34. Mektup


34. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların otuzdördüncüsüdür.

1mursidinmektuplari

Bizim mahdûd âlemimize nisbetle ezel âleminde ruhları huzurunda cem edüp, onları kendisine muhâtab kılıp Rabbimiz olduğunun tasdikini gene bizzat kendi lûtfu ihsanıyla mahlûkatından ilan eden ve bu ahidleşmeye tenezzülen ilâhî imzasını nakşeden Nakkaş-ı âlem, ervâhı yine kudret eliyle ve kendi nakşıyla sûret putesine akıtıp tekrar bu şuhûd âleminde vareyleyen, bu hilkâti kendi ihsan eylediği ahlâkıyla muhafazayı bize bahşeyleyen, Vâcibü’l- vücûd, yegâne Sahib-i ihsan ü cûd, Melik, Vedûd, Hazret-i Allah’a hamd ü senâdan âciziz. Lâkin bu acziyetimizi itiraf, Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâ meyânında kabul olunsun.

Ervâh-ı ezelde, ruhlar âleminde cümle ervâha rehnüma ve sözcü olan, “elestü birabbiküm” hitabına husûsî ruh-i Muhammedîyeleriyle ilk önce “belâ” diyerek mukabelede bulunan, âlemden âleme sevkedilen, ruhlara nuruyla vesile olan sirâcü’l münîr, beşîr hem nezîr, enbiyânın hem hâtimi hem hâtemi, nev’î beşerin ekmeli hem mükemmili Efendimiz(sav)’e salât ü selâmdan âciziz. Bu acziyetimizi ikrarımız, Sultan-i enbiyâ Efendimiz’e salât ü selâm makamında kabul ola. Evlâdının, ashâbının ve etba’ının kurbiyyet derecelerine göre, Cenâb-ı Hakk bu niyâzlarımızdan onları haberdâr kılıp ruhaniyetleri dahî bizlerden haberdâr, hoşnud ve râzı ola.

Esselâmu aleyküm Derviş İhsan Efendi oğlum,

Hak celle ve âlâ hazretleri hizmetlerinizi ziyâde eylesin, zâtî nurunu sizlerde müzdâd eylesin. Bu nur ile zâhirinizi, bâtınınızı pür nur eylesin. Tevhîd-i zât, tevhîd-i ef’al sırrına âşinâ eylesin. Bizler için eylediğiniz duaları ve bizlerin de sizlere eylediği niyâzları dergâhında en güzel şekilde kabul eylesin, ihsan Efendi oğlum, kıymetli vaktinizi almamak ve zât-ı âlinizi merakta bırakmamak içün hemen sorduğunuz suâllare cevap mahiyetindeki sözlerime başlamak isterim, Hak Teâla hayırlısıyla muvaffak eyleye.


Evlâdım, size değişik vesilelerle arzettiğim mevzular oldu. Bazen yeni mes’elelerin îzahını yaparken eskiden verilmiş ma’lûmâtı zikretmek mecbûriyeti hâsıl oluyor. Zaten insanın idraki bu hal üzere çalışır. Bir defada duyduğunu yahut okuduğunu anladığını zannetsen de aslında metnin içindeki kelimeleri duymuş veya ne söylenildiğini anlamış olursun. Yani sözü duyar ve o sözü bir daha duyduğunda da hatırlama makamında olursun. Ama idrak etmek için o söz üzerinde düşünmek hatta bu düşüncenin de belli bir kıvama gelmesi için tekrar işitmek veya okumak îcab eder. Hani medreselerde dersi mütalaa ederler ya. Dinlediğin dersi tekrar tekrar mütalaa ederek, üzerinde fikrini teksif ederek(yoğunlaştırarak) hazmedersin. İdrak o hazımdan sonra gelir ve ne acayiptir ki idrak ettiğin şeyi o anki vücûdun yahut hâlet-i ruhiyenle(ruh halinle, o andaki durumunla) anlamış olursun. Halbuki insanın hâlet-i ruhiyesi, aklî ve fikrî terakkisi(yükselmesi ve değişmesi) bir an bile durmaz, devamlı değişir. Esas anlatacağım mevzu’ bu değil amma gene de şöyle bir misal vereyim: Meselâ, dersin ki; şimdiki aklım beş sene evvel olaydı şöyle böyle yapmazdım. Şunu tercih ederdim yahut o zaman anlamamışım şimdi anladım. Amma bir müddet geçtikten sonra şimdiki akıl ve idrakini de beğenmez o sözden de rücu’ edersin(dönersin). Bu, kişinin sözünden cayması değil, o sözü konuştuğu zamanki benliğiyle sonraki zamanda konuştuğu benliği ve idraki arasındaki farktır. Her insan böyledir. Enbiyâ-ı izam hazerâtı(seçilmiş yüce peygamber ve nebiler) müstesna. Çünkü onlar vahy-i Hakk’la ve mutlak hakîkatle konuşurlar. Ol sebebden, onların sözlerinde değişiklik yoktur, amma insanlar onlann kelâmlarını devir değiştikçe farklı farklı anlar ve her farklı anlayışta da sözün başka bir güzelliğini tasdik ederler.

Evlâdım, sohbetlerde dinlediğin veyahut Allah için sohbet ettiğin zâtlarla alışverişte bulunduğun sözleri ve halleri iyi zaptet ve asla aynı şeyler tekrarlanıyor ve bu sözleri daha evvel işitmiştim zannıyla dinleme. Kur’ân-ı Kerîm’de hiç tekrar yoktur. Tekrar gibi görünen âyet-i kerîmeler asla tekrar değildir. Muhakkak bir sebebe mebnîdir(Bir sebeb üzere inşa olunmuştur, bağlıdır.) Hazret-i Pir Muhyiddîn İbnü’l Arabî bu hususu îzah ederken “Müfessir (Kur’ân-ı Kerîm’i tefsir etme, edebilme ilmine sahip, bu hususta izinli olan, donanımlı olan kimse) ona derler ki; Kur’ân-ı Kerîm’de sûre başındaki ha-mim’lerin her birinin ayrı bir mânâsı olduğunu bile bilir.” buyuruyor. Yani ha-mim diye biz yedi sûrenin başında aynı harflerin tekrar edildiğini düşünürüz. Oysa böyle değil, her ha mim’in o sûreyle yahut başka bir sebebden alakalı muhakkak ayrı ayrı mânâları olduğunu zikrediyor. Bunu da biraz açalım. Kur’ân-ı Kerîm’de herkesin çokça okuduğu ve duyduğu Sûre-i Rahman’ı bilirsin. Bu sûreye “Arûsü’l Kur’ân-ı Kerîm” (Kur’ân-ı Kerîm’in gelini) derler.

Kıyamet gününde mahşer halkına Cenâb-ı Hakk’ın Rahman süresindeki kelâmıyla hitabda bulunacağı rivayet edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in gelini hadîs-i şerîfi mûcibince meşayihten(şeyh efendilerden) yahut dervişândan biri âlem-i cemâle göçtüğünde, kabre defnedildiği gece cemiyette bu sûre okunur. Ehl-i tarîkin âdâbındandır. Zât-ı âlinizin günlük dersleri içerisinde Rahman sûresi olduğu ve bu sûreyi her gün okuduğunuz ma’lûm. Onun için daha fazla teferruata girmiyorum. Şimdi sûre-yi celîleye baktığında hep aynı âyetin tekrar edildiği zannına kapılabilirsin. Halbuki “Febieyyi âlâ i rabbiküma tukezziban” âyet-i kerîmesi her biri, müstakil âyettir. Dolayısıyla her biri müstakil bir mânâ ifade eder. Hem evvelinde geçen âyetle hem bu âyetten sonra gelen âyetle alakalı hakikatlere işaret eden ve asla birbirinin aynı olmayan kelâm-ı Sübhânîdir. Bunun haricinde bu zikredilen âyeti okuduğunda ayrı bir benlik ve vücûda nâil olursun. Sonraki okuyuşunla gene ayrı bir benlik ve vücûda intikal etmiş olursun. Ve bu intikal neticesinde her vücûdun âlemi farklı olduğundan ayrı bir âleme de intikal etmiş olursun. İnsandaki idrak değişikliği âlemlerindeki değişiklikten dolayıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri ve tesbihat, bu yenilenme ve devamlı terakki ile her okuyuşunda o mânâ üzre başka bir âyet olarak tecellî eder ve Allah Teâlâ âlemlerin Rabbi’dir. Yani Rabbü’l-âlemîn’dir. Daha evvelce zikrettiğimiz gibi namazın ilk rek’atında Fatlhâ’yi “Elhamdulilahi Rabbi’l-âlemîn” diyerek okursun, o rek’atın sonunda secdeye varırsın, secdeden kalktığında ayrı bir vücûd, ayrı bir hal ûzre huzura durursun. O rek’atın Fatihâ’sı ile diğer rek’atların Fatihası aynı değildir. Sen muvakkat(geçici, izafî) bir vücûda sahipken bile hiç yerinde durmayan tecellîlere mazhar oluyorsun da tecellilerin sahibi Hak Teâlâ ve O’nun kelâmı aynı yerde durur mu? Dolayısıyla sohbetlerdeki o mânevî alışveriş Cenâb-ı Hakk’ın nuru ve Resûlullah Efendimizin ruhaniyetiyle vücûda geldiğinden aynı şeyi duysan da ne sen aynı benliktesin, ne söylenilen söz daha evvelki duyduğun söz, ne de o sözü sana aktaran aynı ağız. O halde ilk defa dinliyormuşçasına âgâh ol, asla gaflet gösterme.

Cenâb-ı risâlet penâhi(sav) Efendimiz, sahabe-i kiram hazerâtına bazen bir sözü üç kere söylerdi. Bu üç kere zikredişte büyük hikmetler vardır. İlk söylediğinde farklı bir âleme, ikinci ve üçüncü söylediğinde yine farklı âlemlere işaret vardır. Bunu şununla kıyas edebilirsin: Hudeybiye Musâlahâsı’nda, Efendimiz umreyi o sene yapamayacaklarını sahabeye ilan ettiği zaman sahabe-i kirâm hazerâtı şaşkınlıklarından hemen emre icâbet edemediler. İkinci kere îkazda bulundular ve sahabe-i kirâm efendilerimiz gerek hayretlerinden gerekse Efendimiz’in belki sözünü değiştirme ihtimalinden dolayı gene tereddütte kaldılar ve söze o an icâbet edemediler. Bazı rivayetlerde üçüncü kere tekrarladı, bazı rivayetlerde de ikinci kere tekrarladıktan sonra çadırına avdet etti diye zikredilir ve orada zevce-i pâk-i Ümmü Seleme(ra) ile istişarede bulundu. Sonra ma’lûm olan şekil üzre kendileri ihramdan çıktı ve ashabı da Efendimiz’e tâbi oldu. Burada çok mühim bir husus var, onun için bu misali getirdim. Diyor ki İslâm âlimleri: Eğer orada üçüncü kere îkazda bulunsa ve bazıları hâlâ mütereddit kalsa ve Efendimiz’e icâbet etmeseydi, helâklerine sebeb olurdu. Allah muhafaza cezaya ma’rûz kalırlardı. Demek ki sözü bir kere söylemek yahut birkaç kere aynı kelâmı sarfetmek bizler için tekrar veya çok mühim bir hâdise olsa bile, elinde cümle âlemleri kudretiyle bulunduran Cenâb-ı Hakk’ın izn-i ilâhîsi ile konuşulursa, aynı kelâm gibi olsa da, her kelâm müstakil bir âleme ve bambaşka bir ahvâle işaret eylemektedir ve asla tekrar değildir. Zaten kâinatta hiçbir şeyi tekrar yapmak mümkün değildir. Hak celle ve âlâ yarattığını bir daha yaratmamış, yani hilkatinde ikisi aynı olan hiçbir şey halketmemiştir. Her insan tektir. Beşeriyet ve mahlûkiyet(yaradılmışlık) cihetinden tektir yani. Böyle olduğu için insanda da ehad sırrı vardır. El Ehad, mutlak tek Hazret-i Allah’tır ve bu isim Cenâb-ı Hakk’ın zât isimlerindendir. Beşeriyetin ve cümle enbiyânın içerisinde Allah Resulü gibi bir zât yaratılmamıştır. Efendimiz de bu cihetten ehaddir. Bizler de, beşer cinsi olmamız hasebiyle düşünülürse böyleyizdir. Hiçbirimizin parmak ucundaki şekil dahî aynı değildir. Tek olarak yaratılmışızdır. Dolayısıyla değil bir sohbette duyduğun sözün tekrarının mümkün olması, tesbihatını yaparken okuduğun birbirini takip eden iki zikrin bile aynı olması mümkün değildir. “Lâ ilâhe illallah” dedin, o tektir. Hemen arkasından “Lâ ilâhe illallah” dedin. O dahî tektir. Ancak bu teklerin ve birlerin hepsini bir yerde topladığın zaman başka bir kıymet ifade eder. Amma bunu idrak edebilmen için yani hepsini bir noktada buluşturabilmen için her zikrinin birbirinden farklı olduğunu idrak etmen îcab eder. Bu mühim bir sırdır. Üzerinde ciddiyetle mütalaa eyle.

Kalbimin muhatabı, güzel evlâdım İhsan Efendi. Neye niyet neye kısmet derler ya, aslında bu mektûbda daha farklı bir hususu size arzedecektim. Çünkü suâllerinize cevap vermek kastındaydım. Amma başlamışken tarikat erkânındaki birkaç hususu da zikredeyim. Daha sonra inşâallah cevap vermeye gayret edeyim. Meydanda zikir icra olundukta yahut derviş tesbihatına münferit olarak başladığında ilk üç esmâ-i ilâhîyeyi(Allah’ın isimlerinden olan isimleri) yavaş ve müstakil olarak zikreder. Hem meydanda tâlim edilen şekilden hem de size telkin edilen ezkârın şeklinden bunu biliyorsunuz.

Birinci kere okunması tevhîd-i zâta, ikinci kere okunması tevhîd-i ef’ale, üçüncü kere okunması tevhîd-i sıfat veya esmâ’a işarettir. Bu sebebden dolayı zikrullahta, zikrullaha riyaset eden kişi ilk esmâ’a girdiğinde tek başına söyler. Dervişân, yani o anda orada hazır bulunan cemaat ikincisinde yahut üçüncüsünde zikre iştirak eder. Bunun zâhirden misali de mevcuttur. İmam efendi tekbir alır, cemaat o tekbirden sonra tekbir alır ve cemaat imamdan evvel namazda rükû’a veya secdeye varsa yahut evvelce tekbir getirse namaz ifsad olur (bozulur). Cemaatle kılman namazda feyiz imamdan cemaate intikal eder. Cemaati oluşturan kişiler tektir. Amma tek olan, imamda toplanmak mecburiyetindedir. Rahmet ancak böyle nüzul eder. Bir de bu durumun bâtınî sırrı vardır. Bu sırrı size mânâda bildirecekler, siz bu sır zuhûr edinceye kadar arzettiğimiz edebe riayet ediniz. Rahmetten dür olmayınız, feyziniz kesilmesin. Ayrıca size anlattığım bu edebi, ihvan-ı yârânınıza(muhabbet ettiğiniz, devamlı görüştüğünüz kardeşlerinize) anlatınız.

Muhabbetli İhsan Efendi oğlum, suâlinizin cevabına gelince, muhtasar olarak arzedeyim. Havf ve recâ bidâyetteki(başlangıçtaki) dervişin halidir. Havf u recâ ne demektir? Havf, korku, recâ da ümid etmek demektir. Sâlik yola dâhil olmakla beraber henüz birçok şeye muttali olmadığından taklid ve temkin üzredir. Başka bir âleme doğuşun getirdiği acemilikten dolayı korku içerisinde amma diğer yandan bu âlemin güzelliklerine doğduğu için de ümid neş’esindedir. Burada dervişe lâzım olan bu iki hissin ve düşüncenin arasından onu ileriki mertebelere taşıyacak yolu farketmesidir. Bunu yapabilmek tabiî ki kendi kendine olacak şey değildir. Hep dervişe lâzım olduğu üzre evvel söz dinleyecektir. Evhamla hakikati, hayal ile gerçeği böylece tefrik edecektir. Sonra lâzım olan ise ne tek olarak ümid tarafını, ne de korku tarafını düşünmesidir. Korku cihetine giderse ümidsizlik ve evham onu kuşatır, korkularını yenemeyene tecellîler ve perde ardındaki güzellikler gösterilmez. Ayrıca bu kişi hizmet etmeye de muvaffak olamaz. Hem şahsî yani ferdî hem de içtimaî mes’uliyetini yerine getiremez. Bu ise derviş için felakettir. Recâ tarafını görür ve o cihetle çok meşgul olursa söz dinlemekten ve hizmeti yapmaktan yine dûr(uzaklaşır, düşer) olur. Yani birisi korktuğundan âtıl hale gelir, bir diğeri de ümidinden atâlete ve gevşekliğe düşer. Her ikisi de dervişlik hali ve mesleğiyle asla bağdaşmaz. Derviş ibnü’l-vakt’tir. Zamanını nakde çevirdiği için ve vaktini en güzel şekilde değerlendirdiği için safa bulur. Yani sadece recâ ile meşgul olursa kendi müşahedesini kâfi görür(ümid tarafını) . Perdenin önündekiyle meşgul olduğundan ona sütrenin(üstü örtülü olanın, örtülü bulunanın) ardındaki hakikat açılmaz. Mahrum kalır. Zîrâ dervişlik görmektir. Görecek ki kalbi tatmin olsun. Kalbi tatmin olsun ki hakikate vâsıl olsun. Hakikate vâsıl olacak ki ma’rifet zuhûr etsin. Sâlik bu hali râzı olunan tavır üzre geçerse bu sefer onda kabz ve bast hali zuhûr eder. Tasavvuf büyükleri seyr u sülûkta bu hallerin yaşandığı menzile mutavassıt(orta hal, yolun ortası) menzili demişlerdir. Kabz daralmak, bast genişlemek demektir. İnsanların ekserisi bu mefhumları bilmez ve kendilerince tefsir ederler. Hatta dervişlerin sohbetlerinden yahut sofilerin kitaplarından aşıran mukallidler(taklidciler) bu kelimelerin mânâlarını bilmediklerinden ve müşahede ehli olamadıklarından âşinâ olanları güldürecek sözler sarfederler. Kabz halini ibadet ve taat edememe, kalbinde zevk-i mânevi bulamama gibi anlayanlar olduğu gibi bast halini de bunun tam tersine ibadet ve taatta feyizyâb olmak, kalbinde ilâhî neş’e ziyâde bulunmak gibi anlayanlar da vardır. Çok az benzerliğinden dolayı bu sözü maalesef bilmeyenler doğru kabul ederler. Halbuki kabz ve bast bu demek değildir. Küçük lokma haline getireyim, hazmı kolay olsun. Evlâdım, şimdi tahayyül et(Zihninde canlandır, hayal et.). Efendimiz(sav), vahiy geldiğinde yani vahiy derken Cebrail(as) vâsıtasıyla gelen kelâmı kasdediyoruz. Yoksa Allah Resûlü(sav) dâimâ vahy-i Hakk üzre kelâma mazhar olmakta ve dâimâ huzur-i ilâhîde idi. İşte Cebrail(as)kendisine geldiğinde ashâb-ı kirâm efendilerimiz buyuruyor ki: “Resûlullah Efendimiz’in alnında ter birikir, hatta devenin üzerinde bulunduğunda Cebrail ona âyet getirirse o mânevî ağırlığın yükünü üstüne bindiği deve bile taşıyamaz, Allah Resülü’nün sînesini taşıdığı halde devenin ayaklan kuma gömülürdü.” Şimdi zât-ı âlinize sorarım. Hak Teâlâ’nın kelâmına vâsıl olmak bast hali midir? Kabz hali midir? Hâşâ, biz burada Efendimizin halini idrak ediyoruz kasdıyla konuşmuyoruz. Fakat şu misalle bu mes’eleyi hemencecik çözebiliriz. Efendimiz’de görülen o kabz hali âlemlerin genişlemesi ve onu ihâta eden âlemlerin onu sıkıştırması mânâsındadır. Bast hali ise kendisine indirilen o vahyin hemen akabinde ashâbına ve etrafına bu âyetleri okuma halidir. Dolayısıyla kabz hali, bast halinden üstündür. Zîrâ bu daralma yani kabz, bast halinin, ziyâde genişliğin müjdecisi ve o genişlik ve yayılma halinin başlangıcıdır. Yoksa avâmın anladığı gibi kabz ve bast mütalaası seyr u sülûktaki mutavassıt menzilinde bulunan sâlikin haliyle asla alakalı değildir. Bu menzilde derviş kendisinden râzı olunan hal üzre başka bir menzile intikal eder. Bu menzil kâmil mertebesidir. Kâmil menzilinde bulunan sâlik artık kendi hallerine tasarruf edebilme salahiyetine ve bu haller arasında tercih edebilme iznine sahiptir. Lâkin gene imtihanı bitmez. O tercihinden dolayı ya yükselir ya alçalır. Ancak bu mertebedeki alçalma sâir dervişlerin alçalması gibi değildir. Bir kâmilin derecesinden aşağı düşmesi bile diğer insanlar için rahmettir. Meselâ kâmil bir mürşid konuştuğunda ve sohbet ettiğinde aslında bulunduğu makamdan aşağı düşer. Fakat sohbet etmesi ve insanlara irşadda bulunması rahmet olarak tezahür eder. Sonra gene Cenâb-ı Hakk’ın takdiriyle aynı makamına çıkar, avdet eder. Yağmurun buluttan aşağı nüzûl etmesi ve sonra da tekrar o yağmur sularının tabahhur ederek(buharlaşarak) bulut olması ve baş tâcı edilmesi gibi. Yani kâmil bir kere makam-ı aşktan, kemâl derecesinden tasdikini aldıysa o hep kemâl üzre seyreder. Büyük pirlerden biri “Makam-ı aşkta kemâle eren zâtların kabahatlerine bile Cenâb-ı Hakk ecir verir.” buyurmakla işte bu menzile işaret eylemiştir. Evlâdım, İhsan Efendi oğlum, ben de yoruldum, mektubu kaleme alan hattat da artık usandı. İnşâallahu Teâlâ bu mevzu’yla alakalı başka sohbetlerimiz olur ve böylece müşahede ettiğiniz menzilleri idrake vesile olan satırlarımız size ulaşır.

Hak celle ve âlâ ilmimizi yakîn eylesin. Hayırlı ilimlerle bizleri merzûk eylesin. Menzilimizi mübarek eylesin. Seyran-ı sülûklarımızı feth ü âsân eylesin. Aşıklara vuslat nasîb ü müyesser olsun. Ve Hak celle ve âlâ Hazretleri bizleri âşıklar zümresiyle haşreyleyip, cümlesi cümlemizden hoşnud ve râzı olsun. Allah’ın rahmeti, inâyeti ve selâmı üzerinize olsun İhsan Efendi evlâdım.

35. mektupta buluşmak üzere…

Söyleyecek sözüm var...

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.