Görmüyorlar mı ki etraflarında bulunan insanlara saldırılırken, can güvenlikleri yokken,Biz Mekke’yi güvenli, emin bir belde yaptık.Hâlâ mı batıla inanıp Allah’ın nimetlerini inkâr edecekler? [Ankebût:67]
– Efendim Tanpınar, mûsikî ile mekânlar arasında ilişki kurarak belli mekânlarda belli makamları ve eserleri duyar gibi olduğunu söyler. Sizin, dînî mûsikîye fevkalâde vâkıf bir sanatçı olarak Kabe’de, Ravza-i Mutahhara’da, kutsal mekânlarda, dînî mûsikîyle kurduğunuz ilişki nasıl? Kutsal mekânlarda dolaşırken duyar gibi olduğunuz makamlar ve eserler var mı?
– Doğrusu benim de çok sevdiğim ve önem verdiğim bir konu bu. Meseleye çok dik bir bakış açısıyla giriş yaparak başlayacağım. Çünkü ben bir takım gerçeklerin etrafında dolanmaktan hazzetmiyorum. Direkt olarak sevgililerin kucağında olmayı seviyorum. Sevgiliyle beraber olmayı seviyorum. Onun için de ifade edilmek istenen şeyi iyi belirlemek ve ifade etmek gerekir diye düşünüyorum. Şimdi şurada, önümde bir nota var. Gördüğünüz gibi üzerinde “Levlâk” yazıyor. Aslında hikmet. Bu konulardaki duyarlılığımı ifade edebilmek için örnek vereceğim; Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî Hazretleri, Câmiu‟l-Esrâr adlı manzûmesinde, ilk yaratılıştan başlamak üzere bütün âlemlerin aşk ile, muhabbetle ve sevgiyle varlık sahasına çıktığını ve var oluşlarını da yine bu sâyede sürdürmekte olduğunu bildiren nutk-ı şerîflerinde şöyle buyuruyorlar:
Hikmeti bil, cümle sevgiler geri aslı nedir?
Amma hâlen bilmeyen bilmez ânın faslı nedir
…
Nûr-i câmi evvelâ oldu hakîkat Ahmed’e
Şefkat ile bu taayyün oldu sûret Ahmed’e
Marmaravî Efendimiz böyle buyuruyor. Bu çok enteresan ve çok güzel bir şeydir. Yani cânın cümlesi sırrı, kutlu Ahmed sırrıdır diyor. Bu sevgiyle her şeyin halk olduğunu, yani bütün eşyanın bu sevgiyle var olduğunu söylüyor. Yani sırrı Ahmed, iki cihan serveri Efendimizin sırrı meselesini ortaya koyuyor. Taayyünden yani açığa çıkmaktaki murâd-ı ilâhîsinden bahseder ve
Yoğ iken bu yer ve göğ-ü arş-u kürsü nefs-ü cân
Yedi bin yıl andan evvel Mustafa oldu nişân
diye devam eder. Fevkalâde bir oluşum zincirini ortaya koyan bir nutku şeriftir. Şimdi buralardan yola çıktığımız zaman bütün kâmil insanların sözünü sohbetini, efendim nesrini şiirini, -ki biz ona nutk-u şerif diyoruz- gözönüne aldığınız zaman, bir taayyün, zahir olma muradıyla, Cenâbı Allah âlemleri halk ediyor. Tabii bütün Esmâ-i Hüsnâ devrede. Cenâb-ı Hakk bütün eşyasını bu Esmâi Hüsnâ ile yaratıyor. Bu esmadan bir tanesi de “El-Musavvir” Tasvir Edici yani. Her mahlûku, ezelî hikmetinin gereği, çeşitli şekillerde yaratan, tasvir eden, her varlığa ayrı bir şekil ve özellik veren. Tasvir edici ile kast edilen estetik veren, güzellik bahşeden. Yani her şeyin birbiriyle ciddi şekilde ilişkide olduğunun kesin bir delili olarak Esmaül Hüsna’nın ortalaşa var ettiği bir kainat içerisinde yaşıyoruz. Her şey birbiriyle bağlantılı… “El-Bâri” esmasından yola çıkacak olursak “Her şeyi birbirine göre yaratan” esprisi var. Mahlukatın aza ve cihazlarını birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratan, her varlığı kainattaki umumi nizama ve gayelere uygun bir şekilde yaratan demektir. “Şarkılar seni söyler” diye bir güzel nihavend şarkı vardır. Rahmetli Muzaffer İlkar’ın bestelediği sözleri Konyalı Fakih Özlen’e ait. Bizim bakış açımıza göre her şey bir sevgiliyi söyler. Her şey sevgiliyi hatırlatmak için yaratılmış bir nesnedir. İlle de sorduğunuz soruya cevap vermek gerekiyorsa Ne varsa alemde sevgiliyi hatırlatır. Mekan ve müzik örtüşmüyorsa, iç içe değilse abesle iştigaldir. Tasavvuf müziğinin irfanında, aylara göre, bu ayların özelliklerine göre güftelerinin seçildiği ilahilerle meşkler yapılır. Zikrullaha eşlik ederken, revnak verirken bu konular seçilir. Yere, zamana, zemine göre makam vardır, güfte vardır. Rebiülevvel ayında daha ziyade Efendimizin dünyayı şereflendirmesiyle ilgili güfteler okunmalıdır. Muharrem ayının hüznü bir başkadır Ehl-i beyt aşıkları için… Zilhicce ayının güfteleri, esprisi tamamıyla kendine göredir. Kurbandır, hacdır. Bütün ayların böyle hassasiyetleri vardır.
Musiki yapan insanlar, bu hassasiyetlerin tekrar hatırlanması, ibretler alınması üzerine kurarlar musiki binalarını. Aklına geleni söylemek de var bu işin içerisinde. Gönül ne diyorsa onu söyleyebilirsiniz ama işin bir de kurumsal yanını, birikimini, kültürünü göz önünde bulunduracak olursanız meseleye bu açıdan yaklaşmak lazım geldiğini görebilirsiniz.
– İsterseniz Hac’daki mekanlara temas edelim
– Hac deyince, Tevhid noktasına gitmezden evvel Ravza-i Mutahhara’ya uğrayıp bir ulu destur almak. Tevhidin dahi ortaya çıkış sebebi, hikmeti yani “Sebeb-i Hilkat-i Alem” olan zattan bir feyz alıp O’nun elini öpüp Tevhid noktası olan Beytullah’a geçmek işin irfanı ise, tabii Ravza-i Mutahhara’da o tertemiz olan bahçede, ama aynı zamanda temizleyici olan bahçede Cenab-ı Hakkın dahi “Levlâke levlâk” diye hitab ettiği: yani “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım, Beytullah’ı da yaratmazdım, hiçbir kutsal mekânı dahi yaratmazdım” buyurduğu; ki bir hadisi şerifte Efendimiz şöyle buyuruyor: “Üç yerde namaz kılmak için sefer edilir. Geri kalan yerler tamamen meşrebe, keyfe kalmıştır. Biri Beytullah, biri benim mescidim, biri de Mescid-i Aksa” Şimdi buradan hareketle Efendimize gitmek feyzi, maksadı; işte “Levlâk” esprisinden yola çıkıldığı vakit satır arasında Cenab-ı Allah’ın şu muradını görürüz: “Sen olmasaydın gizli hazinemi göstermezdim. Benim gizli hazinemi ortaya dökme muradım sensin, muhatabım sensin, seni yarattım ki beni tanıyasın , bilesin sevesin, ben de sende kendi sanatımı göreyim, senin aynanda ben de kendimi seyredeyim” Onun için makamların tasvir yeri, tefsir yeri Ravza-i Mutahhara’dır. Orada aşktan başka bir şey konuşulmaz. Orada aşktan başka bir şey söylenmez. Orada aşkın içine girebilen her renk. her söz mubahtır. Çünkü âşığın hesabı, kitabı, terazisi mizanı olmaz, aşıksanız tecennün etmişsiniz demektir, aklı başında adam aşk davasına koşmamalı.
Aşık oldur kim kılar canın feda cânânına
Meyli cânân etmesin her kim ki kıymaz cânına
Cânını cânâna vermektir kemâli âşıkın
Vermeyen cân itirâf etmek gerek noksânına
Canını kıymaya meyletmiş kişi, artık akıldan bahsedebilir mi? Akıl cana kıymayı emredebilir mi? Hayır. Ama aşk emreder işte…
– Akıl, aşk yanında nâdandır diyor Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri…
– Doğrudur ve akıl haindir hatta. O daha kibar söylemiş. Buradan yola çıkılınca, Ravza-i Mutahhara’da O ilâhı aşkın bülbülü olan îki Cihan Serveri’nin aşkından başka bir şey konuşulmaz. O Nutk-u Nebilerle, Naât-ı Nebilerle, “Sakın terk-i edebden” güfteleriyle, edeb içerisinde, hatta “kesret-i muhabbette edeb dahi sâkıt olur” diye bir söz vardır; mümkün olduğu kadar edebe riayet, ederek iki cihan serverine aşkımızı her makamdan ve O’nu terennüm eden güftelerden ortaya koyabiliriz.
– Efendimize vardığınız zaman hangi hâl ile, hangi his ile varıyorsun?
– Hiçbir his söz konusu olmuyor. Tamamıyla bir dağınıklık, bir şaşkınlık, tam anlamıyla bir duvara toslamışlık haliyle ve duygusuyla; bütün sanatsal birikimlerinizden ve donanımlarınızdan âzâde oluyorsunuz. Kendinizi ayıplı, günahkâr, orada bulunmaya hakkı olmayan bir yaratık olarak görüyorsunuz. Sonra yavaş yavaş, günler geçtikçe belki biraz toparlanma duygusu ile, belki Şefaat-i Muhammedi’nin erişmesinden, O’nun merhametinden dolayı bastığınız yeri görür hâle gelebiliyorsunuz. O zaman da Salât ü selâm ile, O’na selâm vermek cüretiyle vakit geçirmeye çalışıyorsunuz. Ondan sonra döndüğünüz zaman, “Ah ben ne yaptım? Yeteri kadar değerlendiremedim” yangını içerisine düşüyorsunuz. Yani güneşe baktığınız zaman nasıl gözünüz kamaşıyor ise, orada da o kadar yakın olmak durumundayken adeta hiçbir şey hissedememek gibi, tamamen dağılmak gibi, güneşe bakmış gözlerin karanlığı seyreder hâli gibi bir hâl alıyorsunuz. Ondan sonra güneş hafif hafif gurûb ettiği zaman, işte ancak o zaman onun ne kadar büyük bir enerji olduğunu hissedebiliyorsunuz. Yakındaki uzaklar, uzaktaki yakınlar esprisi. “Uzakta çok yakın oluyorum” iddiasında bulunmak gibi bir niyet ve düşünce içerisinde değilim. Fakat orada mümkün olduğu kadar edebli olup, o edeb sayesinde O’nun şefaatini, O nun feyzini ve bereketini sonradan hissetmek, benim gibi sıradan insanlar için daha normal oluyor. Ama fevkalâde haller de zuhur edebilir ki, birdenbire karşınıza çıkan bir cemalin getirdiği coşku, bu hıçkırıklarla, bu başka türlü hâl ile zirveye tırmanışlarla da ortaya çıkabilir. Kişiye göre, feyze göre, arınmışlığa göre değişen tezahürlerdir bunlar. Ben kendimi günahkâr olarak hissederek, “Yine de geldim” seninle arınmak niyyetiyle geldim, senin suyunda biraz olsun abdest alabilmek için geldim” mahcubiyetiyle boynumu büküp bir kenarlarda oturuyorum.
– Hacca ilk gittiğinizde, Kabe i Muazzama ile, Ravza-i Mutahhara ile karşılaştığınızda neler oldu? Kişi sevdalı olduğu bir şeyi uzun zaman özlemle hayâl edip. sonra önünde bulunca yaşadığı hâl çok önemlidir diye düşünüyorum. Hayâl nasıldı, hâl nasıl oldu ?
– Doğduğumuzdan beri evimizde o havayı hissederek büyüdük. Rahmetli babacığım bu konulara vâkıf, bu konuların âşığı bir insandı. Hayatımızın daha sonraki dönemlerinde de saygıdeğer büyüklerimiz oldu. Onların dizleri dibinde hep bu aşkı hissettik, hep oraların özlemini dinledik duyduk. Fakat yine de az önce söylediğime döneceğim; O kadar büyük bir yerdesiniz -ki Kays’ın yani Mecnun’un o içindeki “sen kimsin, ya ben kimim?”, hatta Niyazi Mısrî’nin “Benden görüp işiteni bildim ki o cânân imiş”- aydınlıklarını, ayıklıklarını ne düşünecek çağda idim, ne olgunlukta idim. Ben tamamıyla bir sevk-i tabii ile, sadece bir emr-i manevî ile oraya vardım. Fakat çok enteresandır yine o şevki tabii ile kendimi bir baktım ki Ashâb-ı Suffe’de oturur buldum, oranın ne olduğunu bilmeden. Yani bu işin âşıklarının cem olduğu yerde bulmuşum kendimi. Bu bana sonradan keyif verdi, sonradan sardı. Yani her şeyi algılayabilmek tam mânâsıyla mümkün değil. Bir tertib-i ilâhî var, bir takdir-i ilâhî var. Biz o rüzgâr içerisinde bazen savruluruz, kendi irademizin dışında da çok güzel lütuflarla buluşuruz. Benim ilk gidişim tamamıyla bu lütuflar bileşkesinden ibaretti. Sonradan sonradan nerelere gittiğimi hissettikçe buralarda daha çok yanmaya başladım.
– Oralarda her milletten her ırktan insanlar mevcut. Hepsi birer mikro kozmos. küçük âlem, hepsi birer makam ve ses. Tavaf esnasında yüz binlerce değişik ses ve hatta makamın ortaya çıkardığı manzara sizi nasıl etkiledi ? Siz bu ortamda, bu insanlarla musikî diliyle konuştunuz mu hiç?
– Şöyle enteresan bir şey oldu. Tabii orada bulunan kişilerin hepsi ile aşağı yukarı aynı duygulan paylaşıyorsunuz. Benim duygularımı insanoğlu taşıyor. Herkes ağlıyor oralarda. Herkes o andaki coşkusu, cezbesi neyse o şekilde birşeyler mırıldanıyor. Estetik olmak kaygısı taşımayan bir coşku, bir dağınıklık içersinde oluyor insanlar. Hıçkıran bir insanın sesindeki estetik, ancak duygu boyutunda bulunabilir. Müzikal boyutta bulunamaz. Orada hıçkırık sesi hakim. Hangi birinden, hangi makamdan bahsedeceğiz? Orada âh hakim. Orada yakarış hakim. Orada hüngür hüngür ağlayan insanların sesleri hakim. Orada duyguların melodisi var. Eğer o hissiyatın melodisini biraz olsun algılayabilsek yanarız. Orada üst kimlikli melodiler, melodik yapılar değil, çok derunî duygusal melodiler varlığını sürdürüyor. Yalnız bir seferinde Beytullah’taki bir imam efendi, ben hemen hissettim ki Kürdî makamında okuyor. Bir Kürdî nüvesi yakalamış sürekli olarak o Kürdî makamında okuyor. Arap kendisi. Herkese çok ilginç geldi ve oradaki Türkler bana “Türk müziği okuyor farkında mısınız ?” diye ifade ettiler. O çok ilginçti. Kendi motiflerimizden bir melodik yapı bulunca, insanımız hemen onun farkına varıp reaksiyon göstermişti. Bu durumdan çok da keyiflenmiştik.
– Cennetü’l Muallâ’da, Hazreti Hatice validemizin ayak ucunda yatmakta olan, tanıdık bir şahsiyet var. Mûsikîmizin Itrî ile birlikte en önemli şahsiyeti. Dede Efendi. Malûmunuz üzere, kendileri Hacca gitmiş ve orada vefat etmiş, Cennetü’l- Muallâ’da defnedilimişti. Hazreti Hatice validemizin ayak ucuna defnedilmek, büyük bir nasib ve Allah bilir, fânî dünyada yapılmış önemli hizmetlerin mükâfatıdır. Siz buralarda medfun bu nasibli Dede Efendi için neler düşünüyorsunuz?
– Annelik müessesesine büyük sevgim olduğunu açık yüreklilikle söylemeliyim. Sadece kendi annem bağlamında değil, annelik müessesesine. Bazen eşime bile anne derim; çünkü eşim, o müesseseye sahip bir şahsiyet. Cenabı Mevlânâ ; “Allah’ı tanımasam, kadına Hâlık diyesim geliyor’ diyor. Annelik, tarifi mümkün olmayan bambaşka bir şey. Peygamber Efendimize soruyorlar; “Ya Resulallah Anne mi Baba mı?”. “Anne” diyor. Bir daha soruyorlar, “Anne mi Baba mı?”. Yine “Anne” diye cevap veriyor. Bir daha soruyorlar “Anne mi Baba mı?diye. Üçüncüsünde de “Anne” diyor. Israrla bir daha soruyorlar “Anne mi Baba mı?” diye. Bu kez “Baba.” diyor. Yani babadan üç mertebe önce anne geliyor. Anne,anne… anne ki baba olarak evlâtlarımıza sevgimizi gözönüne getirelim . Yapmayacağımız hiçbir şey yok değil mi? Can vermek dahil. Ben bunu böyle hissediyorum, anne ne hissediyor acaba? Anne. Müessese olarak anne. Bir de onu kategorize ederler; büyüklerde ilk müslüman olan Hz. Hatice, erkeklerde Cenab-ı Hz. Ebu Bekr, çocuklarda Hz. Ali diye. Şunu iyi bilmeliyiz ki, İki Cihan Serveri ve Sebebi Hilkat-i alem’ den sonraki ilk müslüman Hz. Hatice’dir. Kategorize etmeyi bırakalım. insandan bahsediyorsak Cenab-ı Hatice’dir. Ve O İki Cihan Serveri Efendimizin risaletini kendisine hatırlattıkları zaman, -ki çok ince bir yerdir burası-; peygamberliği verdikleri zaman değil hatırlattıkları zaman O “Hz. Adem su ile çamur arasındayken ben Nebî idim” diyor. Birtakım ilahiyatçı profesörlerimiz de çıkıp diyorlar ki, “kime Nebî imiş, kim vardı ki kime nebî imiş?”. Çok açıktır ki, İlmullah’ta, Cenâb-ı Hakk’ın ilminde Nebî idi, Murâd-ı Îlâhî’de Nebî idi. Aşkullah’ta Nebî idi. Senin aşktan haberin yoksa ben ne yapayım sayın profesör? Sen nasipsizsen ben ne yapayım sayın profesör? O’ndan sonra risâleti, nübüvveti, nebîliği kendisine bildirilirken Cenâb-ı İki Cihan Serveri’nin yanında öyle bir abide ki Hz. Hatice. Allahuekber. Kitaplar yazamaz, lisan kâfi değil. Böyle bir âşık. böyle bir güzel, böylesine ricalden bir kadın. Efendimiz melek gördüğü zaman dehşete kapılıyor ve “Acaba bana bir haller mi oluyor Ya Hatice?” diye endişeleniyor. Hz. Hatice validemiz de O’na, “Buraya geldiğinde, sana göründüğünde “şimdi burada” diye bana haber ver” diyor Efendimize. Bir keresinde “Evet Hatice, o şimdi burada” diyor. “Ben Onun Rahmanî mi, şeytanî mi olduğunu şimdi anlarım” diyor. Validemiz eteğinin ucunu hafifçe kaldırıyor ve melek kayboluyor. Efendimiz “Ne oldu yâ Hatice ?” diye merak buyurup soruyor. Hazreti Hatice validemiz de ona şu karşılığı verip. Efendimizin yüreğini rahatlatıyor: “Müjdeler olsun, Varaka bin Nevfel’in sözünü etliği âhir zaman peygamberi sensin yâ Muhammed. Sana gelen de Namus-u Ekber’dir, Cebrail’dir”. Hatice-i Kübra’dan bahsediyoruz. Böyle bir Hatice. Kendisi her metre başına bir kişiyi dikerek Mekke- i Mükerreme’deki evinden Efendimizin Hira Dağındaki mağarasına kadar hizmetkârları görevlendirerek elden ele ona yemek gönderme imkânına sahip varlıklı bir insan olduğu halde, bütün o yolu kendi güzel ayaklarıyla gidip sevgilisine ve Allah’ın sevgilisine yemek getiren Hz. Hatice’den bahsediyorum. Haticetü’l-Kübra, yani “Büyük Hatice”. Bütün diyarı Hicaz’ın âşık olup peşinden koştuğu, her dem daha güzelleşen ve her dem daha tazeleşen ve halkın arasında güzellik suyunu bulmuş Hatice diye dedikoduyu mucib olan Cenabu Hatice’den bahsediyoruz. Hazreti Hatice validemiz kendisi anlatıyor; daha Efendimiz 15 yaşında bir delikanlı iken meşhur Mekke panayırı içerisinde kalabalık arasında sıkışıp kalıp boğulma tehlikesi geçirirken, “genç ve güzel bir delikanlı elini uzattı ve tereyağından kıl çeker gibi beni o kalabalığın içersinden çekip çıkardı, sonra etrafıma baktım, onu aradım ama göremedim” diyor. O genç ve güzel delikanlı, Cenab-ı Resulullah Efendimiz. O da genç bir kadın. Efendimizin kendisi daha onbeş yaşında bir delikanlı. Bu Hatice’den bahsediyorum. İşte bu Hazreti Hatice validemizin ayakları dibinde değil Hammamîzâde Dede Efendi, alelâde bir taş dahi yatsa şerefyâb olur, ehl-i cennet olur.
– Ne büyük bir nasib. Bu nasibin sebebi ne olabilir?
– Mûsikîye bunca hizmet. Dede Efendi’nin aşkına sanatı vesile etmesi. Sanat, adamı aşkı getirmez. Aşkı adama sanatı buldurur. Sanat vasıtadır, aşk mâyedir ve sermâyedir. Sanat bu mâye ve sermâye doğrultusunda ortaya konulan bir araçtır. Azîzdir, şeriftir, amma araçtır. Lâzım olan ve kastedilen aşktır. Tabii ki ilâhî aşktır, Rahmânî olan aşktır. Ben sizi severim, aşkla severim, ama Rahman’ın tecellîsini severim. Neticede oraya gitmesi lâzım. Dede Efendi bunu bütün eserleriyle isbat etmiş bir âşık kişidir. Yüreği yanık, evlât acısı görmüş bir babadır. Onca âyini şerif, onca muhabbet boşa mıdır?
– Son eseri de malûm.. Aşkla yazılmış. Ve Hac da yazılmış.
– Evet, “Yürük değirmenler gibi dönerler” adlı ilâhîsi Dede’nin son ilâhisi ve söylediğiniz gibi Hac’da yazılmış, yanında bulunan, kendisiyle birlikte Hacca gelen talebelerine meşketmiş.
– Haccın ve tavafın müzisyene ilhamı ne olabilir? diye sorarak bitireyim müsaade ederseniz.
– Şu bir gerçek ki, müzisyenlik orada tâlî bir konudur. Tâlî bir meseledir müzisyenlik. İnsana, Hz. İnsan’a, Yâsîn’e yani… oradaki insandan kasıt yine Sebeb-i Hilkat-i Alem Efendimiz, ama onun türevi olan bizler. İlk insan ve ilk peygamber Hz. Adem, Cenâb-ı Adem diye bahsedilir. Cenâb-ı Adem kimin suretinde yaratılmıştır? Cenâb-ı Hak ; “Ben Adem’i kendi suretimde halkettim” buyuruyor. Peki o suret taayyünü ilk kimedir? Cenâb-ı Fahr-i Kâinat Efendimizedir. Onun için insandan da, ruhtan da kasıt Efendimizdir. Netice itibariyle haccın ve tavafın ve bütün menasıki haccın, insana olan bir ilhamı vardır. Bu insanlar içerisinde müzisyen olan vardır, olmayan vardır. Ressam olan vardır, olmayan vardır. Edebiyattan anlayan vardır, anlamayan vardır. Bunların tâlî kabiliyetlerine, herkesin kendine göre bir mesajı vardır hac ve tavâfın. Tabi olarak müzik insanının da oradaki ahenk, oradaki renk cümbüşünden, oradaki meşrep ve mezhep cümbüşünden kaynaklanan birçok ilhamları olması doğaldır, mümkündür. “Orada otururken ilham geldi de yaptım” denilen birçok ilâhî vardır. Amir Ateş üstadımız, Hz. Nâbî’nin “Sakın terk-i edebden kûy-i mahbubu budadır bu” diye başlayan nutk-u şerifini Medîne-i Münevvere’de bestelediğini bana anlatmıştır. Böyle zuhûrât alan arkadaşlarım olmuştur. Neler olmuştur, ne güzel şeyler olmuştur. Yani nice hikmetleri, nice ilhamları vardır o mübarek beldenin. Orada özel bir müzisvenlik kimliğini değil, insanın kimliğini öne çıkartıp her insana kendine göre bir ilham veren, kâinatın en büyük ritüeli cereyan eder. En büyük serbest koreografisi.
– Çok teşekkür ederim, efendim…
NOT: Bu röportaj Emanname dergisinin Ocak 2003 sayısında yayınlanmıştır.