Kuşlara Serbest-3


(İlkin bir yüzden, bir nefes değdi)
“Doğum sancısı”
O’nu bir hurma ağacına doğru sürükledi ve dedi:
“Keşke bundan önce ölüverseydim de büsbütün unutulup gitseydim”
[Meryem:23’den mülhem]

Bir insana, yine bir insan elinden
“İnsan ne imiş” doğrudan deneyimle bizzat bildiren rehber
Derd imiş dert!

İnsanlığın Tarifi’nin okuduğu varlık kitabını can kulağıyla dinle:
Bizi sevenlere, belâ ve musîbet yağar ha yağar…”

Öyle ya, cana tak eden o dert, varlık komasındaki o dayanılmaz sancı değil midir yüklü olanı o ağacın altına getiren, kuru ağaca meyve verdiren…

Beden de Meryem gibidir ve mâdem her birimize aynı ruh üflenmiştir, gün yüzü görecek bir İsa vardır. Kime ki aşk odu düşer, bir dert peydâ olursa Ruhullâh olan tohum, o ağaçtan meyveye durur.

İmdî buyrun Ali sofrasındaki âteşîn rızâ lokmasına…

Ateş bu; kendinden gayrı kalmayıncaya dek yakar ha yakar…

Bir kez yüzün gören, aşk derdiyle kendinden geçen, ne yana yüz çevirse gayrîyet ve kesreti yok ettiğinden (mahv ve kahr) âşık bile o ateş içinde yanar tamâmen yok olur, hiç vâr olmadığını bizzat görür. Hayret içinde yokluk zevkinden gayrı karârı kalmaz, âkıbet, maşûktan başka mevcûd bırakmaz.

Her nere varsam, yakar bu cânımı aşk âteşi
Yana yana külli pür-nâr olmuşum yâ Rab meded
[N. Mısrî’den]


Şahsınızı yetim bırakır, zâtiyetinizi açığa çıkarmak için…
[Kelâm-ı Azîz-i Melâmiye’den]

Pek doluktum yazayım” demiştim hani
“Yok yok daha dur, yazabilmen için önce mahvolmuş bir yüzün olmalı, kişisel yıkım süreci tamamlanmayan, ben sandığı evi darmadağın olmayan, ne söylese yalan bana…” ateşiyle bir üfledin diye kanımı içime akıtmış, su çıktıkça toprak atmıştım kendi kuyuma.

Öyle ya aşk ağlatır, dert söyletir ama önce inletir…

Ağlamaklı olduğumu görünce kıyamamış, suyun düğümünü çözen, buzları eriten nefesinle adımı anmış, beni kendine çekip sarılmıştın:

“Bilmediğin şeyi özleyemezsin değil mi?”
“Sızıyı tâkip et, özlemin sızdığı kaynağı hisset, evin yolunu biliyorlar”

Sonra var-yoklar arasında çok gittim geldim.
Şeriat-tarikat derken az dayak yemedim, hakîkaten sevildiğim de oldu benim.

Ve bir mevsim geldi, intiharın, benim için ve beni sevenler için tek çıkış yolu olduğunu düşündüm.

Bu vatan hasreti, ana yurt özlemi, ne bileyim eve dönmek için bu dayanılmaz iştiyâk, dinecekse böyle dinsin istedim.

Ben ve benim ne varsa büsbütün yiyen, yedi kez dönen ayın çoğunda, yataktan kaldırmayan bir dertle:
“Eve gitmek istiyorum, dayanamıyorum!” diye inledim.

Kapının, benim sandığım canıma kıymakla açılacağını düşündüm, bildiğim en kolay çözüm buydu. Saflıksa evet bu tam bir saflıktı, ne var ki;
“Tahammüle mecal kalmamıştı ve eve dönmek istiyordum.”

Gidip gelmelerden, bir yaraya merhem olmayan sözlerden usanmış, hayattan bezmiş hâlimle ne hayata ne de ötesine dâir bir inancım kalmıştı. Sâdece eve gitmek istedim, bu yorucu sefer bitsin istedim, bu nevi masumiyet ve cehâletim için haklı sayılabilirdim belki de…

Bende olan, benden ziyâde olan, târife gelmeyen, bir türlü rahat bırakmayan, yerine ne koysam dolmayan, yeri hep boş kalana duyduğum biricik özlemin, son derece doğal bir şey olduğunu, bir şekilde kendimden biliyordum.

Dışardaki nesnelerle, dolu gelen boş giden ilişki ve faaliyetlerle her ne kadar oyalansam, zevk ve acı arasında avunsam da hayır hayır ne yapsam bu özlemi bir türlü tatmin edemedim, hep bir şeyler eksik kalıyordu.

Ağlıyordum çok zaman sebepsiz yere…

Gözyaşlarım, damla damla toplanıp yine kendine gel gel eden “yuvaya hasret” şarkısını söylüyordu.

Sonra, dipsiz bir sessizliğe gömüldüm:
“Beni buraya getiren her neyse, yine o beni evime götürmeli”

Sonra duama, daha doğrusu çığlığıma karşılık olarak
Aczîyetin, teslîmiyetin, çâresizliğin, sessizliğin tâ nihâyetinde
Sevgili benliğim, tende cânım çıkageldi
Geldi ve sıktı; toplananlar dağıldı
Âkıbet beni, içinde ben-sen-o geçen
Ayrılık rüyasından büsbütün uyandırdı

Ki sen ben o demekten geçene yok
Hisâbun fî hisâbun fî hisâb
[N. Mısrî’den]

O konuşurken aklım durdu ama gözyaşlarım dinmek bilmedi.

Ve elmas bir sesle ilân etti:
“Ev, bir zaman gelince varacağın bir mekan değil
Uzak âlemlerde bir yıldız değil, bayram günü değil
Günlerin ona doğru ilerlediği göksel bir ödül hiç değil
Ama kim olduğumuz gerçeği
O kadar büyük bir farkındalık ki bu
Bütün bunları içinde barındırıyor
Bütün film, içinde oynuyor”

Kim olduğuna uyanmak, olduğunu hayâl ettiğin kişiyi bırakmanı gerektirir.
[A. Watts]


1.3

FASL-I DÂİM
Dönüş mevsimi

KAFESİN HER YANI KAPI
Izdırâbın Sonu
Zihindeki acıdan kurtuluş
(Yazarın aynı adlı kitabından iktibasla)


Bülbül olanın, şeş-ciheti bir gülizârdır

Âşık olanın, her tarafı tâze bahârdır

Kafeste, hastalık hâlinde kişisel olarak başlayan, ikili-birli ışık oyununa, yoğu var gösteren optik illüzyona aldanarak düştüğümüz bu seyirde, ilkin “acı gerçektir” buyruldu, sonra “acı zihindedir” tastamam öğrendik, şimdi gel gelelim zihinden kurtuluşa ve acının sonuna yani hiç ayrılmadığımız yere…

Bâzı insanlar herhangi bir meditasyon tekniğiyle veya herhangi bir ruhsal öğretiyle temasa geçmeden ruhsal olarak uyanırlar. Sırf artık acıya dayanamadıkları için uyanabilirler.
[E. Tolle]

Buraya kadar sabırla okuduğunuza göre, çektiğiniz acılar boşuna değil zira bu artık sizin hikâyeniz, sonunu merâk ediyor oluşunuz belki de bundandır.

Mevlâm kanat vermiş uçamıyorsun
Bu nefsin elinden kaçamıyorsun
Neden bu dünyâdan geçemiyorsun
Di gönül, rüyâya doy deli gönül

Bu türküde, “nefsin” geçen yerleri “kişinin” diye okusak da olur.

Aslında yok bir farkımız…

Her birimiz, kendimizi içinde bulduğumuz bir kafese katlanmak
Ve o kafesi evimiz yapmak için eğitilmiş birer kuş gibiyiz.

Yine de en büyük özlemimiz uçmak…
Yerde sürünenin rüyası bu: varsa yoksa uçmak
Dilimizde bile uçmak, göklerin krallığı, cennet demek

Hele şimdi derin bir nefes al
Ve aç artık tutkun kanatlarını
Zihindeki kafesin
Düşünceden kapısının açılması için
Ne yapman gerekiyorsa yap

Zıpla, düş, tökezle, çırpın ama “uçmak özlemini” tâze tut

Çabalamakla olmayacağını tam anlayana dek çabala
Arayış ve direnişin sonunda
Çâresiz nefeslerden birinde
Kafes, kapı ve bunca deneme
Her şey kahkahaya dönüşecek gam yeme

Bu ne biçim hikâye böyle!
Kafanızın karıştığının farkındayım…
Ama zihinle olmayacağının dank etmesi için
Sizi biraz daha dolaştırmalıyım.

Fenâ mı muhabbet ediyoruz bu bahaneyle…

Gelin, her hayatın vazgeçilmez yoldaşı “acıyı” birlikte okuyalım,
Kederin uğradığı duraklara bir bir bakalım:

İnkar
Öfke
Pazarlık
Depresyon
Kabulleniş

Yeterince yorulduysanız inebilirsiniz.

Geride kalanlarla, duraklarda eğlenelim:

İNKÂR
Olanı kabul etmeyebilirsiniz.
(Hayır bu olmuş olamaz)
(Olmuş işte yâ hû olamazı mı var)

ÖFKE
Şiddetli bir karşı çıkma duygusu
(Bu nasıl olmuş olabilir?)
(Onun, bunu yapmaya, şunun, bunu söylemeye hakkı yok)
(Ben, bunları hak edecek ne yaptım ki)

PAZARLIK
Şartları iyileştirebilir miyim?
(Evet bu oldu ama belki de şu demektir)
(Bâri bu kadar derin olmasaydı, bize de sorsalardı bir…)
(O bana bunu yaptı ben de ona gününü gösteririm)

DEPRESYON
Biyolojik ve psikolojik çöküntü
Yas sürecine izin verme, yüzeydekinin dibe çökmesi
(Ben zâten her acının…)

KABULLENİŞ
Rıza, hoşnutluk

Aylar, belki yıllar sona döner bakarsın ve gerçekten olması gereken
Filmin o sahnesinde lâzım olan tam da oymuş, iyi ki de olmuş

Acı denen bu tatlı ağacın köklerinde, gerçekliğin yani olanın inkârının yattığı bir kez kabul edildiğinde, acı, kendiliğinden azalmaya başlar çünkü üzerine ışık düşen her karanlık kaybolur, bakıldığında her yara iyileşir.

Aslında acı, gerçekle çatıştığınızda ortaya çıkar.

İllüzyonlarınız gerçekle çatıştığında, yalanlarınız gerçekle çatıştığında, benim hayatımın daha iyi olması için gereken, şimdi burada zuhurda olan gerçekle çatıştığında, işte o zaman acı çekersiniz.

İyi de “gerçek” nedir?
Çok basit
Gerçek OLAN’dır!

OLAN, şe’nnn, murâd-ı ilâhînin anlık yansıması, zuhûrda olan tecelllisi, kendi işi işte…

İlâhî espri şudur: O’nun irâdesi gâlip gelmiştir
Şu anda gâlip gelen, vücut bulan O’nun irâdesi, dilemesidir.
Ve gelecekte gâlip gelecek olan yine O’nun irâdesidir.
O’nun işleri, O’nun  istediği şekilde neticelenir.
Bu, bir gerçek, bu yegâne gerçek.
Kişi, bu gerçeği ne kadar uzun sürede kabul ederse
O kadar uzun süre acı çekecektir.
[R. Balsekar]

Her kişinin artık acı çekmeye ihtiyacı olmadığını anlayana dek acı çekmesi kaçınılmazdır.

Yaraya tuz olsun diye tekrar edelim:
“Gerçek olandır”

Gerçek olandır ve acı, olandan başkası olsun istemek, olmayanı sevmektir.
İstemek, irade bir sıfattır ve bu sıfattan direniş ve arayış eylemi açığa çıkar.

Hayat da kudret de birer sıfattır ve bu sıfatların sahibi olan, kaynağı kendinde bulunan, bu bedende merkezlenen “ben” adlı ayrı bir varlık bulunmaz. Bu gerçek, doğrudan deneyimle fark edilmeden ev, ışıkla dolmaz ve karanlıktaki bir evi toplamak için yapılan hiçbir eylem işe yaramaz.

Olanla (Zâtının murâdı)
Olması gereken (Benim istediğim)
arasındaki mesafe acıdır ve evet bütün acılar kişiseldir.

O hâlde, şimdi geleni kabul et, geçmişten geç, geleceğin her ihtimâline açık ol…

Yersiz ve zamansız “öylesine olan” hiçbir şey yok
Yanlış zamanda, yanlış yerde olmana imkan yok
Her şey, tam da olması gerektiği gibi…

Eylemlerin, yüzeyde duran koşullanmış zihinle tepki makinesine dönen kişisel hâlden kaynaklanması halinde acı-zevk salıncağında bir o yana, bir bu yana sallanmak kaçınılmazdır.

Bu aldanış deseni, bir kez net olarak görüldüğünde motivasyon kaynağınız, okyanusları oynadığı, kuşların şakıdığı, güneşin parladığı aynı merkez olur, her şey birden büsbütün olur, filmin başından beri zâten öyle olduğu bizzât zevk edilir.

Beden için fiziksel acı neyse, zihin için e psikolojik acı, ızdırâp odur. Elinizi ateşe soktuğunuzda acı hissedersiniz. Acı, yanlış bir şey değil. Acı, vücudun zekasıdır, sana şunu söyler: elini ateşten çek. Yani acı, iyiliğiniz adına çalışıyor. Izdırâp, zihin düzeyinde tamamen aynıdır. Mutluluk arzunuzla işbirliği yapıyor. Size, elinizin ateşte olduğunu söylüyor. Bu durumda ıstırap size şunu söylüyor: Kendinizi ayrı, sınırlı bir şey zannettiniz. Bir göz at… Acı çekmek budur. Bu bir uyandırma çağrısı. Diyor ki: Kendinizi bir nesne, sınırlı bir ben zannettiniz. Bir daha bak, büsbütün bak!
[R. Spira]

Peki ya acıdan kurtuluş, özgürlük?

Özgürlük, kendi hayatlarımızı kendi irademizle yaşadığımıza dâir kibirli ve aptalca düşünce düştüğünde olan şeydir.
[R. Balsekar]

Acıyı ısrarla takip edersek nihâyetinde, bütünlük arayışımız, kaynağa dönüş yolculuğumuz, zâten orada olduğumuzu fark ettiğimizde sona erer.

– İyi ama madem her kuş kendi kanadıyla uçar, kitabın sonundan cümleler okumanın kime, ne faydası var?
Kime ne; konuştuğum başka biri yok, muhabbetin hapsi, zevkin haddi yok!

Bir-iken manâyı, bir-iki kelime kanadıyla özgür bırakmak, hürriyetine kavuşturmak (tahrîr) yani yayınlamak, kafeste kalmış ötücü bir kuşu serbest bırakmak gibi; açık bir kitabın, bir çift kanada benzemesi boşuna değil…

Buyurduğunuz gibi: “Son sayfasını okumakla o kitabı bitirmiş sayılmazsınız”
Tıpkı bir fıkranın komiklik patlaması olan cümlesini bilmekle, gülemeyeceğiniz gibi.

Arasını doldurmak için bütün bir kitap okunmalı, o macera yaşanmalı, toprağımıza düşen tohumda ne varsa çiçek açmalı, ne bileyim soğuk vurmalı, yaralanmalı, ne olacaksa olmalı ama…

N’eylersin her yüzden tanınmak isteyen bir gizli hazinemiz var, hepimizin zâtî hâli olan…

Birini tanımak, zâtının nasıl olduğunu bilmek mi istiyoruz, işlerine bakacağız işlerine…

Çünkü zatındaki tohum, o tohumdaki sıfatlar, özellikler işlerinde bir bir açılıyor, farklı yüzlerden farklı zamanlarda görünür hâle geliyor, ağacın her meyvesi yine o tohuma işaret ediyor.

Evet azîzim acı gerçektir ve gerçek seni özgür kılacak ama önce
Önce hiç vâr olmadığını fark etmeni sağlayacak.

Derdin sana dermandır, aşk derdi yegâne imâmdır
Kıblesi dost yüzü olmuşlar
“Cennette yüzünü göster” diye dua etmez onlar
Cennet zâten O’nun yüzünden ibâret
O Bâtın’dır değil ki perde
O Zâhir’dir bak her yerde
Ne varsa gözünün önünde:
“Fe-eynemâ tuvellû…” de

Varlığın büsbütün akışı olarak hayat
Formsuz hâliyle aşkın
Bir form alınca içkin
Ve her birindeki o koku
Tam olarak ne yaptığını biliyor
Birbirini tamamlıyor, işlediği her doku

Canlılığın her bir zerresinde O yaşıyor
Sen, ben varız da
Seninle, benimle oynuyor değil
Sen, ben olarak oynuyor

Ve yine her bir yüzden
Kendini ayrı sanan
Tenhalarda yanan yanlarını
Yuvaya çağırıyor

Şimdi avuçlarından kayıp giden şu zamana, şu kum tanesine bir bak hele
Sertliğini hissetmek, parlaklığını görmek, kendini fark etmek için ellerinde
Kum tanesinin, adını çağırdığını duyuyor musun?
“Aşk” diyor, “Aşk olsun” diyor, “Aşk olup duruyor” diyor
Bunu gerçekten hissediyor musun?

Yok öyle değilse
Eğil ve bir daha dinle
Bu sefer hikâyeyi unut
Ten çerçevesini dağıt, evini geniş tut
Tüm varlığınla dinle

Aklı kafeste, gözü uzaklarda kalan kuşlar, özgürlüğün şarkısını söylemeye koyuldu
Zihindeki “bu böyledir” kafesi dağılan kuşların gökyüzündeki ayak izleri çoktan kayboldu

“Gerçek özgürlük için işimi, eşimi, canımı, malımı, ne varsa fedâ etmeye hazırım” dedi gayretli âşık.
“Ya Tanrı hakkındaki inançların, onları da bırakabilir misin!” dedi kitapta adı anılmayan mâşuk.

Kimin aşka meyli yoksa, kanatsız kuş gibidir o!
[Cenâbı Mevlevî]

Reklam

One thought on “Kuşlara Serbest-3

Yorumlar kapalı.