Bir gören yoksa


Farkında olduğun şey, farkındalığın dışında vâr olamaz. Zemin yoksa nesne asla bilinemezdi ve farkındalıkta vâr olan, farkındalıktan başkası olamaz zira farkındalık, farkında olmamayı, bilinçsizliği bilemez. “Madde” bile farkındalığın bir formudur. Farkındalıkla bağı çözülmüş nesnelerin gerçekliği yoktur. Çok ve çeşitli görünen nesnelerin varlığı yoktur, tek varlığın, her an kendini başka türlü ifade ettiği nesneleri vardır.
[Abdal Kadrî]

Gün görmüşler geçişli bir fiili pek iyi bilirler:
“Görmek” geçiş yoksa eylem yok yani…

(Gözle ve ışık yardımı ile) Bir nesne veya kimsenin varlığını algılamak, hissetmek lügatten “görmek” diye okunuyor.

Peki nasıl oluyor da oluyor?

Retinanız fiziksel olarak fotonlar tarafından bombalanır ve böylece görme mekaniğini ortaya çıkarır. Kodlanmış kimyasal bilgi, gözden beyne giden optik sinirler aracılığıyla akmaya başlar. Ne var ki bu verilerin hiçbirinin rengi yoktur çünkü hem fotonlar hem de sinir sinyalleri renksizdir.

Renk, yalnızca bilinçte bilinir. Bilişin niteliği varoluşun içine bu şekilde gömülür. Sadece renk için değil, beş duyu için de geçerli olan biliş olmadan burada bu şekilde vâr olamazsınız.

Evet “Bütün insanlar, istisnasız uykudadır ölünce derhal uyanırlar” ve evet şu anda tamamen uyanık olsaydınız, hayatınızın her bir ânı kesinlikle mucizevi gelirdi.

Bu hissiyât, bu hayret olmadan mucize olamaz. Şimdi Einstein’ın o meşhur buyruğuna kulak kabartmalıyız:

“Ya hayatta hiçbir şey mucize değil diye bakacaksınız ya da her şey de bir mucize göreceksiniz”

Mucize, senin büyük bir imkân olan insanlığında gizli bir hazine. Ne var ki çoğumuz kendi zihnimizde kurduğumuz ikinci el düşüncelerden, kuru inançlarda ördüğümüz parmaklıklarda, kendi zindanlarımızın esiriyiz.

Mucize, o zindanın dışından kendine bakabildiğin gün başlar, her an akar.

Evet kalpten çıkan sözler ilham verici olabilir ama aslında her şeyin bir mucize olduğunun bilincinde bir hayat nasıl yaşanabilir?

İşte bu soruyu cevaplamak için gündelik, basit bir egzersiz.

Burada günlük, sıradan bir deneyimi alıp koşullanmış zihinle, alışkanlıklarla değil yeni gözlerle görmemiz isteniyor. Maksadımız, sizi dini bir mucizeye veya doğaüstü herhangi bir muazzam şeye bağlamak filan değil.

Gündelik dünya, varlığın büsbütün akışı olan “kanıksadığımız bu hayat” gerçekten mucizevidir. Her an sırlar denizinde boğuluyoruz ama bu mucizeleri açıklayıp açıklamamanın, zihne bulamanın da pek bir önemi yok.

Bizim bakış açımızdan bağımsız olarak gerçekleşmeye devam ediyorlar, olup duruyorlar işte.

Anda olup duranın yanında hiçbir şey daha temel ve hayatî değildir. Ama yine de hiçbir şey mucize değilmiş gibi normalleştirerek, aşinalık kesbederek yaşamak istiyorsanız, ana akım bilimsel dünya görüşü sizi destekleyecektir.

Bilim, tamamen fiziksel fenomenleri almak ve her birine mümkün olan en iyi rasyonel açıklamayı vermekle ilgilenir. Bu yaklaşımın katkısını küçümsemiyorum çünkü kendimizi ileri teknoloji ve onun tüm faydaları (ayrıca gizli ve pek de tekin olmayan tehlikeleri) ile çevrili bulduğumuz açık.

Neyse efendim, bilimle eğlenenler ecük daha eğlenedursun hazırsanız muhabbet bağında, gözlerimizin içine bakmaya başlayabiliriz:

Öyle ya “Dışarı bakan rüya görür, içeri bakan uyanır”

Gözlerinizi kapatın ve tastamam siyahlığı, açık pencerenin ardındaki o büyük boşluğu, “karanlığı” canlandırıverin hele.

Ne bileyim yerin derinliklerindeki uçsuz bucaksız, ışığın uğramadığı bir mağara, yıldızsız bir gece, zifiri karanlıkta bir gökyüzü veya sadece bir kara tahta görüntüsünü kullanabilirsiniz. Bir süre bu karanlıkta dinlenin, kendi içinize banın, demlenin…

“Tamam” sesi duyulduğunda gözlerinizi açın ve etrafınızdaki odaya bakın.

Eee n’olmuş…
Mucize bunun neresinde?

Bilmem farkında mısınız ama gözleriniz kapalıyken ve karanlıktan başka bir şey hayal etmediğinizde, odanızı “gerçekte olduğu gibi” görüyordunuz.

Kendileri görünmeyen fotonları parlaklığa, renge ve şekle dönüştürme mucizesini gerçekleştirmek için bir gözlemci şarttır. Yani siz olmadan hiçbir “ışık” yoktur.

Gece gökyüzü aslında siyahtır. Yıldızlar parlamaz. İşin ilginç yanı, gün ortasında da gökyüzü siyahtır. Evet güneş parlamıyor.

Fizik, aslında “görünmez” olan fotonların ve ışığı taşıyan temel parçacıklar olduğunu çok iyi bilir. Olayları ve nesneleri görmemiz tamamen bilinçte gerçekleşir.

Dışarısı karanlık olduğu gibi beynin içi de bir yeraltı mağarası kadar simsiyahtır. Beyindeki görsel kortekste görüntü yoktur. Beyni oluşturan sıradan kimyasalların -çoğunlukla hidrojen, karbon, nitrojen ve oksijen- gördüğümüz ve içinde yaşadığımız üç boyutlu dünyayı nasıl ürettiğinin fiziksel bir açıklaması yoktur. İşte her gün görüp durduğumuz şeyin sıradan mucizevi doğası.

Tekrar edelim: “Işığın taşıyıcıları olan fotonlar görünmezdir.” Işık kendi başına parlak değildir. Rengi ve şekli yoktur yani hiçbir şey asıl “sen” yani gözlemci olan bilinç olmaksızın görülemez. Beyinde ışık, renkler, resimler bulunmaz.

Görmek okumaktır ve her okuma bir okuyucuya ihtiyaç duyar. Yani gören beyin değildir; sensin O!

Ama yine de kendinize “Bensiz hiçbir şey görünmez” dediğinizde, konuşmadan duramayan egonuz mutlaka tepki verecektir. “Komik olma… Tabii ki yıldızlar bensiz görünür. Ben doğmadan milyarlarca yıl önce var oldular.”

Ancak varlık komasındaki birinin, sınırlı benliğe olan ölümcül inancı, görsel illüzyonla büyüyen narkozun etkisi devam ettiği sürece bu böyledir.

Kimbilir bir dem…

Müthiş bir imkan olan, insan sahnesinde mevsimi gelip de koşullu zihin serbest kalır ve gerçekte kim olduğunuzla sessizce birleşirsiniz.

Meğer zâten hep öyleymiş…

Ve için içi var, için içi…
İşte bunun içinde bir başka mucize:

Mucize, uykuda olduğumuz halde hakikatle karşılaştığımızda onu hissetmemiz, aynalaştığımızda kalbimizdeki o parlamadır, tanımadır, hatırlamadır güzeller güzeli…

Reklam

One thought on “Bir gören yoksa

  1. Keenlemyekûn saadeti… Buna erişirsek görürüz ki “Hilkat olmamış, olmayacaktır. Fenâya erişince, iskaatı izâfat olur, bir evvelki salise ile bir sonraki salise arasında, daima berzahtayız… 🌹DostAllahHuuu

Yorumlar kapalı.