Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların otuzüçüncüsüdür.
Cümle mahlûkatına varlık zevkini tattırıp bu âlemde var eyleyen ve fakat kendi âlemlerin Rabbi, yegâne Mürebbi-yi hakîkî’si, insanı Hak suretinde, Hakk’a âşık ve Hakperest olarak yaratan, kerramnâ tâcını giydiren, ahsen-i takvîm üzere sırat-ı müstakime hidayet eyleyen Hâdi-ı hakîkî, Cenâb-ı Zü’l-Celâl, ve’l-Kemâl ve takaddes Hazretleri’ne sonsuz hamd ü senâ olsun.
Âlemlere rahmet olarak gönderilmesi hikmetiyle benî Âdem’in esfel-i safilîne ve ahlâk-ı rezileye düşmemesi içün, Cenâb-ı Hakk’ın ihsanıyla sevkedilen hidayet burcunun mahı, mahbûbu’l-kulûb, mürebbi-i vicdan, Hak Teâlâ’nın ismiyle beraber ismini vaz’ eylediği ve bu ismin zikrini de tevhide, hidayete, cennete ve cemâline yani kurbiyyete vesile eylediği güzeller güzeli beşerin efendisi ve mefhâr-i benî Âdem, hazret-i insan, insan-ı kâmil-i mükemmil Efendimiz’e(sav) sonsuz salât ve selâm olsun. O’nun âline, ashâbına, etba’ına dahî salâvât-i şerifenin nâmütenahî ecrinden ikram ve ihsanda bulunulsun. Kusur u küsürumuz, hamdele, sâlvele ve Allah için, birbirimiz için duyduğumuz muhabbet dolayısıyla afv ü setrolsun. Hak celle ve âlâ bizden râzı, Efendimiz’in(sav) ruhu bizden hoşnud u razı olsun
Esselâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtuhû, İhsan Efendi evlâdım,
Cenâb-ı Hakk sıhhat ve âfiyette dâim eylesin. Hak celle ve âlâ sizleri ve bizleri halktan şikâyetten ve dertlerini halka anlatmak mecburiyetinde bırakacak musibetlerden muhafaza eylesin.
İhsan Efendi oğlum, bugün söylediklerimi kaleme alacak olan hattat kardeşimiz galiba epeyce yorulacak. Herhalde ihtiyarlıktan olacak ki asabî mizaçlı olduğumu hissediyorum. Her ne kadar hizmet eden karındaşım şikâyetçi olmasa da ma’lûm, insanın yaşı ilerledikçe mizacı da inhirafa uğruyor (Tabiatında bazı değişiklikler ve kayıplar başlıyor.). Şikâyet değil hâşâ, durumumu hikâyet etme kasdıyla bunları size arzeyliyorum. Birikmiş olan mektûblarma cevaben, muhteviyatı hacimli olmasına rağmen gene de muhtasar olarak hepsini câmi bir mektûb yazmak gayretinde olacağım. Hak Teâlâ muvaffak eylesin.
Ârif kardeşim İhsan Efendi, şimdi suâllerini tek tek burada zikretmektense bendeniz doğrudan cevap mahiyetindeki mevzu’u arzedeyim. Bak güzel evlâdım, Cenâb-ı Hakk’ın hiçbir sıfatı ve esmâ’ı birbiri üzerine tekaddüm etmez ve muattal(âtıl vaziyette bekleme) olmaz. Biz bazı esmâ’ı evvel, bazısını sonra yahut şu şundan evvel bu bundan sonra diye vasıflandırırız. Lâkin bu bizim âlemimize göre bir takdim tehirdir. Cenâb-ı Hakk’a nisbetle hiçbir şekilde şu esmâ’ı bundan sonradır, falanca sıfatı da şundan evvel gelir denilmez. Avâm böyle söylese de sen kulak asma. Bu kaba ve galat bir lakırdıdır. Lâkin âlemlerdeki tecellî edişi, şekli ve bu âlemlerdeki mahlûkun da tezahür ediş şekline göre bizler önce şu oldu sonra böyle oldu daha sonra da şöyle tecellî etti.” deriz. Bu bizim müşahede veya idrakimizle alakalıdır. Yoksa Allah Teâlâ’nm zâtı için bu nev’î öncelik ve sonralık yoktur. Hak celle ve âlâ Hazretleri esma, sıfat ve ef’aliyle cümle âleme muhittir. Âlemlerle kayıtlı değildir, hatta kendi esmâ’ı dahî olsa o zâtî tecellî-i âlâyı ihâta edemez. Ancak işaret eder. Binâenaleyh “O Evvel’dir, O Âhir’dir, Zahir ve Bâtın’dır.” denildiğinde, bize bildirdiği ilim nisbetinde bir mânâ ve mevhuma ulaşsak da O’nun zâtını, evvel ve âhirliğini zâhir ve bâtınlığmı idrak asla mümkün değildir. Esmâ-ı ilâhî ve sıfat-ı Rabbanî’yi idrak yahut bunları bilmek bizi Hakk’a bağlar. Amma O bu bağ ile mukayyet değildir. O ilimle Cenâb-ı Hakk’ı ihâta etmek mümkün değildir. Başka bir deyişle Hak Teâlâ’nm bu “esmâ”dan murâdı kendi zâtınca ma’lûmdur. Kâmil bile olsa insanın buna vukûfiyeti muhaldir.(Düşünülemez bile, imkânsızdır.). Hulâsa bir kişi en yüksek kabiliyette olsa ve kulluk makamında en âli menzile ulaşsa Allah(cc) o kulun dahî zikrinden ve tavsifinden münezzehtir. Nerde kaldı ki cehalet, gafletle Hakk’a yakınlıktan dem vurula. Şu sözümü çok dikkatli dinle: İhsan Efendi oğlum, zaten kulluktan murâd aslına bakarsan Cenâb-ı Hakk’ı layıkıyla zikretmek ve ibadet etmek değildir. Layıkıyla zikir yapmak Allah Teâlâ’nm muradı ve kendi zâtına nisbetle O’nu anlamak mânâsına gelir ki, bu îmânın ne zâhiriyle ne bâtınıyla örtüşür. Peki kulluk nedir? Kulluk zikir, ibadet ve taatı kendi kuvvetin nisbetince mükemmel îfâ eylemeye çalışmak ve ancak bundan sonra Hak Teâlâ’yı her türlü noksan sıfattan tenzih etmektir. Bu tenzihe yani münezzeh kılma işine kulun yaptığı ibadet dâhildir. Bu taat ve ibadet olmasa kişinin tenzih etmesi hiçbir değer ifade etmez. Câhil kimsenin teşbihi, gâfil kişinin ibadeti zaten zikir makamında değildir. İdrak ve şuur sahibi olan insan zikir makamındadır. O bu idrakle ve farkedişle kullukta yükselir. Yoksa hayvanlar vesair mahlûkat dâimâ zikirdedir. Ama onların teşbihi şuursuz olması hasebiyle zikir makamında değildir. Dolayısıyla insanın gafletle vâsıl olması, bu halden kurtulmadan kurbiyyete nâil olabilmesi, tekrar söyleyeceğim ama asla mümkün değildir. Ancak agâh olan kimselerin Cenâb-ı Hakk’ı tenzih etmeleri kıymet ifade eder ve hilkatten(yaratılıştan) murâda hizmet eder.
Misal vererek ufak lokma yapalım ki belki bu vesileyle aldıklarını başkalarına da ikramda bulunursun. Hazır karşımda bir hattat varken hat sanatından misal vereyim. Şimdi düşün ki, hüsn-i hattan(güzel yazıdan, hat sanatından) hiç anlamayan, eline kalemi alıp hiç tecrübe bile eylememiş biri, hat sanatında şahika(zirve) olmuş birinin yazısına baksa ve “Ben böyle güzel yazamam, bu zât çok güzel meşk eylemiş, her şeyi yerli yerince tanzim etmiş, ne mükemmel yazmış.” dese, Allah rızası için söyle, şöyle insaf ile düşündüğünde bu takdirin kıymet-i harbiyesi var mıdır? Hatta sözüne devamla bu kişi “Ben yazsam da bu zât gibi yazamam, ben kimim ki senle bu fende(sanatta, ilimde) yarışayım, bu ilmi gerçekten sen biliyorsun,” deyiverse, bu idrakten uzak ve câhilene takdirin her ne kadar zahiren bakıldığında hakaret gibi olmasa da kıymeti veya değeri var mıdır? Alelade bir durumdur. Herhangi bir fevkalâdelik arzetmez. Mamâfih, şunu da söyleyelim ki: Kendisi bihaber olduğu halde bu nev’î ilimleri toptan inkâr edenler de yok değildir. Ancak bu mevzu’muz değil, çünkü bu nev’îleri odun cinsindendir. Misalimize dönersek, şimdi bir de düşün ki hüsn-i hattı tâlim etmiş, güzelce meşk etmiş ve böylece kemâle ve mükemmel bir üstad haline gelmiş kişi o yazılmış olan eseri görse ve “Ben böyle güzellik karşısında ancak baş keser niyâz ederim, kalem oynatmaktan hayâ ederim, bu sanatı bildiğimi söylemekten, bu eser karşısında tenkide kalkışmaktan değil; elimi, dudağımı oynatmaktan dahî hazer ederim(utanırım).” dese bu takdirin derecesi evvelki ham kişiyle mukayese kabul eder mi? Asla etmez. Bu fevkalâde bir durumdur, hatta harikulâdeliğe işaret eden bir vaziyettir. Anlatılmak isteneni anlatmak isteyenden daha iyi farkettiğiniz kanaatindeyim. Lâkin bu misalle şunu beyân etmek istediğimi söylemeden geçmeyeyim: İşte kulun mücahede, muhasebe, zikir, riyâzat yani tüm gayretiyle kullukta dâim olmakla çıkabildiği, yükselebildiği makam ancak Allah Teâlâ’yı teşbih ve tenzih makamıdır. Yâ Rabbî, Sen her şeyden münezzehsin demek için, Yâ Rabbî, Sen her şeyi ne güzel eylemişsin, bizler kullukta âciziz, Sen bizim kulluğumuzdan, ibadet ve taatımızdan dahî münezzehsin demek için, daha doğrusu bu sözümüzün şâhidlik mertebesinde kabulü için, Hak Teâlâ’ya kul olmaya gayret ederiz. Mahkemede şâhidlik için bazı vasıflar lâzımdır. O vasıflar olmazsa şâhid olunmaz. Şâhidlik vasfında olduktan sonra da şehâdet ettiğine uygun konuşmak lâzım, bu olmazsa yalancı şâhidlik olur, değil Hak katında halk nezdinde bile bu hal asla tasvib edilmez. Gerek bu dünya âleminde gerek rûz-i mahşerde acizliğimize şehâdet edebilmek için kullukta sabit kadem olmaya gayret etmek îcab eder.
Can yoldaşım İhsan Efendi oğlum, şimdi bu beyân etmeye gayret ettiğim mânâyı fehmederek sizi bir daha insaf ile düşünmeye davet ediyorum. Kul bu kadar acz içindeyken, her şeye muhtaç bir şekilde ihtiyacını görme zaruretinde iken “ganiyyun li’l-âlemîn” yani âlemlerden müstağnî olan Hazret-i Allah’ı nasıl kendi kulluk idrakinin içine hapsetmeye kalkar? Evet, zikrin, riyâzatın, birçok tecellîyâtın insanı kendi varlığından soyacak dereceye çıkaran manevî zevkleri vardır. Hatta bu tecellîler içerisinde zatî tecellîler olduğunu düşünürsek kişinin zevk-i mânevisini anlatmaya imkân bile yoktur. Amma burada mühim olan şudur: Kişi bu halleri yaşadığında kendi bulduğuyla Allah Teâlâ’yı mukayese etmeye kalkmasın. İşte o zaman yolunu şaşırır. Bırak böyle manevî zevkleri tattıktan sonra yanlış söz sarfetmeyi, günümüzde bazı sofi bozuntuları hiçbir şey tatmadan yanlış okudukları kitaplardan edindikleri yanlış hayaller neticesinde serhoş olmadan nara atıyor ve sözler sarfediyorlar. Daha evvel de söyledim ya “Pes ene’l-Hakk nice desun, kişi Mansûr olmadan”, bu hazeleler Hallâc-ı Mansur’un mestaneliğine sanki erişmiş gibi yok vahdetten, yok vücûddan, yok ene’l-Hakk’tan dem vurup duruyorlar. Hak sillesinin ne sedası, ne, devası, ne de dâvası olur. Ey oğul, sen onlan zaten çarpılacak diye bekleme böyle sahtekârların konuşması zaten çarpıldıklarının alâmetidir. Allah Teâlâ’dan ve mânâ ehlinden uzak kalmaktan daha büyük tokat olur mu? Hayvanı bile kıymetli yapan insana yakın olmasıdır. İnsandan uzak olan hayvanlara vahşi hayvan denir ki insana hizmetten mahrum kaldıkları için izzet ve şerefleri kalmaz. Fefhem(düşün).
Kıymetli İhsan Efendi oğlum, “Pekâlâ burada şimdi bize ne düşer?” diye sorabilirsin. Bu soruyu sorduğun için üzülme. Koca Âşık Yunus bir nutkunda diyor ki:
“İster idim Allah’ı; buldum ise ne oldu,
Ağlar idim, dün ü gün, güldüm ise ne oldu.”
Şimdi zât-ı âlinizi bu nutukla biraz teselli etmiş olayım. Ondan sonra da esas düşünmeniz gereken mes’eleyi şöylece beyân edeyim. Güzel evlâdım, bir düşün. Bu fânilikle bizi halkeden, ezelden bizi vareyleyen, tekrar fâni âleme sevkedip fakat bizim ebediyete, eşrefiyete ve ulya derecelere gitmemiz için vesileler halkeyleyen, mahlûkatı kendisine vesile eyleyip, hallâku’l-alîm olan Hazret-i Allah ne kadar merhametli, şefkatli ve muhabbetlidir. Kendisi âlemlerin ganîsi olduğu halde hiçbir mahlûka ve hatta hiçbir kula ihtiyacı olmadığı halde kuluna bu kadar muhabbet eyleyen Hazret-i Allah’ın zikri, ibadeti, fikri neyle ölçülebilir? Bunun zevki ve tadı hangi nesnede olabilir. Bizler O’na muhtacız ama O bizlere muhtaç değil. Biz O’nu idrak edemesek de bizim zikrimiz ve fikrimizle kendi muhabbetini yine bizlerden seyretmekte olan Allah Teâlâ’yı nasıl bir derecede sevmemiz ve rızasını nasıl bir kullukla taleb etmemiz gerektiğini tefekkür eyle, bir düşün. Bizim zâtımıza uygun olmayan, kendi seviyemize, seciyemize yakıştıramadığımız, bir nisbetle kendimizden düşük gördüğümüz bir şeye bizler bile tenezzül etmezken Hazret-i Allah’a karşı şuyumuz var diyebileceğimiz ve gösterebileceğimiz hiçbir şeyimiz yokken Allah Teâlâ’nın kuluna bu kadar muhabbet etmesi tüm bir hayatı secdede geçirmeye kâfi gelmez mi?
Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî buyuruyor ki: “Bir meyva vardır, meyvanın kabuğu vardır, kabuğunu geçersin kendisi vardır, tadı vardır, kokusu vardır, onu yersin hazmı vardır, lezzeti vardır, sonradan sende vücûd bulan kuvvesi vardır, bunu anladın mı? Anladıysan dinle beni. Esmâ, sıfat, ef’al, idrak, bunların hepsini kâmilen yapsan bile Allah Teâlâ bunun da ötesindeki varlıktır. Yani kabuk değil, kabuğun altındaki değil, öz değil, ondan da ötedir. Hatta Lâtif diye senin isimlendirdiğinden de öte olan işte o “Ganiyyü’l- âlemîn” Hazret-i âlemîn’dir.” Meâlen söylediğim bu sözü fehmettiysen şimdi Allah Teâlâ’mn zâtı hakkında bu ilimlerden uzak lakırdıların sahibine ve dinleyenlere ne kadar zarar verdiğini ve nasıl gaflete sevkettiğini anlamışsın, demektir. Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin bir başka sözüyse dertlere derman olabilecek mahiyettedir. Mesnevî-i Mânevî’sinde buyuruyor ki: “Yâ Rabbî, biz yoktuk Sen bizi vareyledin ve fâni olarak halkeylediğin bir âleme sevkettin, kendinden haberdâr ettin, gene fâni olmak üzere, bir seyir içerisindeyiz ve hızla bu fânilik üzerimizde işini görmektedir. Lâkin Yâ Rabbî biz bu arada tüm bunlar olurken Sana âşık olduk. Bize merhamet eyle Yâ Rabbî, bizi dûr eyleme Yâ Rabbî. İlle de fâni olacaksak Senin cemâlinde ifna eyle hatta cemâlinde bizleri kâim eyle…” Bak evlâdım, âşıklar ve Hakk’a yakîn olan kullar sözlerindeki Allah aşkının rayihasıyla nasıl kendilerini belli ediyorlar. Hazret-i Pîr’in şu son sözünü biraz mütalaa ile meşgul olursan hemen kendinde, çekişmeden uzak, Hakk’a teslim olmuş ve manevî neş’e ile nizadan arınmış, fikir yürütmekten azâde olmuş bir halin vücûd bulduğunu farkedersin. Akıldan tulu’ eden mânâ benzeri hikmetli sözler insanda nizâyı bitirmez, çekişmeye ve tefrikaya sebeb olur. Amma kalbe Cenâb-ı Hakk îmân nurunu indirir, o nur kalbi tamamen ihâta eder ve ondan sonra sadırdan çıkan sözler muhatabın sadrına inerse bu aşk ile söylenmiş kelâm, tefrikayı ve çekişmeleri sulha ve tevhide sevkeder. Zîrâ kâinat tevhîd üzredir. Tevhîd üzre olan bu âlemîn menbaı nur-i ilâhî, nur-i ilâhînin de zuhuru Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetidir. O sebebden bu muhabbetin nuruyla tevhîd mümkün olur. Tevhîd edebilmek için şartları yerine getirmek îcab eder. Meselâ idraksizlik, gaflet ve bunların neticesinde zuhûra gelen günahlar hep Hak ile aramızda perde mesabesindedir. Bunlar zulmanî perdelerdir. Nuranî perdeler ise kendi yaptığımız kulluk, taat ve ibadetten kendi varlığının vehmine kapılmaktır. İşte tam bu noktada yapılan teşbih ve tenzih, hakîkî kurbiyyet ve vuslat kapılarını açar, ondan sonraki âleme kişi doğmaz, o kişide ma’rifet-i Hakk doğar. Yani kişinin kendisinden ma’rifet-i Hakk kendini gösterir. Güneş doğduğunda yıldızları görür müsün evlâdım? Şems-i hakîkat de doğduğu zaman sadece o varlık kendisini gösterir, diğerlerinin, yani aslında varolmayan diğer benliğin esamesi bile okunmaz. Bakmaz mısın ki dünyevî aşklarda bile şöhret bulmuş olanların haline, onlarda bile isimler unutulmuş, aşkları ve mâşuklan kalmıştır. Leylâ ile Mecnûn’u küçük çocuklar bile bilir. Mecnûn deli demek, üst üste gelen perdelerle aklı örtülmüş kişi, demektir. Mecnûn’un esas ismi Kays’tır, baksana adamın ismi bile unutulmuş. Sadece Leylâ’sı ve onun iştiyakı anılır hale gelmiş, esamesi bile okunmamıştır. Dünyevî aşk kişiyi tamamen ihâta ettiğinde bile onun benliğinden eser bırakmıyorsa bakî aşkın insanı nasıl bir hale sokabileceğini artık gel de insaf ile sen düşün. Bizler Cenâb-ı Hakk’ın mestanesiyiz, yolunun kurbanıyız, ruhumuz dahî o aşka kurban olsun. Yeter ki bizi kendisinden dûr eylemesin. İsterse niyazımız, duamız, haykırışlarımız, feryadımız bile O’na feda olsun. İsterse hiçbiri duyulmasın. O nasıl isterse öyle olsun. Maksûdumuz O’dur, matlûbumuz nzasıdır, O emir buyursun bizler gayret edelim. Gayret ederken bile bizi bize bırakmasın, şu kısacık ömrümüz O’nun muhabbeti zevk-i ilâhîsiyle geçiverip gitsin, vuslata mâni olan günler birer birer takvim yapraklanndan düşüversin. İşte dâima Allah’ın dergâhında ve O’nun kurbiyyet kapısının eşiğinde başımızı secdeye koyup bekleyen kişileriz. O’na muhtaç olarak yaşarız, O’nsuz gani olmayı istemeyiz. O’na muhtaç olduktan sonra O’nun fakîri olmaya râzıyız. Kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyaç hissettirmeksizin Hak Teâlâ gönlümüzü muhabbetiyle doldursun. Efendimiz(sav) başı aşk, sonu aşk olan sırat-ı müstakimde dâimâ rehberimiz olsun. Efendimiz’in ruhaniyetine ve nazar-ı iltifatına erişebilmek için o nura erenlerin ve o huzurda bulunanların himmetleri ve nazarları ve arkadaşlıkları dâimâ üzerimize olsun.
Yazdırmak istediğim çok şey vardı, yazan hattat yorulmadı amma evlâdım müsadenle bu niyâzlardan sonra bendeniz bir müddet dinleneyim. Söz burada hitam bulsun, lâkin şu mektubun son satırlarındaki dualarımız dergâh-ı ilâhîyeye, nzasını tahsile vesile olacak şekilde arzolunsun. Yaratmış olduğu kulların en hakiri ve zelili olsak da bu kadarcık olsun kendisini bize bildirdiği ve “Allah” deme zevkini verdiği için Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâ olsun. Ümmetinin en günahkârı olsak da onun ümmeti olmamız hasebiyle Resûl-i Ekrem Efendimiz bizlerden şikâyetçi olmasın, âciz ümmetleri olarak Livâü’l-hamd’ı altında toplanmak ve o güzel cemaate bir şekilde dâhil olmak müyesser kılınsın. Zât-ı âlinizi Cenâb-ı Hakk’ın emânına ve muhafazasına havale ediyorum. Esselâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtuhû.
34. mektupta buluşmak üzere…