Başım açık yalın ayak, günahıma ağlayarak düşsem Kâbe yollarına…
Ka’be-i kûyun tavâfından beni men itme kim
Ne kadar olsam zaîf, âhir senin kurbânınam
Çi efsurdî der on gûşe çirâ tû hem nemîgerdî
Meğer tu fikr-i menhûsî ki cuz ber gam nemîgerdî
Ne diye o şehirde donakalmışsın; ne diye sen de dönmezsin? Yoksa gamdan başkasının çevresinde dönmem diyor, böylesi bir fikre mi düşüyorsun? Mademki İmrânoğlu Mûsa geldi, ne diye Firavun soyundansın? Mademki soluğu güzel İsa geldi, ne diye solukdaş olmuyorsun ona? Hak’la ahitlerde bulundun, gevşekliğinden ahitlerini bozdun; ne diye canlarıyla oynayanların sözleri, ahitleri gibi sözün, ahdin sağlam değil? Fareler gibi toprağın içinden her mutfağa bir yol açıyorsun; ne diye padişahlar gibi şu kubbenin üstünde dönüp dolaşmazsın? Ne diye kapılardaki halkalar gibi bağırıp çağırırsın? Ne diye bir soluk olsun, erlerin halkasına girmezsin? Kapalı kapı nasıl açılır? Anahtara düşman kesilmişsin; yaralı ne diye iyileşir? İlacın çevresinde dönüp dolaştığın yok ki.
A benim canım, baş onun yoluna toprak kesildi mi, baş olur; a baş, ne diye bayrağının aşkıyla perçem olmazsın ki? Ne diye yağmursuz bulut gibi Ay’ın önünde eğleşir, âlemi karartırsın? Ne diye Ay gibi şu âleme parlamaz, şu dünyayı parlatmazsın? Kalem, yazıda bir harf eksik gördü mü, oraya kor elini; ne diye düzeltme aşkıyla eksik harfi arayıp bulmazsın? Senin elinden başka bir el dikerse ne gül bahçesi gelişir, ne bir gül açar, ne bir fesleğen; a yüz, iki kaynağın var, ne diye akmazsın? Gökleri tavaf edenler insanın çevresinde dönüp durmada; yoksa sen lanetlenmiş İblis misin ki insanın çevresinde dönüp dolaşmazsın? Nefsin seni bu şehre çekmiyorsa ne diye susmazsın? Kâbe değilsen, bâri ne diye Zemzem olmazsın?
Onlar kendilerinden fâni, dostları ile bakî olmuşlardı.
Bu ne garip şeydir ki hem varlar, hem yoklar!
Kendi nefislerinin tasarruflarında bulundukları zaman yok, Hakkın tasarrufunda oldukları zaman ise vardırlar. Tıpkı kimyadan altın olmuş bir bakır gibi. Bu vaziyette bulunan bakıra hem yok, hem de var derler. Yani bakırlık sıfatından yok olmuştur, bakırlığı altına dönmüştür. Bu yüzden Ulu Allah, Attığın zaman sen atmadın lâkin onu Allah attı (Sûre:8, Âyet: 17), buyurmuştur. Yani: “Ey Habibim! attığın Oku atan sen değilsin. Allahdır.
Vücudu Allahdan gayrı olan her şeyden temizlenmiş ve boşalmış olan her kuldan meydana gelen bütün şeyler, sevabın ta kendisidir. Hattâ zahiren küfür, günah, isyan bile olsalar. Zira bu artık bir âletten başka bir şey değildir. Ondan her ne meydana gelirse gelsin, onun bunda hiçbir dahli yoktur. Hepsi Allah’dandır. İşte bunun için onların haklarında ve amellerinde “Bu, iyidir; o, kötüdür, bu, zulümdür; o adalettir;” diye tasarruf edilemez. Bu tasarrufu, bu hüküm ve temyizi kulların işlerinde yaparlar. Çünkü onlar kendi nefislerinin âleti olmuşlardır.
Allah’ın işlerine itiraz edilmez. O, isterse yaşatır, isterse öldürür. Her ikisinde de âdildir. Çünkü Allah istediği şeyi yapar; istediği hükmü verir. (Sûre: 14, Ayet: 32)
Âlemde, insanlardan hâsıl olan şeyi iyi veya fena, adalet veya zulüm, diye tavsif etmeleri Hakkın rızasına uygun olup olmaması bakımındandır. İnsanlar bu işleri kendi ihtiyarları ile yaparlar. Varlık ve nefisleri meydandadır. Bu sebepten meydana gelen iş Allah’a ait olamaz.
Peygamberler ve evliya, Hakkın rızasının, zulüm ve şer ehlinden hâsıl olan hainlik ve eğri yola sapmak, serkeşlik etmek, gaflette bulunmak ve diğer kötü işlerle uğraşmakta olmayıp, daima hayır, adalet ve iyi şeylerle meşgul olmak ile, tâat, ibadet ve perhizkârlıkta olduğunu haber verirler. Şu halde , iyide ve kötüde tasarruf etmeleri, Hakkın rızasına uygun gelmesi içindir.
Eğer maksat Hakkın rızası olmasaydı aslında iyi ve kötü olmaz ve kimse iyiliği, kötülüğe tercih etmezdi. Akıllılar ise Hakka eriştiren kötülüğü, binlerce iyiliğe tercih ederler. Çünkü Ne kadar masiyetler vardır ki uğurludur ve ne kadar tâatler vardır ki uğursuzdur. Bundan da malûm olur ki aslında iyi ve kötü, istenilen şey değildir. Hakkın rızası bu işler için bir ölçü olmuştur. Bunun farkı akıllılar arasında o ümit ile meydana çıkmıştır. Meselâ bir adam ıssız bir çöle gelmiş ve bulut da güneşi kaplamış olsa, kıblenin hangi tarafta olduğunu bilmez ve kimseyi de bulamaz ki ondan sorsun. Her tarafı araştırır nihayet zannı galip gelerek bir tarafı kıble olarak seçer. Namaz kılar. Kıldıktan sonra kıblenin o taraf olmadığını öğrenirse, namazı tekrarlamaz. Kıldığı namaz doğrudur. Güneşin bulutla örtülü olmadığı, kıblenin bilindiği ve herkesin o tarafa doğru namaz kıldığı bir yerde, bir kimse başka tarafa dönüp namaz kılarsa, namazı kabul olmaz. Madem ki secdeyi kıbleye doğru yapmak lâzımdır, bütün bu ihtiyat ve tedbirlere ne lüzum var?
Eğer Kabe’nin içinde olursanız namazı ne tarafa kılarsanız kılın, doğru olur. Sağdan, soldan men’etmekten maksat, secdenin Kabe’ye doğru olması içindir. Fakat Kabe’nin içinde secde, her ne tarafa yapılırsa yapılsın doğru ve yerinde olur. Malum olan Kabe’nin dışında bulunan bir kimseye, secde için Kabe, belirli bir işarettir.
Peygamberler, insanlar. Allah’ın rızasına uygun bir işi yapabilsinler diye, iyi ve kötüyü, adalet ve zulmü bir ölçü kabul ettiler.
Allah adamı kendisinden tamamen boşalıp, Cüneyd’in: “Cübbemin içinde Allah’dan gayrı bir şey yoktur.” dediği gibi Allah ile dolarsa, yaptığı her şey doğru ve Kabe’de namaz kılarken olduğu gibi olur. Buna iyi veya kötü, yani yanlış veya doğru sığmaz. Allah yaptığı için iyi, kötü, zulüm ve adalet bir olur.
Başım açık yalın ayak, günahıma ağlayarak düşsem Kâbe yollarına…
inşallah banada nasip olur