Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların otuzaltıncısıdır.
Âlemleri kaf ve nun’la nizâm ve intizâm içinde halkeyleyen, sebebsiz yaratma kudreti var iken her şeyi sebebiyle halkeyleyen, Mûsebbibü’l-esbab ve Kâdir-i mutlak, Zü’l-Celâl, ve’l-Kemâl ve takaddes Hazretleri’ne hamd ü senâ olsun. O Allah Teâlâ ki, kelâmını dağlar taşlar taşımaktan âciz olmasına rağmen insanı, kelâmına muhatab kıldı. Sadr-ı Muhammedîye’ye indirdiği Kur’ân-ı Kerîm’ini o mübarek fem-i saadetten tüm insanlığa ilân eyledi. Ezelden kendisine kul eylediği gibi gene ezelden olabilecek kusurlarımızı afv û setr eyledi. Kendi cennet ve cemâliyle kullarını müebbed sürûra nâil eyledi. Elhamdülillahi rabbi’l-âlemîn.
Müşkil kuşe-i hâcegân, serdefter-i mahlûkat, rehnüma-yı râh-ı Hak, sadr-ı bedr-i kâinat, peygamber-i ins ü cin, mazhar-ı hitab-ı levlâke levlâk, Habib-i Huda, şefi-i rûz-i ceza, menba-ı feyz-i nur-i Hak, Hazret-i Fahr-i âlem Eferıdimiz’e salât ve selâm olsun. Evlâdına, ezvâcına, ashâbına ve etba’ına melâike-i kirâmın getirdiği salât ü selâmlarla ikramda bulunulsun.
Esselâmu aleyküm İhsan Efendi oğlum,
Hudâ-yı bâri, Cenâb-ı Hakk sizi sıhhat û afiyette kâim eylesin. Kur’ân-ı Kerîm’in nuruyla pürnur, îmân ve İslam nuruyla mesrûr, ihsan derecelerinin berekâtıyla kalbinizi tezyin, amellerinizi tahsin eylesin. Evlâdım İhsan Efendi, Kur’an-ı Kerim, kelâm-ı kadîmdir. Mahlûk değildir. O kelâmullahtır. Cenab-ı Hakk’ın kelâmına hudud olmaz. Kelâm mânâyı hâvidir (içinde barındırır). O halde kelâmına hudud olmadığı gibi Hak celle ve âlâ’nın sadece kelâmıyla işare ettiği mânâyı bile hududlandırmak mümkün değildir, bunun olabileceğini düşünmek bile muhaldir. Kişi kendi kabınca, ilmi kabiliyeti nisbetinde Kur’ân-ı Kerîm’den nasîbdâr olur. İnsanın idrakini Allah artırır. Lâkin Cenâb-ı Hakk her şeyi sebebiyle halkeylemiştir. Bu idrakin artabilmesi için kişi kendince iradesini teksif eylemelidir. Kur’ân-ı Kerîm’den feyiz almak için ilk lâzım olan şart, gönülden îmân ederek Kitabullah’ı okumaktır. Âlim de olsan, Arabî lisânı da bilsen bilmem ne kadar lügat da karıştırsan, Kur’ân’ın feyzinden istifade etmek istiyorsan bunların hepsi bir tarafa, muhakkak okumak îcab eder.
Kur’ân’ı okumaktan murâd, Allah’la konuşmaktır. Kişi bunu düşünür ve aslında Kur’ân-ı Kerîm’i okurken ne büyük bir nimete nâil olduğunu farkederse kelâmın mânâsı günden güne kendisine keşfolunur. Okurken kendini aradan çıkar. Eûzü besmeleyi çektiğin andan i’tibaren adetâ Cenâb-ı Hakk’ın kelâmı için o vücûdu vakfet, huzur-i ilâhîyede eriyen bir mum gibi kendini aradan kaybet, erit. Güzeller güzeli Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuna bak ki bizim ağzımızdan kelâmını çıkartıveriyor. Bu ne muazzam ve muhteşem mucizedir. Kıraat ederken (Kur’ân-ı Kerîm’i okurken) böyle bir lûtfa mazhar olduğun için dâimâ içinden Allahu zü’l-Celâle hamd ve senâ duygularıyla niyâzda bulun. Hangi âyeti yahut Kur’ân’daki hangi mevzu’u okursan oku, neticede şunu unutma ki: O söyleşmek, o sohbet, Hazret-i Allah ile mülaki olmak demektir. Bir kişi Kur’ân-ı Kerîm okuduktan sonra “Vallahi ben Allah ile konuştum.” diyerek yemin etse, kefaret îcab etmez. Yani yalan yere yemin etmiş olmaz. Bir de şunu düşün: Kur’ân-ı Kerîm’i seversin, dinlemek ve okumaktan büyük haz alırsın ve zevk duyarsın. Peki bu zevkin ve muhabbetin kaynağı nerededir? Zât-ı âlinizi yormayayım, demek isterim ki; Hak celle ve âlâ Hazretleri bizleri ne kadar sevmiş ki, ezelden, daha kendi varlığımızı bile idrak edemeyeceğimiz vakitte bizleri Kur’ân-ı Kerîm’i sevmek üzere yaratmış, fıtratımıza bu neş’eyi ve muhabbeti nakşeylemiş, sırlamış. Kulunu o kadar çok sevmiş ki, daha biz kitaptan haberdâr olmadığımız vakitte O, kulunu kitabından haberdâr olacak, hem kelâmına hem zâtına müştak olacak şekilde yaratmış.
Yâ Rab, Sana hamd ü senâ olsun. Bizler yolumuzu şaşırsak da lütfen ve keremen bizi muhabbetinden, kelâmından, habîbinden uzaklaştırma. Senden gafil olsak, fısk u fücûr içeriinde bulunsak da n’olur bizleri huzurundan tard eyleme. Zira başka kapımız yok, âciziz Yâ Rabbî. Kur’ân okuyacak ağzımız olmasa da, Sen erhamu’r-rahîmîni ve kelâmını ve kelâmının müşahhas şekilde tezahürü olan Muhammed Mustafa’yı(sav) zerre kadar bile olsa seviyoruz. Bu bize bahşettiğin zerre bile olmayacak küçüklükteki muhabbet nurunu Sen ziyâde eyle. Bizi o nur ile pür nur eyle. Cehennem nârına ve Senden uzaklaşma, hasret nârına bizi yakma. Senden uzaklaşmayla bizi imtihan eyleme. Kapında boynumuzu bükmeyi, bizlere zevk hali olarak bahşeyle. Âmin…
Hak âşığı İhsan Efendi oğlum, bendeniz müfessir değilim. Amma gençliğimde hasbel kader tefsir sohbetlerinde ve müfessir zâtların rahle-i tedrislerinde bir müddet bulundum. Yakın zamana kadar da sıhhatim müsaade ettiği ölçüde Kelâmullah sohbetlerine iştirak etmeye gayret ediyorum. Rabbim bu meclislerden bizleri uzak eylemesin. Lâkin sorduğunuz bazı âyetlerin tefsirinde size daha evvel de tavsiye ettiğim gibi Bursalı İsmail Hakkı Efendi’nin Rûhu’l beyân’ını okumanızı hatırlatıyorum. Sorduğunuz suâllere cevabı oradan bulabilirsiniz. Teberrüken bir suâlinize cevap vereyim. Duha süresindeki o âyetler sizin okuduğunuz tefsirde ifade olunan şekilde değildir. Yani bunu kim yazmış ise sürç-i lisân etmiştir. Şayet bilerek bu sözü sarfettiyse çok büyük hata etmiştir. Bir kere düşün, yâ hû hiç Allah Teâlâ “Seni yetim olarak bulmadı mı, yoldan sapmış olarak bulmadı mı?” gibi ifadelerle tavsif edilir mi? Bir kere bulmak fiilini Allah Teâlâ’ya nasıl ithaf edersin? Mümkün olur mu böyle bir şey? Ezelde peygamber olarak yaratılmış ve ta’yin edilmiş Efendimiz(sav) için “Dalâletteydin, hidayete erdirdi.” diye meâl verilir mi? Edeb yâ hû! Yâ hû edebi geçtik, iz’an da mı, insaf da mı yoktur? İnsafı da geçtik, hiç mi ilim okumamış bu insanlar? Nasıl böyle bir şeye cür’et edip Kelâmullah’a ve Resûlullah’a saygısızlıkta bulunuyorlar? Galiba, husûsî yanlış anlamak üzere tedrisat görmüşler. Hatta bu sapıklık medresesinden yüksek dereceyle mezun olmuşlar. Şimdi bak İhsan Efendi oğlum, daha çocukluğumuzda bize öğretilen bir muhaverat(konuşma) şekli vardır. “Müslüman mısın?” diye sorulduğunda cevaben “Elhamdülillah” deriz, “Ne zamandan beri Müslümansın?” sorusuna ise, “Kalû belâdan beri.” cevabını veririz. “Kalû belâ ne demektir?” suâline ise “Elestü birabbiküm’ün cevabıdır.” diyerek mukabelede bulunuruz. Sen de bilirsin, tıfıl çocuklar da bunu bilir. Yani bu suâl ve cevap şekliyle büyüklerimiz, Müslümanlığın bize ezelden Cenâb-ı Hakk’ın lütfü olduğunu, buna hamdetmemiz gerektiğini anlatmak istemişlerdir. Ve bu îmânın ruhlar âleminde ikrarımızla sabit olduğunu anlatmak istemişlerdir. Şimdi gelelim buraya, zât-ı âliniz düşünebiliyor mu, bizler ruhlar âlemindeyken Allah’ın îmânına mazhar olacağız, hâşâ Efendimiz dalâletteyken îmâna mazhar olacak ve kırk yaşından sonra da peygamber olacak. Yâ hû bu nasıl bir anlayıştır, ne sakat bir görüştür. Güzel evlâdım, enbiyâ yani peygamberlerin hepsi ruhlar âleminde seçilir. Bir adam çalışmakla, muntazam bir hayat sürmekle, efendim şu sebebden bu sebebden peygamber oluvermez. Elma ile armut değil ki bu. Nebilerden bahsediyoruz. Peki “Kırk yaşında peygamber oldu.” demekle ne kasdedilir? Peygamber Efendimizin nübüvvetinin kırk yaşındayken ilân edilmesi kasdedilir. Yoksa “Kırk yaşında peygamberlik geldi.” demek ahmakça bir sözdür. Efendimiz saadetle buyurdular ki: “Adem toprak ile su arasındaydı, henüz cismi bile teşekkül etmemişti, ben peygamberdim.” Hatırladığım kadarıyla Sünen-i Tirmizi’de bu hadîs-i şerif zikrolunmuştur. Hadîs-i şerîfin metnine dikkat edersen, insandım veya ruhtum, demiyor. Resûldüm, diyor. Resûl ne demek? Kitap sahibi ve ümmeti olan zât demektir. Efendimiz daha semâvâtın nakşı olmadan, nev-i beşerden mevcûdatın haberi olmadan evvel risâlet tahtında Kelâmullah’ın mazharıydı. Sonra bu âleme geldiğinde ruh-i Muhammedîye’sinde bulunan o kelâm kırk yaşında tezahür eyledi.
Şimdi hatırıma gelmişken, bazı ahmaklar vahyin gelişini de yanlış aktarırlar. Malûm hâdiseyi biliyorsunuz, meşhurdur. O sebebden kısaca sadece bir bölümünü zikredeceğim. Cebrail(as) geldiğinde “Oku” diyor Efendimiz’e, “Okuma bilmem.”buyuruyor Efendimiz, sonra Cebrail(as) Efendimizi sıkıyor, tekrar “Oku” diyor, Efendimiz aynı şekilde mukabelede bulunuyor, Cebrail(as) tekrar sıkıyor. Efendimiz “Ne okuyayım?” buyuruyor ve bunun üzerine de işte ma’lûm ilk âyetlerin zuhûru ve Hazreti Cebrail’in Alâk sûresinin ilk âyetlerini okuması mevzu’u vardır. Şimdi bu hâdiseye de, ilmi ve aklı noksan bazı kişiler, anlamayarak kendilerince yorum yapmaktadırlar. Güzel evlâdım, Hak Teâlâ ümmî olan bir zâta niye okumasını teklif etmiş olabilir? Buradaki okumaktan murâd Efendimiz’in sadrında bulunan mânânın zuhûruna davettir. Yoksa Cebrail(as) hâşâ Efendimiz’e işkence ederek sıkıp bırakıp sonra sıkıp bırakıp zorla mı okutmuştur? Buradaki nezaketi de anlamazlar ki, o kucak kucağa sarılma ve sadrın sadra akmasıyla ilgili bir hikmettir. Cebrail(as) Efendimiz’in sadr-ı Muhammedîye’sinden aldığı izinle gene ona âyetleri okumuş, Hazret-i Muhammed Mustafa’ya Hakk’ın kelâmı için âyine olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm Cebrail’e indirilmedi ki, Resûlullah Efendimiz’e indirildi. Fesübhânallah. Cenâb-ı Hakk irfansızlıktan bizleri muhafaza eylesin.
Güzel evlâdım, Duhâ sûresine tekrar nazar edip dönersek oradaki “elem yecidke” kelâmından murâd lûgattaki “bulmak” mânâsında değildir. Hak Teâlâ neyi kaybetti ki bulacak? Hâşâ, kâinatı dolaşıyordu da Mekke-i Mükerreme’de en uygun kişiyi, güzel ahlâklı bir yetimi mi bulmuş! Mümkün mü böyle bir şey? Peki nedir? Bu kelâmda geçen mânâ “bulmak” mânâsına değil “icad” mânâsınaadır. Yani buna göre “Rabbin seni yetim olarak îcad etmedi mi? Yaratmadı mı ve böylece seni muhafaza etti.” ‘Yetim’ kelimesi için müfessirler genelde insanların anladığı mânânın uzak olmadığını söylemişlerse de, burada zikredilen yetimin “dürr-i yetim” olduğunu ifade eylemişlerdir. Tam karşılığı “yetim inci”dir. Bu tâbir, eşi benzeri olmayan nadide inciler için kullanılır ki çok çok ender bulunup başka hiçbir inciye benzemeyecek özelliğe sahip kıymetli inci mânâsınadır. Dürr-i yetim olarak tefsir edilirse “Rabbin seni eşi benzeri olmayan bir inci gibi îcad eyledi de kıymet bilmeyen câhiliye gürûhu arasında muhafaza etmedi mi?” manası verilir. Şimdi bu burada kalsın.
“Dall’en” tâbirine gelince. Bazı terbiyesiz herifler Duhâ süresindeki bu âyeti okuduklarında “Sen sapmış olarak bulundun da Allah sana hidayet etmedi mi?” gibi ancak Resûlullah’a düşman olanların söyleyebileceği sözler sarfediyorlar. Hak celle ve âlâ Kur’ân-ı Kerîm’in şikâyetinden emin eylesin ve bu zâtlar hakkındaki şikâyetlerimizi îmânımıza delil eylesin. Neûzü billah(Allah’a sığınırız.). Bir kere “dall” kelimesinin lûgatta birçok mânâsı vardır. Amma Kur’ân-ı Kerîm’de geçen kelimelere mânâ verilirken muhakkak Kur’ân-ı Kerîm’in tamamında o kelimenin başka şekilde kullanılışına müracaat lâzımdır. Kur’ân’ı yine Kur’ân tefsir eder. Sûre-i Yusuf’ta Yusuf(as),un Mısır’dan gömleğini babasına gönderdiği esnada, babası Hazret-i Yakub(as) yanındakilere “Sizler bana çok yaşlandığı için şaşırıyor, demeseniz ben hakîkaten Yusuf’un kokusunu duyuyorum.” dedi. Sûre-i Yusuf’un 95. âyet-i kerîmesinde Yakub(as)’un bu sözüne karşılık yanında bulunan ümmetinden olan kişilerin “Allah’a yemin ederiz ki, sen hâlâ eski şaşkınlığında devam ediyorsun.” dedikleri buyrulmaktadır. Müfessirler bu âyet-i kerîmenin tefsirinde dalâl kelimesinin “sapkınlık ve hidayetten mahrum olmak” şeklinde tefsirinin söz konusu olamayacağını söyleyerek böyle bir durumda yanındakilerin kâfir olması îcab eder, demektedirler. Zîrâ peygambere sapık demek kişinin kâfir olması demektir. Bunun için dalâl kelimesi ne yaptığını bilmeyecek kadar muhabbet üzre olmak, muhabbetinden dolayı etrafına aldırmamak demektir. O halde Duhâ süresindeki âyetin tefsiri meâlen “Sen Rabbine muhabbetinden dolayı bu coşkun hal üzereydin. Hak celle ve âlâ sana vuslatını ve kendisine kavuşacağın sırat-ı müstakimini belli beyân kılmadı mı, seni Rabbine âşık olarak îcad etti de sonra bu muhabbetin îcabı olan kurbiyyete(yakınlığa) mazhar kılmadı mı?” şeklinde ifade edilebilir. Sûrenin devamındaki âyetlere ismini zikrettiğim tefsirden bak. Şu andaki hâlet-i ruhiyem daha fazlasını yazmaya müsait değil. Amma şu kadarını söyleyeyim ki; sûrenin devamındaki âyetlerde geçen yetim, sâil kelimelerinde muazzam derinlikte mânâlar ve mefhumlar vardır. Ayrıca kalb-i Muhammedîye’ye işaret vardır. Kalbinle mütalaa et, ruhunda bu mânâ zuhûr edecektir. Âlim, Allah Teâlâ’nın râzı olduğu hissiyata mazhar olmuş zâta denir. Sadece metin okumakla âlim olunsaydı bizim buradaki papazlara da âlim denirdi. Zîrâ onların dinimiz hakkında epeyce malûmatları vardır. Cenâb-ı Hakk faydasız ilimden, hayra sevketmeyecek ilim kisvesindeki malûmât yükünden bizleri muhafaza eylesin. Merzûk kıldığı ilimlerle de amel ihsan eylesin. Amelimizi ihlâs ile ziynetlendirsin. Kendi kurbiyyetine vesile eylesin. Mevlâ-yı zü’l-Celâl, vel-Kemâl, râzı olduğu amelleri râzı olduğu şekilde îfâya bizleri muvaffak eylesin. Allahümme yâ mufettihal ebvâb. İftah lenâ hayrel bâb. Âmin. Bi hürmeti Fatihâtül-kitab.
37. mektupta buluşmak üzere…
Allah razı olsun.