev Mekke’ye gelen hacılara içecek, su tedarik etmekten ibaretti. Mekke’ye gelen hacılar su sıkıntısı çektiklerinden dolayı, insanların bu sıkıntısını gidermek için bu görevi elinde bulunduran kimse su getirip hacılara dağıtarak, onların su ihtiyacını karşılardı. Bu görev Kusay’dan sonra Abdumenaf oğullarına geçmişti.Bu görevi ifa edenler bütün hizmetlerini karşılıksız yapıyor ve bunu Allah’a karşı bir kulluk görevi olarak görüyorlardı.)

Bu son iki görev Abdümenaf’ın soyundan Haşim oğullan ailesinde olmasına karşılık, ikinci kanadı temsil eden Ümeyye oğulları herhangi bir göreve sahip değillerdi. Abdülmattalib’den sonra Ümeyye oğulları Kureyş’in liderliğine yükselmişler, ancak Sikâyet, Rifâde görevlerini ellerine geçirememişlerdi. Bu iki görev Haşim oğulları adına Hz. Peygamber’in amcası Abbas bin Abdülmuttalib tarafından yürütülüyordu. Ümeyye oğullarının lideri Ebû Süfyan ise bir idarî görev ele geçirme hayalleri kurup duruyordu. Buna ancak daha sonraları kavuştu. Abdüddâr’ın soyuna mensup olanların elinde bulunan Kıyâde görevini ele geçirdi; ancak o sene İslâm ordusu Mekke’yi fethettiği için Ebû Süfyan bu görevin imkanlarından yararlanamadı ve keyfini süremedi. Mekke ve Kâbe ile ilgili diğer görevler ise şu şekilde paylaşılmıştı:

  • Meşveret (Çok önemli konularda bu işle görevli kişinin fikri sorulurdu. Bu görevle görevli kişinin fikri sorulmadan önemli kararlar alınmazdı.) Esed soyundan,
  • Sifare (Mekkelilerin, diğer devletlerle ilişkilerini düzgün bir şekilde yürütmek amacı ile seçmiş oldukları heyetin başkanlığı görevine, Sifaret görevi deniliyordu. Günümüzdeki elçilik müessesesinin o günkü karşılığıydı. Ayrıca dışişleri bakanlığı da diyebiliriz. İslamiyet’in ilk yıllarında bu görev Adiy boyundan Ömer b. Hattab’a verilmişti. Hz Ömer’in Müslüman olması üzerine bu görev, Sehm boyuna geçmiştir.)
  • Nizâret (Nizaret Günümüzdeki Gümrük Bakanlığına verilen addır. Bir yerden başka bir yere götürülecek eşyalar önce muayene edilir, daha sonra mühürlü ve ya imzalı bir ruhsat kâğıdı verilirdi. İslam’ın ortaya çıkışı sırasında bu görev, Teym kabilesinden Ebu BekrAbdullah b. Ebi Kuhafe’nin elinde bulunuyordu.) Teym soyundan,
  • Kubbe (Bir türlü depo muhafızlığıdır. Savaşta kullanılan malzemelerin bir yerde toplanması ve muhafazası görevidir.) Mahzum soyundan,
  • İsâr ve Ezlâm (Kâbe’nin içinde bulunan Hübel putunun yanında Ezlam denilen fal oklarıyla fal açmak görevi) Cumah soyundan gelen ailelerin elindeydi.

Resûlullah ilâhî görevine başladığında, Mekke’deki aileler arasında gizli de olsa kökleri çok derinlere uzanan bir itibar savaşı vardı. Bazı zamanlar Mekke, Kabe ve Hac ile ilgili görevlerin dağılımında gerçekleşen el değiştirmeler, fiilen kavga ve savaşlara neden olmasa bile, aileler arası rekabeti hep canlı tutmuştu. Her bir soyun veya ailenin mensupları, Habeşistan’dan Anadolu’ya kadar uzanan geniş coğrafyadaki ticari, siyasî ilişkilerinde kendilerine itibar ve imtiyazlar kazandıran geleneksel görevlere sahip olabilmenin veya sahip olduklarını koruyabilmenin çabasını yürütüyorlardı. Hiç kimse rakip soydan veya boydan geri kalmayı istemiyordu. Gizli rekabet herhangi bir olay nedeniyle kolaylıkla açığa çıkabiliyor ve kavgaya varan çekişmelere yol açabiliyordu. Bunun son örneklerinden birisi Kabe’nin onarımı sırasında yaşanmıştı. Hiçbir soy veya aile Hacerü’l Esved’i yerine koyma şerefini rakiplerine kaptırmak istememişti. Ancak, “el-emin” olan Muhammed bin Abdullah’ın akıllı çözümü, savaşa yol açacak olan problemi sona erdirmişti.

Çoğunlukla üstü örtük bir şekilde hep varolan soylar ve aileler arası rekabet, Resulüllah’m ilâhî görevine başlamasıyla yeni bir boyut kazandı ve tekrar canlandı. Ne var ki bu sefer rekabet savaşında tarafların yapacağı pek bir şey yoktu. Bu gerilimi azaltacak geleneksel veya siyasî bir yöntem mevcut görünmüyordu. Çünkü, irade ve güçlerinin dışında bir durum oluşmuştu. Haşim oğulları Umeyye oğullarına karşı; her iki ailenin dahil olduğu Abdumenaf soyu Abdüddâr soyuna karşı; Kusayy’m çocukları olan bu iki soyun mensupları, Kureyş kabilesinin diğer soylarına karşı; Kureyş kabilesinin mensupları ise Hicaz bölgesindeki diğer tüm kabilelerin mensuplarına karşı, kabul etmeseler ve hatta bazen alaydan fiilî müdahaleye varan tepkiler verseler bile, kendilerinden bir peygamber çıkmış olmakla övündüler. Aralarından bir peygamber çıkmasıyla övünen bu insanların ekseriyeti, başka gerekçelerle geleneksel inançlarını terk etmeye yanaşmayıp gidişatlarını devam ettirmekte inat ederlerken; diğer aile ve soyların mensupları ise, rakiplerinin adamına bağlanma, rakiplerinin üstünlüğünü kabullenme gibi “onur kırıcı” bir davranışa mesafeli durmayı tercih ettiler. Tüm bunlar nedeniyle de, İslâm daveti, özellikle ilk zamanlar geleneksel bir rekabetin gölgesinde kalıp, tepkilerin odağı haline geldi. Ebû Cehil’in fiilî tepkisi bunun önemli örneklerinden sadece birisini temsil etmiştir. Resulüllah’ın şahsında Müslümanlara ve İslâm’a yönelik ilk fiilî tepkinin faili olan Ebû Cehil’in davranışları, büyük oranda, söz konusu geleneksel rekabetin etkisini taşımıştır. Mahzum soyuna mensup olan Ebû Cehil veya aynı soya mensup olan ve Ben, Kureyş’in büyüğü ve efendisi olduğum halde peygamberlik bana değil de sana verildi öyle mi? diyen Velid bin Muğire’nin söz ve tutumlarında geleneksel rekabetin etkisi her zaman güçlü şekilde görülmüştür. Peygambere niçin düşmanlık yaptığı sorulduğunda, Ebû Cehil’in söyledikleri, tüm açıklamalarımızın özeti olacak şekilde, şunlar olmuştur: ‘Bizler Abdumenaf soyu ile şan ve şeref konusunda yarışıp durduk. Onlar yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar çe­şitli görevler üstlendiler, biz de üstlendik. Onlar verdi, iyilik etti; biz de verdik, iyilik ettik. Develer üzerinde karşılıklı diz çöküp yarışanlar gibi yarışıp durduk. Şimdi on­lar- ‘Gökten kendisine vahiy gelen bir peygamberimiz var’ diyorlar. Biz buna naşı ka­bul ederiz? Onların bu çıkışlarına nasıl bir karşılık verebiliriz? Vallahi biz, O’na asla inanmayacağız; O’nu asla tasdik etmeyeceğiz. Yapabileceğimiz tek şey budur. Abdumenaf soyuna itaat etmemiz olacak şey değil?

Konuyla ilgili bir başka rivayet ise, esasen Hicaz bölgesindeki tüm Arap kabileleri arasında mevcut olan rekabetin, İslâm daveti nedeniyle tekrar canlanışına tanıklık yapmaktadır. Söz konusu rekabet, İslâm daveti vesilesiyle, Kureyş’e mensup olmayan bir Arap’ın sözlerinde şu şekilde ifadesini bulmuştur: ‘Vallahi ben Muhammed’in söylediklerinin hak olduğunu biliyorum. Bu konuda herhangi bir şüphem yok. Fakat Kureyşliler “Hicabet bizde olsun” dediler. “Peki” dedik. “Nedve bizde olsun” dediler “Peki” dedik. “Liva bizde olsun” dediler “Peki” dedik. “Sikaye bizde olsun” dediler “Peki” dedik. Şimdi ise “Peygamber bizden” diyorlar. Hayır vallahi yapamam; onların adamına kesinlikle bağlanamam . Soylar ve boylar arası rekabetin etkisi, sadece risâletin ilk günlerinde değil, sonraki dönemlerinde de açıkça görüldü. Bedir hariç Resulüllah’a ve İslâm’a kar­şı açılan savaşların hemen hepsinde aktif rol oynayan Ebû Süfyan, Müslümanlara yönelik eza ve işkencede en acımasızlardan olan Hanzala b. Ebû Süfyan ve Ukbe b. Ebû Muayt, Bedir savaşında müşrik ordunun komutanlarından Utbe ve Şeybe kardeşler Umeyye oğullarına mensuptular. Resulüllah’a ve diğer Müslümanlara yönelik işkence, baskı ve zulümlerde ismi ön plana çıkan Ebû Cehil, Velid b. Mu-ğire, Esved b. Abdülmuttalib, Zübeyr b. Ebû Umeyye, Hübeyre b. Ebû Vehb Mahzûm oğullarına mensuptular, islâm düşmanlığını hayatlarının ilkesi haline geti­renlerden Âs b. Vâii, Münebbih ve Nübeyh b. Haccac, Amr b. Âs Sehm oğulları­na; Umeyye b. Halef Cumah oğullarına; Ebü’l Bahterî, Zem’a b. Esved Esed oğul­larına; Ömer b. Hattab Adiyy oğullarına mensuptu. Kötülük önderlerinden Resu­lüllah’m ailesine mensup olan sadece bir kişi vardı; o da amcası Ebû Leheb idi.

Soylar ve aileler arası üstünlük rekabetinin ve bu rekabetin beslediği husumetle­rin risâlet sürecinde kendisini güçlü bir şekilde açığa vuran etkilerine karşılık; bi­reysel bazı husumetlerin de islâm’ı reddetmede, Resulüllah’a yönelik tepkilerin açığa çıkmasında önemli bir etkiye sahip olduğu anlaşılmaktadır. Burada kişisel husumet ve ihtiraslar nedeniyle Resulüllah’a ve İslâm’a karşı çı­kanların önemli bir örneği olarak Umeyye b. Ebû’s-Salt’ı özellikle hatırlamak gerekiyor Umeyye b. Ebû’s-Salt, Taif bölgesinde ikamet eden Sakîf kabilesine mensup ünlü bir şairdi. O, Hanif oluşu ve diğer bazı özellikleri nedeniyle zamanında oldu­ğu kadar, sonraki dönemlerde de ününü sürdürmüştir. Umeyye b. Ebû’s-Salt, Al­lah’ın varlığına ve birçok sıfatına inanan birisiydi. Üstelik bu inancı büyük oranda İslâm’la da uyumluydu. Ancak bunlara rağmen Resulüllah’m en önemli düşmanla­rından birisi oldu. İnanç ve fikirleri tevhid hakikatiyle büyük oranda örtüşmesine rağmen, Müslüman olmayı kabul etmedi ve eskiden beri inançlarını reddettiği put­perestleri destekleyip, İslâm’a karşı putperestlerin sözcülüğünü yaptı.

Umeyye b. Ebû’s-Salt, şiirlerinde dile getirdiğine göre, putperestliğe karşıydı. Ahiret hayatına inanıyor, zinayı haram sayıyor, Allah’ın varlığı ve sıfatlarıyla tek olduğunu kabul ediyordu. Daha da önemlisi, tüm insanlığı kuşatmış mevcut olumsuz şartlardan hareketle, insanlara Allah’ın mesajlarını bildirecek bir elçinin gelmesinin yakın olduğuna inanıyordu. Bu özelliklerinin yanı sıra, bütün hayatı­nı etkileyen ve Resulüllah’m karşısında, putperestlerin yanında yer almasına se­bep olan bir özelliği daha vardı. O, dünyanın içinde debelendiği olumsuz şartlar­dan dolayı gelmesinin zorunluluğu ve yakınlığı konusunda kuşku duymadığı ilâ­hî elçinin (peygamberin) kendisi olacağını umuyordu. Ancak Allah’ın elçisi olma umut ve hayalleri, bir ümmî olan ve kendisi gibi bir umut ve beklentisi bulunma­yan Muhammed b. Abdullah’ın elçi olmasıyla alt üst oldu. Çok derin bir hayal kı­rıklığına uğradı. Haset duyguları kabardı. Hayal kırıklığının etkisiyle şiirlerinde savunduğu inançlarına rağmen, Resule düşman oldu; bunun yanı sıra şiirlerinde reddettiği inançların mensupları olan putperestlerin yanında yer almayı tercih et­ti. Üstelik bunu yaparken inançlarından uzaklaşmış da değildi. Onun bu çelişki­sini Resulüllah ‘Umeyye’nin şiiri iman etti, ama kalbi yalanladı’6 diye açıkladı. Umeyye’nin bizzat kendisi ise şu sözleriyle durumunu ve düşmanlığının gerekçe­sini ifade etmiştir: ‘Bit hastalığın beni öldüreceği muhakkak. Ben hanif dininin doğru olduğunu biliyorum. Ama Muhammed’e karşı içimdeki kin Müslüman olmama engel oluyor.

Umeyye’nin şiirleri dikkatli bir şekilde incelendiğinde şaşkınlığa sürüklenme­mek mümkün değildir. Onun şiirlerinde, Allah’ın sıfatları konusunda Kur’an’da bildirilenlerle uyumlu ve oldukça ayrıntılı bilgiler mevcuttur. Bu konuda örnek olarak şunlar hatırlanabilir: ‘Allah her şeyin yaratıcısıdır, bütün yaratıkların hepsi isteyerek O’nun kulu, kölesidirler, O Allah, kullarının rabbidir, Bütün insanlar Al­lah’ın halkıdır; arz üzerinde tek hükümran olan yalnız O’dur. O tanrı ki yaratıklar O’nun hükümranlığında hak iddia edemezler (O’nun hükmüne karışamazlar), Kullar O’nu birlemese de O birdir Ayrıca, Umeyye b. Ebû’s-Salt şiirlerinde sıklıkla ‘bismike’llahümme’ ifadesine yer vermiştir. Onun tüm bu özellikleri ise, düşünce ve inançlarının kaynağının ne olduğu sorusunu gündeme getirmektedir. Çünkü bu inançların kaynağının sadece Hz. İbrahim’den kalan geleneksel bazı unsurlar ol­madığı açıktır. Eğer böyle bir durum söz konusu olsaydı, aynı inançları dile geti­ren başkalarının da bulunması gerekirdi. Her ne.kadar Zeyd b. Amr’da da benzer özellikler varsa da, onun inancındaki tevhidi unsurların Umeyye’ninki kadar ay­rıntılı ve çok olmadığı kesindir. Bu nedenle Umeyye’nin inançlarının kaynağını araştırmak ayrıcalıklı bir önem ifade etmektedir.

Kaynakların bildirdiğine göre Ümeyye, Süryanice’yi bilen birisiydi ve Tevrat ile İncil’i okuyordu. Bu nedenle Tevrat ve İncil’den oldukça önemli oranda etkilen­miş olmasını beklemek gerekir. O, Tevrat ve İncil’den elde ettiği bazı bilgileri Hanif süzgecinden geçirerek inancının unsuru haline getirmiş; teslis gibi şirk unsur­larına iltifat etmemiş, tevhidi unsurları seçerek almış olmalıdır. Ancak Tevrat ve incil, onun sahip olduğu tevhidi unsurların hepsini açıklamaya yetmemektedir. Araştırmamız dahilinde etkisinde kalabileceği başka bir kaynağın zikredildiğine rastlamadık. Fakat bizzat Kur’an’m, onun kaynaklarından birisi olması bize ol­dukça kuvvetli bir ihtimal olarak gözükmektedir. Zira o, Resulüllah’a vahyolunan ayetlerden haberdardı. Resulüllah’m insanlara okuduklarım yakından takip edi­yordu. Bu durumda, isteyerek veya istemeyerek çevresindeki insanlardan duyduğu Kur’an ayetlerinin, tevhidî konularda ufkunu genişlettiğini söylemek müm­kündür. Eğer bu doğru ise, Umeyye’nin durumu daha da ilginç bir nitelik kazan­maktadır. Buna göre o, Kur’an’a iltifat etmesine, Resulüllah’m bildirdiklerine ya­kınlık hissetmesine rağmen, İslâm’a ve Resulüllah’a düşmanlığı tercih etmiş olmaktadır.

Ümeyye b. Ebû’s Salt’in Resulüllah’a karşı duyduğu kin, Bedir’de Mekke müş­rikleri saflarında Müslümanlara karşı savaşan iki yeğeninin Müslümanlar tarafın­dan öldürülmesi üzerine hepten arttı. Resulüllah’a yönelik kinini, edebî değeri ne­deniyle dillerden düşmeyen şiirlerinde açık ve zehirli ifadelere dönüştürdü. Bedir savaşı sırasında Şam’da bulunduğu için, dönüşte ilk iş olarak yeğenlerinin mezar­larını ziyaret etti. Daha sonra Yemen’e gitti. Böylelikle, yıllarca hayaliyle yaşadığı umutlarının yıkıcısı olarak gördüğü Resulüllah’tan uzak olmayı tercih etti. Bası müfessirlerin A’raf sûresinin 174. ve 175. ayetlerinin hakkında indiğini belirttik­leri Umeyye b. Ebû’s Salt, Müslüman olma şerefine erişemeden 624 yılında keder ve hasetinden öldü. Ölürken dahi şiirlerinde ifade ettiği hakikatlerden bir şeyler dile getirerek, kanayan yüreğinin acısını bastırmaya çalışmayı ihmal etmedi:

“Ne kadar uzarsa uzasın bir hayat, sonunda bitip gidecektir. Hakikatleri öğrenmeden başlarında geyikler arasında hayvan gibi yaşasaydım. Ölümü daima göz önün­de bulundur. Zamanın saldırışından çekin; çünkü zamanın bir saldırışı vardır.”

5 thoughts on “Geleneksel Rekabetler

  1. Soru sorma hakkımız halen mevcut mu ? Zihnimi yine karıştırdım , yardımınıza muhtacım! Sen’den eserdir isimli mektubunuzda şarkı sözünde bir virgül ile mananın nasıl değiştiğini öğrenmiştik. Peygamber efendimizin hayatını anlatan tabloda isimleri incelerken, sanki bu isimler sadece bir şeyleri tamamlamak için varolmuş gibi geldi. Bizim kitabımıza da yazılanları sen’den eserdir isimli mektubunuzdaki gibi nokta, vigül, soru işareti simgelerini neler oluşturur. İnsanlar mı yoksa yaptığımız davranışlar mı ? Hanenizden muhabbet eksik olmasın. Sağlığınıza her daim duacılarınızdanım.

  2. Rahmetinden ümit vardır başlıklı cuma mektubunuz aklıma geldi , hani orada bir söz vardı ” Uyulacak en güzel bir örnek… Ya kimin için? Hz. Peygamber’in(sav) hayat-ı tayyibesi, Allah’tan gafil olan kimse için değil, bilakis Allah’ı sadece zaman zaman değil devamlı ve çokça anan kimseler için bir örnek ve modeldir ” .Günlük hayatımızda bazen ufacık şeyler için kırılıyoruz ama Peygamber efendimiz nasıl davranmış iyi okuyarak, hayatımıza uygulamamız lazım. Rabbim kalbimize genişlik versin. Aslında Çok sevdik isimli mektubunuz sözleri daha güzel anlatıyor . Rabbime sonsuz hamd ederim , bu güzelliklerle karşılaştırdığı için. Öyle bir sofra serdiniz ki Allah derim. Ne dileğiniz varsa kabul olur inşallah. Mevlam kitabımıza iyilikler yazdırsın, utandırmasın o gün.

  3. Şeytan, Adem(as) a ben O’ndan üstünüm diyerek nasıl kibrinden kaybettiyse dünya durdukça hak ve hakikati benlik duygularından kurtulamamışlar kabullenemeyecekler. Rabbim hakkı hak bilip kabul edenlerden, batılı batıl bilip ondan uzak duranlardan eylesin.Amin.

  4. Şu an herbir anlatılan zatlar yaptıkları ile birlikte gerçek dünyada,biz yalan dünyadayız , huzuru mahşerde hak ve adalet ayan beyan ne diyebilirizki hepsi Rabbinin emri iledir .Kim hayra çalışmış ise kat kat karşılığı mevcut ,kimde şer için çalışmışsa kat kat karşılığını görecek (ayet) tarihte yerini alanlar gelecekte insanlara ders almaları için olan olaylardır,bu yaşananlara bakıp bizler inşallah dostluk barş ve sevgiyi tercih edenlerden olalım,bu ayrımı sürdürenlerden değil ….
    Selam ve saygılarımla

şeniz için bir cevap yazın Cevabı iptal et

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.