Biliyorum sessizliğe kıymış olacağız ama susarak anlaştıklarımızın, susayarak kandıklarımızın affına sığınarak sustuğumuzda duyulanlara dâir şöyle bir “muhabbet etmek” geldi içimizden…
Daha bir “soru” görünmeden, kendini oluşturan bütün unsurlar birleşerek formüle edilmeden önce “bilmiyorum” hissi vardır.
İşte bu “bilmiyorum açıklığından” zihin katmanında bir soru açığa çıkıyor. Aslında bu açıklık, zihnin kavramlar aracılığıyla bir şeyi ifâde edebilmesinin tek yoludur. Ancak sorunun gerçek özü, ortaya çıktığı bu engîn açıklıktır.
Bir soru için, kavram biçiminde bu açıklıktır diyebiliriz yâni “Bilmiyorum”un zihinde aldığı şekil.
Bu soru, sâdece bu açıklık olarak mevcut olan biri tarafından alındığında, açıklık yine kavramsal düşünme biçimini alır ve bir cevap verir.
Cevabın amacı kavramsal düşünceyi sürdürmek değil soruya son vermektir. Bir soru, yalnızca gerçekten yanıtlandığında soru olmaktan çıkabilir.
Soruya son veren, kavramı çözen, sorunun sorulduğu biçim ve sorunun çözüldüğü şey, ilk başta geldiği yerdir; açıklıktır. Zîrâ gidilecek başka bir yer yok.
Bu yüzden cevabın soruyu çözdüğünü ve bizi çıplak açıklığa, orijinal “bilmeme hâline” geri döndürdüğünü söyleyebiliriz.
Peki sorudan önceki açıklık ile cevaptan sonraki açıklık arasındaki fark basitçe nedir?
Soru, tatmin edici bir şekilde cevaplandığından, bu açıklıkta en azından geçici olarak çalkantının sona ermesi söz konusudur.
Artık bu sessiz açıklıktan, kavramsal düşünceye kaçmak için bir dürtü yoktur ve tam da bu noktada, kendi gerçek doğamıza dalarız; açıklık kendini böyle böyle deneyimler.
Yani öğretici tarafından yeni bir şey verilmez. Soru, zâten cevabı içerir, aslında soru doğru cevaptan doğar.
Durum böyle olmasaydı yâni cevabı zâten bilmeseydik, duyduğumuzda onu nasıl tanırdık?
Hiç düşündünüz mü bir şeyi tam anladığımızda hissettiğimiz “Evet işte bu” cevâbı nereden geliyor?
İrfan meclisinde pek iyi bilinen:
“Dinleyen, söyleyenden ârif olsa gerektir”
düstûru biraz da:
“Sessizlik boş değil cevaplarla dolu” demektir.
Çünkü “Bilmiyorum” açıklığına her şey dolabilir.
Sorusu (cevâba d)olanlarla
DEVÂM EDİYORUZ…
– Yâ Rab haberi nerden alalım, cevabı kime soralım?
Müftüler fetvâ verseler de sen yine KALBİNE danış
Sana şüphe getirip ıztırâba düşüren nesneyi terk eyleyip KALBİNE yakîn ve temkîn getiren nesne ile amel eyle.
Onu Rûhu’l-emîn (Fuâd’a yansıyan Cebraîl) senin KALBİNE indirmiştir.
[Şuarâ:193-4]
Kalp, madde ve manâ arası bir köprü, hele içinde “süveyda” denilen bir kara delik var ki bir ucu sonsuz açıklığa açılıyor, yere göre sığmayanı saklıyor.
O halde zihnin sesini nasıl kısabiliriz?
Zihin ölçer, kıyaslar ve tanımlar; istese de sessiz kalamaz.
Dinlenmek için aradığımız sessizlik zihnin susması değildir; varlığımızın kendi doğası olarak dâimâ zihnin arkasındaki açıklıkta bulunandır.
Bu açıklıkta sessizlik, sınırlama veya merkezin olmadığı özgürlüktür. Bu bizim kendi bütünlüğümüzdür, ne bedenin içinde ne de dışındadır.
Zihni susturmak yerine beden ve zihin arasındaki nefesin farkında ol ve “bir kalbin var hatırla” Hem biliyorsun ki sessizlik boş değil cevaplarla dolu.
Soru cevap yansımasına devâm ediyoruz…
Sorunun ortaya çıktığı açıklık ve cevabın geldiği açıklık iki farklı açıklık değildir, bunlar bir ve aynıdır çünkü evrene ancak tek bir sonsuz, tek bir boşluk (engin açıklık) sığabilir.
Sorunun sorulması, bu açıklığın yaratıcı (creative) yönüdür. Sorunun çözülmesi ise daha derin (meditative) yönüdür ki var olan her şeyin çözülmesidir.
Peki bir sorunun amacı nedir?
Neden bu hareket, bu çalkalanma, bu kıpraşma, bu yaratıcılık?
Neden sadece huzur içinde dinlenmiyoruz da soru(n) çıkarıyoruz?
diye sorsak kendimize, zihinden bir cevap veremeyiz.
Çünkü zihin, sorduğumuz “yaratıcılığın” bir parçasıdır. Her şey böyle böyle sınırlı zihin tarafından sınırlandıkça bir şey halinde görünür, gayb.olmaktan kurtulur.
Ne demişti W. Blake:
“Eternity is in love with the productions of time”
Belki de bu yüzden, sonsuz açıklık, kendisini, her ân başka bir iş ve oluşla, kendi kendine ifşâ etmekten, Cenâbı Mevlevî tâbiriyle “Huzur tavlası” cümbüşünden hoşlanıyor.
Ve bu soru-cevaplar yâni karşılıklı diyalog oyunu, kendi kendine kurduğu birçok zevk modundan sadece biridir ve aslen karşılaşma değil aynalaşma diyalog değil monologtur.
Yani asıl soru kelimelerde değil ve gerçek cevap da kelimelerde değil.
Bizde âdet böyledir, güzeli oynatırlar amman güzeli oynaaadırrlar
DANSA DEVÂM EDİYORUZ
Bir dönem ekranları süsleyen 007 J. Bond serisinden hatırladığımız başı dumanlı bir mesaj:
This message will self-destruct in ** seconds
Bu mesaj kendini *** sonra imhâ edecektir.
Bu aslında kadim bir gerçeğe dair anlık bir fotoğraf:
Ders tam anlaşılsın diye kendini yok etmeyen öğreticinin de, müridin gerçeğe varması için kendini fenâ etmeyen mürşidin de hakikati yoktur.
Birer zarf olan kelimelerin gerçek anlamlarının doğması için kabuğun yok olması gerekir ve işte o anda, aslında bu cümlelerde söylenenleri anlamadığımızı fark ederiz; biz anlayan veya anlatan değil anlayışın kendisiyiz.
Öyleyse, hem cevabın hem de sorunun gerçek içeriği bu sonsuz açıklıktır, bu bilmeme hâlidir.
Bu açıklık, soru ve cevabın muhafaza edildiği ve her ikisinin de içinden çıktığı, içinde çözüldüğü, kelimelerin arkasında, arasında ve içinde mevcut olandır.
Soruları bu açıklıktan formüle ediyoruz ve yeniden bu açıklıkta çözülüyorlar.
Bu, açıklığın her an kendini görünür kıldığı ilahi bir oyundur. Çünkü:
O, her an yeni bir iş, oluş, görünüş yaratım hâlinde, başka bir tecellîdedir.
[Rahmân:29]
İşte gerçek bir muhabbet, kelimelerin çokluğu görünse de açıklıktan açıklığa doğru bir harekettir, kendi(liği)nden ayrılmayan hiçbir yere gitmeyen bir dans gibidir.
Bu dansın adımları bazen hızlı bazen yavaş, bazen nazik ve bazen sert, bazen karmaşık ve bazen basit, bazen entelektüel ve bazen samimi, bazen uzun ve bazen kısa görünse de her zaman aynı danstır.
O halde bir şey okuduğumuz veya dinlediğimiz anda, söylenen bütün kelimeleri derhal unutmalıyız.
Geriye kalan şey, kelimelerin işâret ettiği gerçek anlamı, “BEN” dediğimizde atıfta bulunduğumuz şey, sorunun gerçek cevabı; sessizliğin eşsiz parfümüdür.