Ey Garip Bülbül


Ey garip bülbül diyârın kandedir
Bir haber ver gülizârın kandedir
Sen bu ilde kimseye yâr olmadın
Var senin elbette yârin kandedir

Bu satırlar okunurken elimdeki çay tepsisiyle zaten odaya girmiş bulunmaktaydım. Edebiyat hocam anlaşılan bugün koyu bir sohbet açmaya hazırdı. Ben odaya dâhil olunca kitaptan bakışlarını alarak gözlüklerinin üzerinden bana öylece nazar etti. Ben de hafifçe başımla işaret vererek bigâne olmadığımı gösterdim. Sohbeti bölmüş gibi olmaktan çekinmedim de değil aslında. Lâkin mecburdum, çay servisi bana düşmüştü. Satırları okuyan hocama hafif yaklaşır gibi yaparak ilk çayı meclisin en büyüğü olan muhterem dedemin önündeki sehpaya bıraktım.

Ellerini göğsünün biraz altında, karın hizasına doğru sanki oturarak namaz kılarmış gibi bağlamış, o nur veçhesiyle kalbinin üzerine doğru eğilmiş gibi bir vaziyet almıştı. Onu tanımayan birisi dışarıdan baktığında kendisini bu meclisle hiç alâkası olmayan, köşesinde şekerleme yapan biri zannedebilirdi. Bıraktığım çaya hafif göz ucuyla baktı. Başını öne eğdi, onu gördüğümü ve takip ettiğimi yakînen bildiğini hissettirerek tebessüm etti. O an fark ettim ki, bu meclislerde dedemin ses tonunun rengini hatırlayan yok gibidir. En son konuşmasına, ve ne hikmetse en dikkat çekici ve en müşkül çözücü fikirleri serdetmesine, sohbetler yapıp sohbetlerin akışını tamamen değiştirmesine rağmen dedem çok az bilinir ve tanınırdı. Bu birkaç saniye içerisinde zihnimde bunlar düşünülüp ölçülüp tartılmış ve hatta sırlanmıştı. Asker arkadaşı olan Molla Efendi dedemin hemen yanında oturuyordu. Diğer çayı ona verdim. Elindeki otuzüçlük tesbih, çayı uzatmamla beraber hızlı bir hamle ile bileğine aktarıldı ve içeriden gelen bir sesle; “Eyvallah, teşekkür ederiz” diyerek âdeta çaya hasret bir edâ ile daha sehpaya koyamadan bardağı elimden alıverdi. Ben, edebiyat hocamın önüne çayı bırakmak için döndüğümde Molla Efendi çayı hüpletiyordu bile. Edebiyat hocam Zeki Bey teşekkür ederek uzatılan çayı aldı. Sonra dizine bıraktığı açık duran Mısrî Dîvânı’nı tekrar sağ eline alıp fakire uzattı. “Evladım, otur da sen oku, bugün nasibimize bu nutuk düştü.” dedi. Molla Efendinin her zamanki sataşmalarından birini eşikte bekletiyor olduğu besbelli idi ki hemen hocama; “Mübarek, bir şiir şerh edeceksin, illâ merasim istiyorsun. İbareyi çırağına okutturup kendin de illâ hoca edâsı göstereceksin.” dedi. Gülüştüler. Tabiî bendeniz üzerimden yapılan bu espriye içimden gülmek istesem de pek renk vermeden durumu idare etmek zorunda kaldım.

“Hadi ya Hû! Tamam bu mühim bir nutuk, hazır siz burada iken, dede efendi hazretleri de istirahate çekilmeden bir sebeplenelim, feyizlenelim dedik işte. Sen onlara bakma evlâdım. Hadi şöyle veznine uygun okuyuver.” dedi sonra da. Molla Efendi hiç geri adım atmadan bilmiyormuş gibi hocama; “Fesübhânallah, vezni ne ola ki? Lûtfetseniz de öğrensek.” diye sordu. Hocam; “Fâilâtun fâilâtun fâilun, tamam mı, muradın oldu mu? Ya Hû mübarek, böyle bizimle eğleneceksen hiç ağzımı açmayayım. Zaten şu âlemde laflayacak kimsemiz de kalmadı. Şu halimize baksana, bir avuç bile denmez. Latife bir yana, hem vallahi hem billahi şu nutukları, şu evliyaullah sohbetini, bu güzel edebî metinleri okuyup mütalaa edeceğimiz, hem-meclis olabileceğimiz insan kalmadı. Çocuğuna okursun anlamaz, gencine okursun istihza eder. Dedem gücenmesin ama ihtiyarına okuyorsun, onlar zaten her şeye ağlıyor. Ee akranlarımızın derdi başından aşkın. Senin anlayacağın Molla, cevr ü cefa etsen bile sana muhtacız. Hadi niyaz edelim. Üç îhlas, bir Fatiha okuyalım, Efendimiz (s.a.v) başta olmak üzere cümle âshâbın, cümle evliyaullahın ve bu nutkun sahibi Hazret-i Muhammed Niyâzî Mısrî Efendimiz’in ve göçmüş büyüklerimizin ruhuna gönderelim. Dedem de bize bir nazar etsin, okuyalım, sohbet edelim. Bakalım ne zuhûr edecek.” diye buyurdu. Dedem yarım kalmış bir mevzuu tamam etmek ister gibi söze girdi: “Şiirin vezninden, kelimelerin şerhinden o kadar bahsettiniz amma Hz, Pîr’in isti’mâl ettiği (kullandığı) veznin kalıbındaki özelliği zikretmediniz. Fâilâtün fâilâtun fâilün kalıbını boşuna kullanmamış Hazret-i Pir. Bu nutkunda bilhassa bu kalıbı kullanarak “Lâ fâile illallah” makamını müşâhede ile kendi fiilinin bile kendisine yabancı, daha doğrusu kendisine ait olmadığını ilân eylemiştir. Kendi fiillerini o derece görmemiş, her fiilinde sadece Cenâb-ı Hakk’ı görmüş ki kendisini o menzile çıkartan bülbüle, gönle, ruha bile yabancı olmuş artık. Çünkü tek fâil-i muhtar Allah’tır. Hazret-i Pîr Allah’ın ef’alinde öyle bir ifna olmuştur ki bunu işaret için fâilâtün fâilâtün fâilun veznini kullanmıştır.

Bu sözün akabinde, tam fakirin seyredebileceği sahne olan o beklediğim güzellik gelmek üzereydi. Molla Efendi’nin en sevdiğim tarafı baştan gayr-ı ciddî gibi görünüp en önce bir yoklaması sonra işe ehemmiyet verildiği âşikâr olunca yüzünün şeklinin ve halinin anında değişmesiydi. Biraz evvel arkadaşına latife yapan Molla hemen derlenip toparlandı, parmaklarıyla İhlas ve Fatihanın adedini ta’dad ederken her besmele çekişinde yüzünün rengi farklı bir hal alıverdi.

Zeki Hocam bir yandan hem okuyor, hem mimikleriyle ve bakışlarıyla benim nereye oturacağımı ve kendisinin işaretiyle ne zaman okumaya başlayacağımı söylüyor, bir yandan da üç İhlas bir Fatihasını okurken dudaklarım kıpırdatıyordu. Göz ucuyla dedeme baktım. Her zamanki gibi okuyor mu okumuyor mu anlamadım ama bizi dinlediği besbelliydi. Önündeki çay bardağından hatırı sayılır bir yudum alındığını fark edince bunu hangi aralık yaptı, ne zaman içti diye düşünmekten kendimi alamadım. Dedem sırdır vesselam. Neyse, eller yüze sürüldü, hocam işaret etti ve okumaya başladım.

Ey garip bülbül diyârın kandedir
Bir haber ver gülizârın kandedir
Sen bu ilde kimseye yâr olmadın
Var senin elbet yârin kandedir

Başımı kaldırmamla hocamın “Tamam burada dur.” ikazı saniyesi saniyesine tutmuştu. Evet, Zeki Hocam bugün çok neşeliydi ve şiirin şerhine de çok niyetliydi. Söze başladı: “Efendim, müsaadenizle en az bilen olarak, cahil cesurdur fehvasınca fakır söz hakkını alayım. Malûm, edebiyatımızda bülbül hep ruha remiz olmuştur. Bazen kalp olarak da telâkki etmek icâb eder. Bülbül güle âşıktır. Gülden murâd Efendimiz (s.a.v) yahut Cemâlullah’ın tam tecellileridir. “Kande” kelimesi de malûm “nerede” mânâsına gelen eski devir Türkçesine ait bir kelimedir.”

Bu sözleri sarfederken hocam başını odada başkaları varmış gibi çeviriyor fakat ne muhterem dedeme ne de Molla Efendiye birebir nazar ediyordu. Cümlesini tamamlarken bakışlarını bende topluyor ve bana anlatıyormuş edasıyla konuşuyordu. Tabî fakir de hocamı muhabbetle dinliyor ve onun tâlim gayretini ihtiyaç duyan bakışlarla karşılamaya çalışıyordum. Hocam şöyle devam etti: “Ey garip bülbül” ifadesiyle asıl vatanından uzaklaşmış, gurbet ellere düşmüş, gurbette ve hasrette olduğu her halinden belli olan ruha bir sual var. Sen burada mutmain olamıyor, bu diyarda gönlünce zevk, safâ süremiyor ve hep muzdarip bir vaziyette bulunuyorsun. Peki, sen aslen nerelisin, senin vatanın neresidir? Sen hangi gülistanın bülbülüsün ki, bize haber versen biz de senin o yurdundan haberdâr olsak. Gurbetteki insana dertleşmek iyi gelir, sen de bizimle dertleşip vatanından bahsetsen hasretin birazcık olsun hafiflemez mi? Bir başka tâbirle, sen çok nadide bir bülbülsün ama biz senin kendine Bu sözün akabinde, tam fakirin seyredebileceği sahne olan mahsus şakımanı işitemedik. Belli ki gülü bulamadığın ve gülistanında olamadığın için böyle sus pus olmuşsun. Haber ver, gülistanın nerede? Belki bunu konuşmak, bunu bize anlatmak seni ferahlatır da o demleri yâd ederek güzel güzel şakır, o güzel ötüşünden bizleri nasibdâr edersin. bilir, belki senin vatanına bizler de yol buluruz, biz de seninle geliriz. Sen buralarda hiç kimseye yâr, yoldaş olmadık Seni bilenler, fark edenler oldu ama ya burası senin vatan olmadığından veyahut onlar sana vefâ gösteremediğinden arkadaşlık yapamadılar, yoldaş olamadılar. Sen bu arkadaşlıkta yüksek ve nitelikli vasıflar aradığına göre o halde senıfl yârin ve sevgilin var. Senin yâr ve yoldaşın olmasa dost ve yoldaşlık ahkâmını ve ahlâkını nereden bilebilirdin? Hiç şüphesiz senin sevgilin var ama nerededir?”

Hocam bu sözleri söylerken kendinden geçiyordu. Hele benim gözümde bu izahtan sonra âdeta fotoğraf gibi sahneler canlanmıştı. Kendimce bülbülün yüzünü insan yüzünün mahzunluğuyla birleştirip hayal meyal suretler görüyordum. Tepki bile vermekten âcizdim. Hiç aklıma gelmeyen izahlardı bunlar.

Böylece dalıp giderken Molla Efendi elindeki tesbihi yine kıvrak bir hareketle bileğine doğru attı ve öne doğru eğilirken derin bir nefes aldı. Belli ki ilavesi olacaktı. “Evet hocam, hakikaten bu kelimelerin birbiri peşi sıra gelişinde böyle bir hissiyata kapılmak mümkün ama doğrusu şu bir kaç şeyi de ilave etmek lazım gibi geliyor bana. Burada bülbül hem ruha, hem kalbe işaret etmektedir. Bülbül kelimesi ruha ama kandedir kelimesi de kalbe işaret etmektedir. Çünkü müellif kande kelimesiyle cinas yapmış, damarda akan kana da işaret etmiştir. Bu aynı zamanda bir tenasüp sanatıdır. Bülbül, gülizâr, haber vermek ve kan. Zira bülbül güle kavuştuğunda kan rengini alır. Gülün dibindeki dikenler göğsüne batınca kan revân içinde kalır. Bu motiflerle alâkalı kelimeler kullandığı için harika bir tenasüp sanatı vardır. Bendeniz ilk mısrayı üç mânâda alabiliyorum. Birincisi; “Ey gurbette olan bülbül! Senin garip olduğun âşikâr. Bülbül olduğun besbelli fakat bülbül ötüşünü duymuyoruz. O halde senin diyarın nerededir?’ İkinci mânâ; ‘Ey garip bülbül! Sen bülbülsün amma vücud diyârında, göğüs kafesinde saklanmış ve pır pır sesi duyulduğu halde esas feryadı duyulmayan kan içinde kalmış bir kalpsin. Ama belli ki bundan ibaret değilsin. Bu sine içerisinde çırpınışın hangi diyâra varmak içindir? Garip bülbül yani ey garip kalp, senin diyârın kan içinde olmuştur.’ Üçüncü mânâ ise; ‘Ey böyle serbest serbest dolaşıp gülistânından uzak kalmış bülbül! Senin yerin burası değildir ki. Senin şu zamana kadar çoktan gülün dibine erişip, o müştak olduğun sevgiliye ulaşıp kan revân içinde kalman lâzımdı. Canını verip orada esas yârinin vuslatında hâmuş olman lâzımdı. Sen o güzelden bu güzele, o diyârdan bu diyâra hep varlığını göstermektesin. Halbuki yerin burası değildir. Senin yerin kesretten kurtuluşuna ve vahdete erişine işaret olan kande’dir. Bu kanı akıtmadan, canı canâna teslim etmeden ne vakte kadar dolaşacaksın? Fakîr böyle anladım.”

Ben kitabı elimden düşürecek haldeydim. Ağzım açık kalmış öylece Molla Efendiye bakıyordum. Zeki Hocama bu Molla Efendi ne diyor dercesine hayret dolu çehremle baktım. Baktım ama hocamın durumu benden beterdi. Mübarek zât dedem gibi olmuş, başını öne eğmiş, gözlerinden yaşlar süzülmekteydi. O halde hiç başını kaldırmadan yan tarafa Molla Efendiye uzandı, âdetâ bırakmak istemez gibi bir kaç saniye elini sıktı. Sonra da birkaç kere eski arkadaşının ayağına “Ha yaşa!” der gibi vurdu. Sonra da başını çevirerek; “Ya mübarek kardeşim, latîfe falan ediyordun amma sen de gördün ya bu nutuk ateş gibi bir şey ya Hû, düştüğü yeri yakıyor. Zât-ı âlinizin anlatımından şu anda bendenizde onlarca mesele çıktı. Bu gece bize uyku yok, Allah razı olsun.” buyurdu. Molla Efendi; “Estağfirullah, cümlemizden. Âmim, âmin, âmin. Hele evladım, oku oğlum şu ikinci kıtayı Hadi yavrum.” dedi.

Oku demesi kolay. Bendeniz serseme dönmüştüm. Fakat çare yok, satırları dikkatlice okumaya başladım ve içimden kim bilir bu nutukta daha nice güzellikler açılacak diye heyecan duymaktaydım.

Arttı günden güne feryadın senin
Ah ü efgan oldu mutadın senin
Aşk içinde kimdir üstadın senin
Bu senin sabr ü kararın kandedir

Okumaya ara verecektim ki hocam başıyla devam et manasına gelen bir hareket yapınca diğer kıt’ayı da okudum.

Bir enisin yok acep hasrettesin
Rahatı terkeyledin mihnettesin
Gece gündüz bilmeyip hayrettesin
Ya senin leyl ü neharın kandedir

Hocam, kâfi mânâsına yine elini kaldırdı ve söze başladı: “Aynı usûlde devam edelim isterseniz. Fakîr cehaletimi ortaya dökeyim” Molla Efendiyi işaret ederek; “Zât-ı âliniz de döktüklerimizi toparlayıp tesbih tanesi gibi tekmil edin inşâallah.” diye ekledi. Molla Efendi parmaklarıyla sakalını düzelttikten sonra avucunun içersinde tutup; “Estağfirullah, buyurun hocam.” diyerek mukabelede bulundu.

Zeki Hocam kaşlarını kaldırarak; “Günler uzadıkça yâre olan iştiyak artmakta ve firkatte iken tabiatıyla ses yükselmekte, bu ayrılık âh ve efgânı ziyadeleştirmektedir. Çünkü vuslatta ses yoktur. Vuslata giderkenki çırpınışlarla vuslattan sonraki çırpmışlar farklıdır. Yârinin vuslatını hiç yaşamayan sevgiliyle, hiç hem-dem olmamış kişinin yâr peşinde koşuşu ayrıdır. Sevgilisiyle hem-dem olduktan sonra ondan ayrı kalanın o izi sürmesi, o demi yâd etmesi çok ayrıdır. Bülbül gül için yaratılmıştır. Gülü gören bülbülle, gülü görmeyen bülbül arasındaki ötüş erbabınca fark edilir. Herhangi bir nimet için bile düşünsek biliriz ki nimete eriştikten sonra mahrum kalanın feryadı o nimeti hiç tatmamış kişinin söylenmesiyle ve mızmızlığıyla kıyas kabul etmez. Ey bülbül, sana böyle âşık olmayı kim öğretti? Sana bu aşkı öğreten sende bulunması gereken sabrı ve bu tâlimin neticesindeki kemâl mertebesini sana göstermedi mi? Hani nerede sabrın ve nerede kararın? Sen hiçbir kimse ile ünsiyet edemiyor ve bu muhabbetin yerine başka bir yâr muhabbeti koyamıyorsun. Müştak olduğun sevgili gibi bir yâr olmadığı için şaşılacak bir hasret çekiyor ve rahat edebileceğin başka başka güzellikler, türlü türlü lezzetler varken mihnet içerisinde yaşıyorsun. Geceyi gündüzü fark edemeyecek derecede hayrete düşmüş, âdetâ ne yaptığını bilmez, hesap kitap yapamaz haldesin. Peki, sen ne zaman dinlenir, ne zaman çalışır, ne zaman uyur, ne zaman yaşarsın? Senin istirahatin hiç yok mu? Senin rahat edeceğin bir yerin hiç mi kalmadı? Acaba bizim bilmediğimiz bir gece gündüzün var da bizler mi habersiziz? Sen bu daimî hareketi ve daimî hayreti nasıl yaşıyor, buna nasıl tâkat getiriyor, buna nasıl hâlâ güç bulabiliyorsun? Aslında sen bizimle görünüyorsun amma senin gece ve gündüzün, senin âlemin nerededir?”

Söz uzamıştı herhalde ki Molla Efendi oturuşunu hiç değiştirmeden ve hemen hocamın nefes aldığı, durakladığı anda söz aldı: “Âlâ âlâ, lâkin mollalık yine bize düşüyor. Malûm, biz illâ bir eksik, gedik buluruz. İnsan ve insan ruhu yaradılışta zaten en sondur. Kulluğunu idrak etmesi için bu âleme gelir. Kendisinde bi’l-kuvve mevcut olan güzellikleri bu şuhûd sahnesinde müşâhede eder. Müşâhede ettikçe özlemi ve iştiyakı artar. Günlerin geçmesi ve insanın günlerinin aslını bularak iştiyakının artması, en son yaratılarak aslına en uzak noktada kalmış bulunan insanı âh u figân ettirir. Artık onun için gün âh u efgân etmek için vardır bir ııev’î. Şimdi bir mânâsı bu. Diğer mânâsı; sen bu âleme ubûdiyet, taat ve niyâz için geldin. Bunların hepsi yârine vâsıl olmak için tamamlanması gereken adımlar yahut ömür kâsesinin doluşu için lâzım olan damlalar gibiydi. îşte ey gönül yahut insanın Cemâle müştak olan ruhu, senin durumun budur, mânâsına geliyor. Bir başka mânâsı da; gurbette olduğunu fark edemeyen ama aslında Cemâl’e alışık olan ruha sesleniştir. O açıdan bakarsak; ey ruh ve ey gönül, senin ömür diye yaşadığın gün artışı ve günlerin birbirine eklenmesi aslında senin bir nevî feryadındır. Duymaz mısın sen bu mihnet diyârında hep âh u efgân etmektesin ama bu âlemde iş yaparım sanırsın. Tüm yaptığın işler âh vâh etmektir. Bu aşkı tahsil etmen gereken dünya dershânesinde senin üstâdın kim olmuştur? Sen bu dersi kimden okudun ki idrak edememişsin? Bu senin sabr u kararın kandedir? Yani bu mihnetleri, bu acılıkları bal etmeyi, ne zaman karar kılacağını öğrenemedin mi? Nerededir hiç bunu araştırmaz mısın? Bir başka veçheden; bu aşkı meşk etmek istersen bunu hariçte arama. Bu senin özündeki kanda, içinde mevcuttur. Sen bu nâkıslığınla kemâle ereceksin. Kendindeki kemâli ve cevheri ortaya çıkartacaksın. Çünkü müellif burada; ‘Aşk içinde kimdir üstâdın senin?’ diyerek aşk içinde diye ikaz edip sabr u kararın da yine içimizde olduğuna dikkat çekmektedir. İçindeki aşk hocası senin derûnundaki gevheri ve kemâli ortaya çıkartacaktır, bunu bilmez misin, mânâsına da gelebilir.” Zekî Hocam pes dercesine ellerini havaya kaldırdı. “Yani hocam, teslim! Ama şuna söyleyeyim ki ikimiz beraberken böyle konuşmuyorsun. Ya bu çocuk öğrensin diye böyle sayıp döküyorsun ya da dede efendinin yanında coşuyorsun. Bunun sırrını çözemedik.” “İlâhî hoca, illa bir kulp takacaksın bize. Konuşmasak sitem ediyorsun, konuşsak da bir türlü yaranamıyoruz. Sanki zât-ı âliniz her zaman böyle konuşuyor, sizin de durumunuz aynı.,..”

Bendeniz meclisin havasının değiştiğini fark edince hemen boş bardakları aldım, çayları tazelemek için içeriye geçtim. Meyve tabağıyla börek hazırlamışlar, tik önce onları daha sonra da çayları ikram için hizmet ettim. Bu arada kitap el değiştirmiş, Molla Efendi ile Zeki Hocam kafa kafaya vermişler, aralarında bir şey konuşuyorlardı. Fakîr odaya girince hocam kitabı aynen açık vaziyette uzattı; “Haydi haydi» bu bir celsede olmayacak, inşâallah tekrar konuşuruz. Şu son kıtayı oku da dede efendi hazretleri istirahate çekilmeden mevzuu sırlayalım.” dedi. Fakîr dedeme baktım, sağ avucunun içiyle başının üstünü ve alnını kavramış, diğer elini de başına koyduğu koluna destek yapmış vaziyette duruyordu. Yüzünde yorgunluk emâresi yoktu, bilâkis çok dinç ve düşünceli görünüyordu. Sanki birazdan hiç susmamacasına konuşacak gibi bir hisse kapıldım. Bu düşüncelerim Zeki Hocanım; “Hadi okusana evlâdım.” demesiyle dağıldı.

Gökte uçarken seni indirdiler
Çar unsur bendlerine urdular
Nur iken adın Niyazi verdiler
Şol ezel ki itibaren kandedir 

“Hele bir daha oku” Okudum. Gerçekten de ilk okuyuşumda dalmıştım, ikincisini daha bir dikkatli okudum. Zeki Hocam; “Ya Hû mübarek kardeşim, zaten şu son kıta hem hâdiseyi özetliyor hem de adama ciltlerle kitap okutturuyor. Gökte uçarken seni indirdiler; sen ruhlar âleminde idin, ruhların cem olduğu mekânda serbestçe dolaşmaktaydın. Seni ruh haline getiren kudret ansızın seni yere indirdi. Yere inerken de dört unsur bağlarıyla bağladı. Toprak, su, hava, ateş unsurlarıyla seni hapsettiler. Sen nurdun, ete kemiğe büründüğünde Niyâzî ismini koyarak seni kayd altına almışlar. Ama sen bundan ibaret değilsin. Ezeldeki itibarın nerededir? İşte azîzim, kişinin hâlet-i rûhiyesini, kâinata gelişini ve gidişini hâsılı insan olmayı dört satırda özetlemiş. Çok şeyler anlatacaktım ama mübarek kardeşim sen nutlun başında öyle tâbirler ve şerhler yaptın ki bendeniz hala oraya takıldım kaldım. Çözdüm zannettiğim kısımlara bir dahi bakıp sonra gelip zât-i âlinizle bu nutku mütalaa etmek isterim. Binâenaleyh fakîri daha fazla konuşturma da sen izah buyur. Buyurun meydan sizin”

Molla Efendi kaşlarını kaldırarak hem bilmiş bir edâ ile hem de mahcubiyetle söze başladı: “Bu son kıtada ruhun kendi haline bırakıldığı takdirde hep geldiği yere gitmek arzusunda olduğuna işaret vardır. Çünkü çâr unsur yani dört unsur kalıplarına koydular demiyor, bendlerine hapsettiler, bağladılar, diyor. Neyi bağlarlar? Tabiî ki kaçanı. Demek ki ruh eğer vatan-ı aslîsine gitmek istemiyorsa kendisine bağlarla ya ülfet etmiş demektir ya da ruh nefsin kesâfeti altında sesi sedası çıkmayacak derekede gömülmüş demektir. Malûm, rulı ve imân cevherini örten kişiye kâfir derler. Ceııâb-ı Hakk üzerimize bir kara toprak serpmiştir amma bu, topraktan hasat elde etmek içindir. Yoksa köstebek gibi altında yaşamak için değildir. Ayrıca seni indirdiler sözünden de anlaşılıyor ki; ruhu kendi haline bıraksalar hiç inmeyecek ve yine ruh bu dört unsurdan birazcık sıyrılabilecek olsa hiç ele geçmeyecek ve hemen ilk menziline uçacak. Lâkin üçüncü mısrada Hz. Pîr, hem sözüyle hem de ismiyle Cenâb-ı Hakk’ı hamd ediyor. Zira ‘Nur iken adın Niyâzî kodular.’ buyuruyor. Şöylece mânâ verebiliriz: Sen ruhlar âleminden, hiç sorulmadan, dünya denilen sahneye gelmek ister misin diye fikrin alınmadan indirildin. Ve seni tutan bendlere vuruldun. Bendler sana vuruldu ama şükür ki sen bendlere vurulmadın. Onun vurgununu yemedin, kesâfette kalmadın. Cenâb-ı Hakk sana lütfetti, sen nurdan müştak olduğundan sana merhamet etti, adını Niyâzî koydular. Yani daima Hakk’ın ‘Bana dön!’ hitâbına mazhar olmak için o eşikte niyaz vaziyetinde bekledin. Cenâb-ı Hakk sana bu imânı ve aslî vatanını özleme niyetini ikram eyledi. Kullar arasında niyâz eden kimseler rolünü Allah sana biçti ve senin ihtiyarın ve tercihin’ olrîıadan sana lütfetti. Şimdi sen böyle bir nimete ermiş iken kaybolup giden bu nimetlerden biri için niyâz eder misin? Tabiî ki etmezsin. Senin niyâzın ezelde itibar ettiğin Hakk’ın cemâlinden başka bir şey değildir. Yine kande kelimesiyle başlarsak; sen ezelde sana gösterilen itibarı bu hayatta yani bu kanla canla bulacak, bu hicâbın altında kendi özünde keşfedeceksin. Onun için artık dışarıda arama, kendinde bul, zira sen ezelden bu vuslat için yaratılmışsın… Fakir bu kadar anladım.” diyerek Molla, bileğindeki teşbihi yine sağ eline çıkarttı, hızlı bir şekilde çekmeye başladı.

Zeki Hocam; “Molla Efendi, Allah Teâlâ mübarek eylesin, daha ne olacak! Hazret-i Mısrî gibi söyleyecek, anlayacak halimiz yok yal Bizden bu kadar.” diyerek Molla Efendiyi takdir etti. İkisini de çocuksu bir neşe kaplamıştı. Sanki omuzlarından bir yük inmiş gibi rahatlamışlardı. Doğrusu ben de biraz gerilmiştim. Konuşmanın bu şekilde tatlıya bağlanması, pek izah anlamasam da fakirin de hoşuna gitmişti. Tekrar boş bardakları ve etrafı toparlayarak odadan dışarı çıktım. Herhalde birazdan kalkarlar diye bir istekleri olup olmadığını sormak, lokumla hurma kâsesini de içeri götürmek için odaya doğru yaklaştım. Fakat içeriden hiç ses çıkmıyordu. O an donakaldım. Çünkü Molla Efendi dedeme doğru eğilmiş, Zeki Hocam da oturduğu yerden kalkmış dedemin dizi dibine, hemen sedirin yanına ilişmiş, üçü kafa kafaya vermişti. Dedem başını .sallayarak şahin bakışlı gözleriyle onlara âdetâ bir telkin yapıyordu. İçeri girdiğim anda bu esrarengiz havanın dağılacağı muhakkaktı. Dedem kapıda ayakta durmuş vaziyetteki halimi fark etti ve bakışlarıyla konuşulanları dinlememe müsaade ettiğini anlatıverdi. Sözsüz ve sessiz olarak.

Şöyle diyordu: “Efendiler, “Ey garip bülbül” derken malûm tecrit sanatı yapılıyor, şairin kendisine; “Ey Niyâzî, ey Mısrî” demesi tecrit sanatıdır. Ama bu büyük velînin kendi ruhuna ve gönlüne; “Ey garip bülbül” demesi acayibâttandır. Ruhen ne kadar derinlere indiğini ve nice yüksek makamlara eriştiğini Hazret-i Niyâzî Mısrî bir çırpıda anlatıvermiştir. Yani ey vatan-ı aslîsine müştak olan bülbül, ey ruhum, ey gönlüm, ben seni bulduğumda vatanımı da bulacağımı zannediyordum amma sen o vatan olarak bildiğimizden öte bir varlıksın. Sana eriştikçe yakınlığım artacak zannediyordum amma meğer sen hayallerin, varlık âlemlerinin ötesinde bir varlığa müştak imişsin. Ben gönlümün sırrına öyle bir erdim, öyle bir cevherle hemhal oldum ki eriştiğim menzile en yakın zannedilen gönül bile uzak kaldı. Yâr olarak gece gündüz hasretle yandığım yâr bile bana ağyar durumuna düştü. Böyle iken aşk içinde sen nasıl bir üstâd buldun ki hâlâ sabr u karar peşindesin? Böyle bir cemâle erişen, böyle bir yâre kavuşan artık sabır ve karar gösterebilir mi?

Gökte uçarken seni yere indirdiler. Sen ezelde zaten Ona âşık olarak yaşamışsın. Onun aşkıyla dopdolu olduğun vakit daha ruh bile yaratılmamıştı. Şol ezel ki itibarm kandedir, orada senin hangi cemâle itibarın vardı mânâsına değil, sen istemezden evvel o sana itibar ediyordu. Allah Teâlâ ezelin ezelini yarattığında ve ilk hilkatte Hakk’ın nur-i Muhammediyye’ye muhabbeti var ve o nurla sen bugün Niyâzî olabildin. Cenâb-ı Hakk’ın, gizli bir hazine iken bilinmekliği murâd ettiğindeki Muhammedi nura irtibatı nerededir? Bunu düşündüğünde garibin de garibi oluyorsun. Şunu da biliyorsunuz ya, yine de söyleyeyim; refref denilen nedir?” Hoca efendilerin ikisi birden cevap verdi: “Mi’râc’ta Efendimizin buraktan bindiği, süvar olduğu binektir.” Dedem güldü, ikisinin kafasına yumruk yaptığı elini vurdu. “Ah ben size bir şey öğretemedim. Refref Arapça’da kuşun kanat çırpması mânâsına gelir. Kanat çırpma sesinin ismidir Mi’râc’taki refref. Bakın ne diyorum refref refref… Efendimiz (s.a.s.)’in Allah aşkıyla çarpan kalbinin sesidir bu. Efendimiz o aşk kanatlarıyla Mi’râc-ı güzîni tamam eyledi. Şimdi bunları düşünerek; “Ey garip bülbül diyarın kandedir” mânâsını bir daha tefekkür edin. Unutmayın refref, bülbül ve nur. Dedem bunu söyledikten sonra; “Tamam mı anlatabildim mi?” sözünü müteakiben yine aynı derinlikte ve anlatabildim mi sözünü gözleriyle de işaret ederek bana baktı. Baktı ve ben yandım. Derhâl uyandım. 

Ey tertemiz kalpli Hak aşıkları! Ey dostlar! Buyurun sofraya, buyurun! Ömür vefasız; durmadan geçip gitmede. Gerçi sen de bir ömürsün. Ancak bizi bırakıp giden vefasız ömür değilsin. Sen vefalı ömürsün, pek vefalı bir ömürsün! Sen bu dünyada pek garipsin, pek garipsin, pek bir garip! Söyle sen nerelisin nereli… Sen kiminle berabersin? En yakın dostun kimdir? Anladım, anladım. Sen Allah’la berabersin, Allah’la beraber! Ey büyük ve eşsiz ressamın yaptığı resimlerin en güzeli, ey seçilmiş resim! Sen, seni yapandan nasıl ayrı kalırsın, nasıl! Anladım, anladım. Herkese yabancısın. Hiç kimse ile dost olamıyorsun. Yalnız onun verdiği dertle arkadaşsın, O’nun verdiği gamla dostsun! O’nun derdi ile dost olana aşk olsun! [Hz. Pir Mevlana]

Reklam

3 thoughts on “Ey Garip Bülbül

  1. Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin. Bülbül hamûş, havz tehî, gülistan harâb. Bahtımız yüzümüze güldü de, bir bülbülün gülden haber vemesini işitir olduk, elhamdülillah.

  2. sanki verdiği mutluluğu kaybetmemek için en ince anına kadar hatırda tutmaya çalıştığımız bir rüya idi, paylaşımınız.sağolun.lakin bülbül kim gül nerede? biz nerede..?ya bu acılar nedir ruhumuza muttasıl.ah…, fakir niye bu kadar fakir…

Söyleyecek sözüm var...

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.