35. Mektup


35. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların otuzbeşincisidir.

1mursidinmektuplari

Cümle âlemde gizlenmiş ve aşikâr olanı hakkıyla, hikmetiyle ve sırrıyla bilen, bildiğimiz ve bilemediğimiz cümle âlemlerin Hâlık’ı, Bedi’i ve mürebbisi olan, kuluna gizli ve âşikâr ilimleri bahşeden ve kulunda kendi ilmini âşikâr eyleyen Rabbü’l-âlemîn, Erhamu’r-rahîmîn, Raûfu’r-rahîm, Gafûru’r-rahîm, Mâlikü’l-mülk, Mevlâ-yı müteâl, Rabbü’l-âlemîn Allah Teâlâ’ya râzı olduğu hal üzre hamd ü senâ olsun.

Sultan-ı enbiyâ, burhanü’l-asfiya, imamü’l-etkiya, şemsu’d-duhâ, bedrud’duca, hâce-i cem-i ulûm ü fünün, vâkıf-ı esrâr-ı cümle şuün, rahmeten-lil-âlemîn, Hazret-i Fahr-i âlem Muhammed Mustafa(s.a.v)’ya ruh-i Resûlullah’ın hoşnud ve râzı olacağı şekilde salât ü selâmlar taraf-ı fakirimizden kendilerine arzolunsun. Efendimizin âl, ezvâc, evlâd, ashâb ve etba’ı râzı olunan hamdlerden ve salât ü selâmlardan Cenâb-ı Hakk tarafından hissedâr kılınsın. Onların dahî ruhaniyetleri dünyada ve âhirette bizlere yâr ve yoldaş olsun. Âmin.

Esselâmu aleyküm ve rahmetullahî ve berakâtuhû,

Evlâdım, Cenâb-ı Hakk seni iki cihanda azîz eylesin. Korktuklarından emîn, umduklarına nail eylesin. Râzı olduğu hizmetlerle merzûk eylesin. Dâim sıhhat ve âfiyetle kâim eylesin.


Evlâdım İhsan Efendi, Efendimiz(sav) “Hasenatü’l ebrâr seyyiatü’l mukarrabîn” buyurmuşlardır. Evet, fakîre mektubunda yazdığın bu söz sahihtir. Lâkin bu hadîs-i şerifin ziyâdesiyle şerhe ihtiyacı vardır. Lûgattan bakarak mânâ verilmeye kalkılırsa kişiyi yanlış anlamaya sevkedebilir. Bu sebebdendir ki, tasavvuf tarîkinin ferâset sahibi şeyhleri bazı hadîs-i şerifleri husûsî mürîdlerine veya halîfelerine mektûblarında ve icâzetnamelerinde kaydederek nakletmişler, umûma bu sözleri ilân etmemişlerdir. Efendimiz’in ashâb-ı kirâmından bu zamana gelinceye kadar birçok meşayih bazı hadîs-i şerifleri icâzeden icâzeye naklederek sâliklere aktarmışlardır. Hatta bu hadîs-i şeriflerin bir kısmı meşhur kitaplarda mevcut değildir. İnşâallah ileride hadîs ilminden mezun olduğunuz vakit size yazmış olduğum bu satırları idrak etmeniz mümkün olur. Hasenat, güzellik iyilik demektir. Yani bir fiilin tatbikatına Cenâb-ı Hakk’ın ecir ihsan etmesidir. Ebrâr, sâlih amellerle ve sâlih niyetlerle takva üzre hareket eden ihlâslı kullar mânâsına gelir. Tabiî ki daha geniş mânâları da vardır. Seyyiât, bir amelin Cenâb-ı Hakk’ın hoşnudluğuna mutabık olmaması mânâsına gelir. Günah ve kabahat olarak avâmın isimlendirdiği fiiller gibi. Bu mânâya göre meâlen ebrârın iyi işleri, Allah’a yakîn olanların yani mukarreblerin kabahatleri mesabesindedir diye tercüme edilebilir. Şimdi bu ne demektir? Bazı âlimler şöyle îzah eylemiş: Ebrâr makamındaki zâtlardan sâlih amel olarak kabul edilen fiiller, Allah Teâlâ’ya yakîn zâtlar için günah sayılabilir. Yani o yakîn kullardan daha yüksek bir idrakleri olması hasebiyle daha güzel amel beklenir. Ebrâr Allah Teâlâ’nın hoşnudluğunu fetva ve ruhsat üzre hareket ederek kazanan zâtlardır. Lâkin mukarrebler, Cenâb-ı Hakk’ın hoşnudluğuna yakışır olması cihetiyle ancak takva ve azîmet üzre amelle hareket etmek mecburiyetindedir. Gene ebrâr için demişler ki, kendi cüz’î iradelerini küllî iradeye yaklaştırmak ve tercihlerini hep Hak’tan yana yapmak üzre müdavemet eden kullardır. Ancak mukarrebler için de demişler ki; ebrâr makamında kemâl bularak Allah Teâlâ cüz’î iradelerini onlardan alır ve küllî iradesinden ihsanda bulunur. Bu durumda onlar Allah’ı tercih eden değil, Hak Teâlâ’nın tercih ettiği kullardır. İşte buna binâen bazı âlimler de demişler ki; ebrâr ihlâslı kullara denir ki bu zümreye muhlisler zümresi de denir. Mukarreb olan zâtlara ise Allah Teâlâ’nın kendi hazineyi Rabbaniyesinden ve ilm-i ledünnünden ihlâsı bahşettiği kullarıdır. Bu zümreye de muhlislar denir. Bundan evvel zât-ı âlinize yazdığım mektûb tamamlanmamıştı. Şâyet o mektubu muhafaza ettiyseniz, şimdi bu satırlarla o mevzûyu birleştiriniz. O zaman fakirin maksûdu olan mânâ inşâallah tamam olacaktır. Vad’imizi gerçekleştirmeye muvaffak kıldığı için Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâ ederim.

Nur yüzlü İhsan Efendi oğlum, Cenâb-ı Hakk kuluna şah damarından yakındır. Kul gaflette dahî olsa Allah Teâlâ kulundan gâfil değildir ve dâimâ onunla beraberdir. Zaten gaflet, Allah Teâlâ’nın kendisiyle beraber olduğunu unutmak demektir. Her türlü kabahatin menşei Hak’tan gâfil olmaktır. Gaflet de derece derecedir. Gafletin en alt derekesi küfür ve şirktir. Hak’tan en ziyâde gâfil olanlar kâfir ve müşriklerdir. Kâfir, Allah’tan bihaber olan demektir. Müşrik Hak Teâlâ’dan haberdâr olsa da, nefsinden gâfil olup “Allah varsa ben de varım.” diyen kişidir. Her halükârda bu ahlâk-ı rezile gaflete alem olmuş yani gaflet sevkiyledir. İşte böyle kul gafletten kurtulsa bile her makamda ve her menzilde muhakkak gafletle imtihan olur yahut mücahede eder. Meselâ esmâ’ını bilir amma sıfatından gâfil olur. Sıfatı bilir de ef’alinden gâfil olabilir. Ef’ailine âgâh olur belki zâtına karşı gâfil bulunabilir. Her makamın kendine göre âgâh olma hali ve gaflete düşme tehlikesi vardır. Hak Teâlâ’nın cezbesiyle ve şevkiyle kalbi uyanık olan kişiler ârif makamındadır. Onların kendi makamlarına göre gaflet halleri bulunsa da sâir insanın ârif olma makamından daha yüksektir. Daha evvelce de zikreylediğim gibi Hazret-i Abdulkâdîr-i Geylânî Efendimiz’in bir hutbesinde “Gâfiller gâib olan Allah’tan korkarlar, ârif zâtlar yani velîler ise hâzır olan Allah’ın huzurunda bulunduklarından haşyet içerisindedirler. Hâzır olan Allah’tan korkarlar.” buyurmuştur. Gâfil bilemediği Mevlâ’sından, ârif müşahede ettiği ve kendisine bildirilen Hak’tan çekinip korkar. İnsanların ekserisi Hak Teâlâ’nın cezasından ve cehenneminden çekinir amma husûsî kullar huzurdan uzaklaşma musibetine uğramamak için Mevlâ-yı müteâl’den hazer ederler(çekinirler). Evlâdım, kul Allah Teâlâ’nın yakınlığını hissettikçe hatta müşahede ettikçe daha fazla ibadet taatta bulunmalıdır. Bir başka ifade ile Hak Teâlâ’ya yakınlığın alâmeti kulluktaki ciddiyetle kendisini gösterir. Kendisindeki îmân nurunu ve Muhammedî muhabbet çerağını farkedenler o nuru muhafaza etmek için etrafını sâlih amellerle çevirirler. Çünkü bu nurun düşmanı çoktur. Nefis ve şeytan “lâ” diyerek bu aşk ateşini ve îmân nurunu söndürmek istedikçe, bu nur üzre titreyen, gafletten uzaklaşıp arif olan zâtlar “illâ” diyerek mukavemette ve dâimâ cihadda bulunurlar. Hani mescidlerde mihrabın içerisinde kandil uyandırırlar. O kandil sadece imamın namaz kıldığı makamı aydınlatmak için değildir. Yahut kıble istikâmeti belli olsun diye düşünülmemiştir. Mescidlerdeki mihrab vücûddaki kalb makamındadır. Mihrabın içerisindeki o çerağ îmân nuruna ve Muhammedî muhabbete işarettir. Lâkin o nurun dâimî aydınlatması için kulun sırat-ı mustakîm üzre cihad etmesi yani nefsanî ve şeytanî düşmanlara karşı dâimâ uyanık olması lâzımdır. İşte bu cihada remiz olduğundan imamın namaz kıldırdığı yere mihrab denir ki nefisle ve zulmetle cenk makamı demektir. Evlâdım, balıklar nasıl sudan doymazsa, deniz suyunun fazlalığı o denizde yaşayan canlılara çok gelmezse Hak Teâlâ’ya hakîkî âşık olanlar da asla mânevî zevke, ibadet ve taata doymazlar. Bir parçacık zevk alıp ondan sonra yatarak keyif yapmazlar. Bakmaz mısın ki Efendimiz (sav) hem kullara hizmet etmekten hem dini tebliğ etmekten hem de ferdî ibadet ve taattan hiç imtina etmiş veya bir bıkkınlık, bir bezginlik göstermiş midir? Çoğu zaman ağır şartlar altında ve birçok zorluğa göğüs gererek hayat-ı saadetlerini hitama erdirmişlerdir. Cenâb-ı Hakk’a müştak olmakla şevk sahibi olmak arasında fark vardır. Müştak olanlar belli bir merhaleye geldiklerinde ve mânevî zevki, lezzeti tattıklarında o tatminle teskin olurlar. Fakat şevk sahibi olan zâtların bahşedilen zevk-i mânevî ile tatmin olup doymak şöyle dursun açlıkları ve ihtiyaçları daha ziyâde artar. Onlar kendi varlık şaibesinden ve vehminden geçtikleri ve vücûdları, varlıkları Hak’ta ifna olup bakî oldukları için ancak cemâlullahın tam vuslatında karar kılarlar. Bu zevât her türlü matlûblarını(isteklerini) hatta kendi tatminlerini dahî zü’l-Celâl ve’l-Kemâl Hazretlerine fena etmişlerdir. Güzel evlâdım, menzil uzaktır, hangi tecellî olursa olsun durmak dervişe yasaktır.
Yar yüreğim yar, gör ki neler var,
Bu halk içinde, bize güler var.
Ko gülen gülsün, Dost bizim olsun,
Gâfil ne bilsin, Hakk’ı sever var.
Girdik bu yola aşk ile bile,
Gurbetlik ile, bizi salar var.
Bu yol uzaktır menzili çoktur,
Geçidi yoktur, derin sular var.
Gözleri giryan, ciğeri biryan
Olmuşlar hayran, divâneler var
Her kim aşıktır yolda sadıktır
Sâdık olana, anda neler var
Her kim merdâne gelsin meydane,
Kalmasın yâne, kimde hüner var.
Yunus sen bunda meydân isteme,
Meydan içinde merdâneler var.

Olan olmuş, şimdi derhal maksûda doğru yürümek zorundadır. Efendimiz’in bu âlemdeki son nefeslerini “Allahümme fir refîkîl âlâ” diye sarfetmeleri acaba bu mânâyı anlatmaya kâfi değil midir? Arife işaret kâfidir. Lâkin bu işaretler yola devam mânâsını müşirdir(işaret etmektedir).

Muhterem İhsan Efendi oğlum, halîfenin müstahlef olma şartı vardır. Yani kendisine hilâfet verilen makama ve mercie muvafık hali olması lâzımdır. Emaneti nasıl aldıysa öylece muhafaza etmesi ve o emanet üzre yaşaması elzemdir. Bir usûl üzre devam eder ve o erkân üzre mezun olursa kendisinin de aynı erkân ve usûl üzre devamı ve gördüğü irşad üzre mürşid olması îcab eder. Ancak mânevî emirlere muhatab olur ve bu sebebden dolayı erkânda ve usûlde değişiklikler yaparsa bu müstesnadır(istisnaî bir durumdur). Ama böyle bir emr-i mânevî olmadan halîfe veya şeyh makamında olan kişinin şahsî ictihadda bulunması hatadır. Hilafet sırrını Bakara suresindeki, insanın halîfe olarak ta’yin edilmesi mevzu’uyla muhakkak mütalaa ediniz. Fakîrin anlatmaya gayret ettiği mânâ belki böylece satırlarımızdan öte sadırlara nüfûz eder. Size gösterilen mânânın cevabı da inşâallah bu şekilde o âyetlerden zuhûr eder. Bu öyle bir mânâdır ki bir insanın ömrü bu mânâyı fehmeylemeye yetmeyebilir. İnşâallah Cenâb-ı Hakk mânâda gösterdiği bu hali size hal-i hayatınızda ve âhirette müşahedeyi nasîb eylesin.

Cenâb-ı Hakk sizi kendinizden evvelki hizmet eden zâtlara hayrü’l-halef eylesin. Velîlerin ve mürşidlerin kâim-i makamı, bu yolun sâdıklarının yâr ve refîki ve bu tarîk-i Muhammedîye’nin fukaralarının hâdimi eylesin. Bizler sizden çok hoşnud ve râzıyız. Güzeller güzeli Mevlâmız da sizlerden râzı ve hoşnud olsun. Âmin bi hürmeti Tahâ ve Yasîn bi hürmeti âl-i Yasîn velhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn. El-Fatihâ.

36. mektupta buluşmak üzere…

Reklam

One thought on “35. Mektup

Söyleyecek sözüm var...

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.