“Verdiğinin kat kat fazlasının kendisine ödenmesi için, Allah’a güzel bir borç verecek yok mu? Darlıkta veren de bollukta veren de Allah’tır. Sadece O’na döndürüleceksiniz.” [Ayet-i Kerime]
Sadaka alanın eline düşmeden Allah’ın eline düşer. [Hadis-i Şerif]
Bakara suresinin 245. ayeti indirildiğinde, müşrikler Risaletpenâh Efendimiz(sav) ile dalga geçip “Muhammed’in tanrısı güçsüz ve fakirdir. Çünkü Müslümanlardan açık açık borç istiyor.” derler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz inanan ve inanmayanlara Allah’a borç vermenin ne olduğunu anlatmaya başlar…
Asırlar sonra zenginlerden ve fakirlerden bir cemaat toplandılar. Zengin şöyle dedi:
– Allahü Teâlâ Hazretleri bizim derecemizi ikramla yükseltti. Hatta bizden borç bile istemektedir.
Bunun üzerine fakir kişi:
– Hayır! Belki Allahü Teâlâ Hazretleri bizim derecemizi yükseltmiştir. Bizim için sizden borç istedi. Çünkü kişi, bazen dostu olmayandan bile borç istemek durumunda kalabilir lâkin sen ancak sevdiğin bir dostun için borç istersin!
Artık tüm dünya tüketmeye endeksli. Her şeyin daha iyisine, daha özeline, daha güzeline sahip olmak istiyoruz. Var gücümüzle bu amaca yönelik çalışıyoruz. Yardımlaşmayı ibadet kabul eden bir dine inansak da hedefe bu kadar kilitlenmişken mazlumların, ihtiyaç sahiplerinin sesini pek duyamıyoruz. Ya da “Ben ay sonunu zor getiriyorum, kimseye yardım edemem.” diyoruz. İsraf ettiklerimizi, ‘yarın lazım olur’ ya da ‘arabanın modelini yükseltmem gerek’ diye biriktirdiklerimizi hesaba katmadan…
Siz, El-Kâbız (daraltan, sıkan) ve El-Bâsıt (genişlik veren, yayan) olanın ancak Allah olduğunu ve sahip olduğunuz maddi ve manevi imkanların O’nun BASTı (bol bol ikram edip genişletmesi) ile size ulaştığını bildiğinize göre artık bundan böyle O’na karşı cimrilik etmeyin. Karz-ı hasen (güzel bir borç) verin. Onun size verdiği madde ve mânâdan güzelce ikram edin, infâk edin. İkramı kısarak işi tersine çevirmeyin Allah da ta’kis (ters çevirmede) size misliyle muamele edip BAST (rizk genişliği) sonrası size KABZ (darlık) vermek suretiyle halinizi tersine çevirmesin!
Verdikçe huzur bulasınız efendim…
Mananın tamamı ve devamı için buraya ve buraya da bekleriz
İçmişler ezelde mey-i vahdetten; sözü efsâne olur çün hoş sırdır
Bu Eşrefoğlu Rumî’nin tutarsan pendin ey derviş Olasın âlem içinde murâdı cümle eşyânın
… O asırda olan pâdişâhın anasının dili tutuldu. Derler ki, o vakitde bulunan hukemâ da’vet olunup, Pâdişâh dedi:
“Vâlidemin dili açılmalıdır. Her ne kadar ki ilâç eylediler, çâre olmadı.” Âciz kalıp dediler:
“Pâdişâhım her ne kadar mu’âlece var ise, eyledik. Allah, te’sîrini halk etmedi. Bu, nefese muhtâçdır. İlâç ile olur değildir. Bu emri ulemâ kullarınızdan suâl eyleyiniz. Onlara sipâriş buyurunuz.”
Pes, pâdişâh, Şeyhülislâm’ı ve Sadreyn Efendileri vesâir ulemâ da’vet olunup pâdişâh dedi:
“Vâlidemin dili tutuldu, du’â edin. Elbetde açılmak gerekdir.”
Ulemâ dediler:
“Bizler, kitâplarda tahrîr olunan emr ü nehyi bildirmeye kâdiriz. Bu emr-i asîr (zor iş), bizim elimizden gelmez. Ehl-i tarîk olan meşâyıhler, vera’ ve mücâhede ve riyâzat sâhibleridir. Keşf ü kerâmet ile ma’rûflardır. Müstecâbü’d-da’ve (duaları kabûl edilen) onlardır. Onlar, sâhibü’l hâl ve sâhibü’l-esmâdır. Bu emr, onların yüzünden vücûda gelir.”
Pes, pâdişâh dahi ne kadar meşâyıh-ı tarîk var ise ihzâr eyledi. Dedi:
“Vâlidemin dili tutuldu. Du’â mı edersiz, teveccüh mü edersiz; vâlidemin dili açılmak gerekdir. Ve illâ diyârımda durmazsız.”
Pes meşâyıh dediler:
“Bize üç gün mehl verin, müşâvere edelim,” deyip gitdiler. Üçüncü gün huzûr-ı pâdişâha gelip dediler:
“Bu iş bizim birimizin elinden gelmez. Zîrâ, bu umûra birimizin kudreti yokdur. Bizler hemân icrâ-yı tarîk için post şeyhleriyiz. Bu emrin vücûd bulması İznik’de Eşrefzâde Şeyh Abdullah vardır, onun elinden gelir. İçimizde ondan gayrı ehl-i hâl yokdur.” deyip cevâb verdiler.
Pes, pâdişâh dahi İznik’e adam gönderip Eşrefzâde’yi getirdiler. Pâdişâh azîm ikrâm eyledi.
Dedi:
“Vâlidemin dili tutuldu.”
Şeyh dedi:
“Bizim dahi vâlidemiz olup önümüze gelir.” Çün vâlideyi şeyhin önüne götürdüler. Şeyh bir filcân ile su istedi. Getirdiler. O suyun üzerine okuyup üfledi, vâlideye verdi. Vâlide dahi içti, “elhâmdüli’llâh” dedi. Pâdişâh’a müjde eylediler. Vâlide, tekellüm etmeğe başladı. Şeyh Eşrefzâde’ye azîm ikrâm eylediler. Vâfir altın vesâir nesne verdiler. Kabûl etmedi.
Pâdişâh dedi:
“Şeyh Efendi tekkenizi tecdîd edelim.”
Şeyh dedi:
“Pâdişâhım, o tekke, bizim gibi nice şeyhi eskidir.”
Dedi:
“Tekkenizi vakf ta’yîn edeyim.”
Şeyh dedi:
“Dervîşler vakıf çeşmesinden su içmezler ve ondan abdest almazlar.” Pâdişâh, etbâ’ına ve vâlidesine dedi:
“Nice edelim, şeyhe bir nesne kabûl etdiremedik.”
Vâlidesi dedi:
“Ben kabûl etdiririm.”
Vâlide şeyhe dedi:
“Ey şeyh, ulû’l-emre itâat var mıdır?”
Dedi:
“Vardır!”
Vâlide dedi:
“Bu altını alırsın.”
Şeyh dahi bi’z-zarûre aldı. Pâdişâh dedi:
“Bu kadar nesne ne olsa gerekdir. Bir şey dahi kabûl etdirmeğe bir çâre olsa!”
Hüdemâ dediler:
“Bir kaç köy bir siyâh cariyenin üzerine edesiz. Câriyeyi dahi şeyhe bağışlayasız.”
Pâdişâh böyle eyledi. Şeyh giderken aldığı altınları sarây içinde beşer onar, ona buna verdi. Meğer şeyhin altın verdiği adamların vâlidede alacakları var imiş. On altın alacağı olana on altın vermiş. On beş altın alacağı olana on beş altın vermiş. Her kimin vâlidede ne kadar alacağı var ise, şeyh ona o kadar altın vermiş. Ba’dehu, Harem kapısı’ndan taşra giderken bir siyâh câriye şeyhin koltuğuna girdi. Şeyh, pâdişâhın yüzüne bakdıkda pâdişâh dedi:
“Sizin abdest suyunuza yardım eder.”
Ve şeyh dahi hankâhına geldi. Ba’de zamânin bir gün bir niceler şeyh ile kelâm ederler idi. Kelâmları terk ile fenâ bahsine erişdi.
Şeyh dedi: “Bir sâat pâdişâh huzûrunda oturdum. Kalktığım yere yedi yılda oturamadım.”
Ey âşık, ölürüm diye mi korkuyorsun, ölümüm ancak sûretimin gözünden kalkmasıdır, iyi bak her surette görünen benim! [Fakîrullah Zekâi Efendi]
[Nev-NİYÂZ ve DEDESİ]
– Gene birikti sorular, size rastlamak ne saadet… bir nutk-u şeriften hatırımızda kalmış olmalı: “Her yerde fakat ârifin kalbindedir Allah Yoksa sen onu arz-ı semavatta mı sandın?”
tekrarıyla teselli olur dururuz, yapıştı dilimize mübârek…
– Anahtarımız ser-levhâya aldığımız sözden zuhur etsin, altına astığımız surette tam sağ üst köşede yazılıdır aslı, başa dön yavaş yavaş bir daha oku!
– Resimdeki Dede kim?
– Ankara’da, Hacı Bayramı Veli Sultân(ks) dâmeninde mukîm, Zekâi Efendi ahfadından Tesbihçi Asım Baba. Daraldıkça nefesine uğrayıp nazar alırız. “Arifin kalbi” dedin ya yâdımıza düştü hazretim… Buradan varalım kûyi dilâra’da seni yakan beyitlere; Erenlerim bilmiş ol ki kalp tasfiye olup saflaştığında hâsıl eylediği mârifet nuru sâyesinde kendisinde Hak hissedilir surette tecelli eder. Bu halde hakîkat zâhir olup şek ve şüphe tamamen zâil olur gider.
– Kalbin tasfiye olması ne demektir? Nasıl anlaşılır?
– Kalbin tasfiyesinden maksat kalpten gayriyat kir ve bulaşıklarını silip temizlemek oradan Allah’dan gayrısını, Hak olmayan suretleri def etmektir. Çünkü gerçek Beytullah müminin kalbidir. Dışarıdaki Beytullah onu temsil eden bir âlemden ibarettir. Âlemlerin Sultanı, Mekke’nin fethinde Beytullahı putlardan, cümle kirlerden temizleyip gayriyattan boşaltıp tahliye etmedi mi? Orada putların bulunması eve de ev sahibine de yakışmaz. Esasen orada putlar bulundukça ev sahibi oraya tenezzül etmez. Daha doğrusu orada ikamet ettiğini o kimseye haber vermez. Bunun için gönül hânesini tam temizleyenlerden Şemseddîn-i Sivâsi hazretleri (v. 1597) şu tavsiyede bulundu: Sür çıkar ağyarı dilden tâ tecelli ede Hak Pâdişah konmaz saraya hâne ma’mur olmadan
– Kalbi zikirle mi temizlemeli?
– Cümle mevcûdât zâkir, kâinât dergâhdır. İnsan olana bu ilahi koroya eşlik etmek, alemin ritmiyle hem-aheng olmak düşer. Bilmez misin ayeti?
ve in min şey’in illah yüsebbihu bi hamdihi… ve hattâ hiç bir şey yoktur ki onu hamdiyle tesbih etmesin ve lâkin siz onların tesbihlerini iyi anlamazsınız! [17:44]
Hiçbir şey yoktur ki O’nu överek tesbih etmesin. Agâh olasın bir şeyin “överek anması” için onda idrak gücü bulunması zorunludur. Hakk’ın tecelli ettiği bir mazhar kendini bilmese bile Hak o mazharda kendini bildirir. Mazhar kendini bilince kendisinde zikredenin Hak olduğunu da bilir. Kendini bilen mazharda zikir, zâkir ve mezkûr bir olur. Böylece o mazhar kendisinde Zâhir ve Zâkir olanı överek anlamış olur.
– Mazhar dedinizde Hz. Musa kıssasında geçen bir ayet var ağaçtan ses geliyor hani “Şüphesiz Ben Allah’ım…” diye?
– Ağacın “İnni ene Allah” Hiç şüphesiz ben Allah’ım (28:30) demesi belki bir ihtâr ve bir delildir. Bu söz eşref-i mahlukât olan bir insandan sâdır olduğunda bu ayetten mülhem itibar görür.
Hani diline dolanan nutku şerifin evvelinde de geçer: Hak suretidir âlem-i imkân ile Âdem Bundan güzeli nerede ki, cennette mi sandın?
Madem ki bütün alem Hak suretinden ibarettir. Şu halde her kim(insan) veya herhangi bir şey(ağaç) “Ben O’yum” dese şeksiz doğrudur. Çünkü buradaki Ben kelimesi âlemin bir parçası olan ve insanî nutka mazhar bulunan şahsa, nesneye değil belki âlemin sûretinin sahibi olan Hakka işaretidir.
Oraya gelince kutlu yerde bulunan vadinin sağ tarafındaki ağaçtan kendisine nida edildi: Ey Musa, şüphe yok ki ben, alemlerin Rabbi Allah’ım. [28:30]
Ayette “Ben Allah’ım” hitâbı ağaçtan sâdır olmuş olsa da nasıl ağaca izâfe edilemez ise bir insandan sâdır olduğunda o insana değil ancak Allah’a izâfe edilebilir. Her eserde ol müessir Her eser O’ndan eser
Çünkü ağaç da insan da Allah’ın mazharlarından olup tecelli sahibi mazhar değil ondan zuhur eden ez-Zâhir’e aittir. Bir aynaya güneş vursa, ayna ben güneşim diyebilir mi?
Mademki Allah her yerden ezelde bahşedilen yetenek ve istidâdına göre konuşur, insandan da kendi istidadına göre konuşması yadırganmamalıdır. Aslında o mazhar bilse de bilmese de her gözden gören, her kulaktan işiten Allah’tan başkası değildir. Burada açıklanan fark “bilen ile bilmeyen” farkıdır.
Tam da buraya işaret eden Mısri hazretim ne güzel buyurmuş:
Zât-ı Hakk’ı anla zâtındır senin Hem sıfâtı hep sıfatındır senin Sen seni bilmek necâtındır senin Gayre bakma, sen de iste, sende bul!
Bunu bir misalle daha açıklayalım: Mehmed konuşup “Ben Mehmedim” dediğinde bu söz doğrudur. Halbuki buradaki “Ben” kelimesi bir et parçasında bulunan, dondurma yaladığımız dile değil belki Mehmed’in zatına ve hüviyetine işarettir. İşte bir insanın bir şeyin hatta her zerreden kürreye her şeyin “Ben Allah’ım” demesi de bu kabildendir. Yani bu söz dahi şeksiz doğrudur. Söz çıktığı yere değil sözün sahibine işaret eder.
Lakin şurasını hatırlatalım ki dil “Ben Mehmedim” dediğinde bu söz doğru olduğu halde başkaları bunu hikaye ederek “Bu dil Mehmeddir” veya “Mehmed o dildir” demesi doğru olmadığı gibi bir ağaç veya bir insan “Ben Allah’ım” “Enel Hak” dediğinde bu söz hakikatte doğru olduğu halde diğer bir kimsenin o şeye “İşte o Allah’tır” veya “Allah odur” demesi de doğru olmaz.
Zikri geçen Sivâsî hazretleri nutku şerifin devamında Mest olanların kelâmı kendiden gelmez veli Ya niçin söyler Ene’l-Hak, kişi Mansûr olmadan
buyurması dahi buna işarettir.
– O kadar ismi geçti “mazhar” ne demektir?
– Bir şeyin görünür duruma geldiği, göründüğü, açığa çıktığı, zâhir olduğu yer veya kimse, tecellî yeri. Allah’ın güzel isimlerinden biri de ez-Zâhir’dir. Zahir görünen demektir. Görünmek ise ancak mekanda ve maddede olur. Allah Zahir ismiyle eşyada, tüm görünen nesnelerde isim ve sıfatlarından tecelli ederek Görünen’dir. Hayalde görülen ve manada tasavvur edilen şeyler Allah’ın el-Bâtın ismi kapsamında kalır. Allah isim ve sıfat mazharlarından tecelli ederek görünür. Zatı ile hiçbir zaman hiçbir yerde görünemez, bilinemez. İşte Allah’ın işlerinin ve sıfatlarının göründüğü yere mazhar denir.
Bundan dolayı mazharlardan birisi “Ben Hakkım” dediğinde bu söz mutlak olarak (Herhangi bir şart ve kayıtla sınırlı olmadan) doğrudur. Yine bunun gibi “Mazharlardan herbiri Allah’dan gayrıdır” sözü de doğrudur. Çünkü görünüş bakımından hiçbir mazhardan bütün eşya sudur etmemiştir.
Bu babdan bildiğimiz en güzel izâh Erzurumlu İbrahim Hakkı(ks) hazretlerine (v. 1780) aittir: Mansur “Ene’l Hak” söyledi Haktır sözü Hak söyledi Nâdân mukayyet anladı Amma ki mutlak söyledi
Kulunun dilinden kendini birleyen de öven de ancak Haktır. Bundan dolayı zât bakımından çokluk ve aykırılık olmayıp bunlar anlayış ve itibar bakımındandır. Çokluk ve aykırılık evham ve hayaller kabilindendir. O’ndan başka herşey fanidir, yok olmaya mahkumdur…. Külli şeyun hâlikun illa vecheh (28:88) sadaqallahulazim.
Erenlerim mevzu derin biz de çok hızlı gittik, bundan öteye gidersek mânâ suratten kaçacak, su bulanacak; hele bir sindirelim, vâdemiz dolmadıysa devem ederiz elbet, kusurlar affola…
Ez serimâ reşte nümuden ve be-dest dâd nîst Ez yârân kûşiden âlem-i dil hod bî-payanist Her zaman be-haseb-i vakt ruh-ı tacilnümâ bâyed kerd ki her meyverâ Vaktest ve lâkin der ciddi mücahade tacil bayed kerd ki ni taksîr
Bizden ipin ucunu göstermek lakin ele vermek değil, Yârândan da gönül alemini açmak ki o âlem dar değil Dem be dem vakitçe ruh acele eder ki meyve versin Vaktidir ancak ciddi çaba gerek ki noksan kalmasın