Tam olarak sendeyim

Benim bunda kararım yok, ben yine gitmeye geldim…

Varlığın sevinci, İnsanlığın Târifi’nden bir nefes verecek kadar misafirim gönül hânelerinize yüksek müsâadelerinizle…
clone tag: 7482350606370539505
O, biriyle konuştuğu zaman muhâtabının yüzüne bakar, elini tutmuşsa o bırakmadıkça bırakmaz, karşısındaki yüzünü başka tarafa çevirmedikçe o çevirmezdi. Hatta bir adam bir şey söylemek gâyesiyle Habîbullâh’ın kulağına fısıldayarak bir şey konuşsa, adam başını uzaklaştırmadan o da başını uzaklaştırmazdı.

Söylemez size kimse dünyadaki ömrü boyunca
Hiçbir insana yan bakışı olmayan kimdi
Kimdi yan gözle bakmadı kır çiçeklerine bile
Öğretmek için cephe nedir
Kıyâm.etti torunu kucağında
Dönünce bütün gövdesiyle döndü
Bir bu anlaşılsaydı son yüzyılda
Bir bilinebilseydi nedir veche?

“Ey insan, sana dönüyorum, senin varlığını tam olarak muhatap alıyorum, benim için pek değerlisin, seni dinliyorum, bana herşeyi rahatlıkla anlatabilirsin” demek olsa gerek bu yöneliş, varlığın sevincinin bu doğal akışı…

Âdetin baktığın tarafa dönüş
Bize nasîb olsun hayırlı bir düş
Kerem et ne olur yüzünü göster
Kim böyle bir düşten uyanmak ister

Belki yeni gelişmeler aradaki mesâfeyi kısalttı insanlar için ama insanların birbiriyle, insanların kendi en saf hâliyle mesâfesi giderek açılıyor… Telefon ekranına bakmadan 5 dakika duramayan, insan ve zamanın kıymetini bilmeyen bir nesil için, asırlar öncesinden dipdiri insanlık târifi…

Âşıkım cemâline Yâ Muhammed Mustafâ ﷺ
Tâlibim kemâline Yâ Muhammed Mustafâ ﷺ
Aşkî kemter ümmetin beklemekte himmetin
Görmektedir devletin Yâ Muhammed Mustafâ ﷺ


Siz bırakmadan elinizi bırakmaya niyeti olmayan bir güzelin ha(ya)liyle aşk olsun yâ hû

En güzel bir ayna

Ahmed’deki mim perdesini kaldır da bir bak, ardında kim duruyor…salavat_savGelip geçerken günler, hayatın içinde Mu­ham­me­di­yet’in yan­sı­ma­la­rı­nı gö­re­bil­mek, imanın ke­mâ­lin­den olsa gerektir. Zi­ra her şey, bir mer­te­be­nin işa­ret ta­şı­dır ve oradan da bir son­ra­ki­ne da­vet eder. Mü­min, so­nu ol­ma­yan bir yol­da yü­rü­yen ki­şi­dir. Onun eş­ya­ya ba­kı­şı ber­rak ve keskin­dir, ke­sif­li­ğe gö­mül­me­miş­tir. Eş­ya­yı “ol­du­ğu gi­bi” (fark ve cem’ bi­ra­ra­da­lı­ğı içe­ri­sin­de) sey­re­de­bi­len ki­şi­dir mü­min. Kü­für eh­li ise, ka­ran­lık­la­ra bat­tı­ğı için eş­ya­nın “gö­rü­nen” (fark) veç­he­sin­de ka­rar kı­lan kim­se­dir. Ki bu ikin­ci­ler, ba­zen “gö­rü­nen”in as­lı­nı bil­mek nok­ta­sın­da in­sa­nın ye­ter­siz ol­du­ğu­nu, ba­zen de “asl”ın “gö­rü­nen”in biz­zat kendisin­den iba­ret ol­du­ğu­nu id­di­a ede­cek ka­dar bed­baht ve cü­ret­kâr­dır.

Ken­di­le­ri ha­yal­ler içe­ri­sin­de yü­zen­le­rin, şey­le­ri “ol­du­ğu gi­bi” sey­re­den­le­ri hayal­pe­rest­lik­le suç­la­ma­la­rı ne za­val­lı bir tu­tum­dur. Hal­bu­ki eh­li­ne ma­lûm ol­duğu üze­re, eş­ya­nın as­lı in­san ta­ra­fın­dan -Hak ona bil­dir­me­dik­çe- bi­li­ne­mez amma Hak bil­di­rin­ce “gayb” (bi­lin­me­yen) ar­tık “şu­hud”a (şa­hit­lik de­re­ce­sin­de bi­li­nen’e) dö­ner. O se­bep­le mer­te­be­si­ne gö­re her­ke­sin gayb’ı da şu­hud’u da ay­rı ay­rı­dır. Ki­mi­ne gayb olan, bir di­ğe­ri­nin şu­hud’udur.

Su­fi­ler kla­sik bil­gi te­ori­si­ne de­ğer­li bir kat­kı sa­yı­la­bi­le­cek bu fark­lı ve öz­gün ba­kış ile in­sa­nın yet­kin­lik­le­ri­ni ve za­af­la­rı­nı ye­ni­den ta­nım­la­mış­lar­dır. İn­san, bil­mek hu­su­sun­da ne da­ra­cık sı­nır­lar içe­ri­si­ne hap­sol­muş­tur, ne de her şey üze­rin­de ni­haî söz söy­le­yi­ci­dir. Fa­kat o, ipi sa­hi­bi­nin elin­de­ki bir kö­le gi­bi­dir: Şa­yet kö­le (kul), sa­hi­bi­ni (Rab­bi­ni) “cüz’î ira­de­siy­le” mer­ha­me­te ge­ti­rir­se sa­hi­bi ipi bol­laş­tı­ra­rak onun ha­re­ket da­ire­si­ni ge­niş­le­tir ama kız­dı­rır­sa sa­hi­bi de ipi da­ral­tır (cüz’î ira­de, kö­le­nin sı­nır­lı hürriyet ala­nı­dır). Öy­ley­se in­san ‘or­ta’da olan­dır ya­hut bu-ara­da-olan’dır. “Ya bu, ya da şu­dur; bir üçün­cü yol yok­tur!” di­yen­le­re ce­va­ben su­fi­ler “ne o, ne de şu­dur; de­ğil üçün­cü yol, ikin­ci­si da­hi yok­tur!” di­ye­rek in­sa­nın ‘or­ta’da­ki ye­ri­ne işa­ret et­miş­ler­dir. Bu or­ta­da oluş, ki­mi za­man “den­ge”nin işa­re­ti­dir (yet­kin­lik), ki­mi za­man da “or­ta­da kal­mış­lı­ğın” (za­af) ifa­de­si­dir.

Su­fi­le­re gö­re bil­me, “ya/ya da” iki­li­ğin­de açık­la­na­maz ve bil­gi pe­kâ­lâ derecelendirilebilir. Fark’tan cem’e gi­den ve da­ha son­ra “fark ve cem’ bi­ra­dalığı”na dö­nü­şen bil­me se­rü­ve­ni, ey­le­me’den ba­ğım­sız de­ğil­dir: sa’y ve gay­ret ge­rek­ti­rir, ama sa’y ve gay­ret yet­mez; Hakk’ın ih­sa­nı ve inâyeti de ge­re­kir.

Bu bil­me se­rü­ve­nin­de Hakk’ın ih­san­la­rın­dan il­ki Hz. Ri­sa­let­pe­nah’ın (s.a.v.) zat-ı pâ­ki­dir; çün­kü Cenâbı Mev­lâ­na Ce­lâ­led­din’in de­yi­şiy­le, “şa­yet o Yi­ğit, atı­nı ka­ran­lık va­di­ler üze­ri­ne sü­rüp et­ra­fı ay­dın­la­ta­rak yo­lu­mu­zu aç­ma­say­dı, biz­ler yo­lu­mu­zu bu­la­maz­dık.” İş­te yo­lun­dan gi­den­le­re kar­şı bu de­re­ce şef­kat­li olan varlığın sevinci olan O Yi­ğit, ih­sa­nı bol Pa­di­şah’ın ken­di is­miy­le mü­sem­ma kıl­dı­ğı Ga­fur ve Ra­him olan Kâ­mil İn­san’dır [Tevbe:128].

İs­ma­il Hak­kı Bur­se­vî, onun her âlem­de­ki te­za­hü­rü­nün fark­lı ol­du­ğu­nu söy­le­miş ve bu âlem­de (dün­ya­da) Mu­ham­med ola­rak gö­rün­dü­ğü­nü, ha­ki­ka­tın­da Ah­med ol­du­ğu­nu, öte âlem­de (uk­bâ­da) ise Mah­mud ola­ca­ğı­nı be­yan et­miş­tir. Bu isim­le­rin iş­le­ri, görünüşleri elbette bir­bi­rin­den fark­lı­dır. Mü­min­le­rin hep­si Mu­ham­med cep­he­si­ni ta­nır­ken, Ah­med cep­he­si­ni yal­nız ve­li­ler ta­nır ve bu is­min es­ra­rı pek bü­yük­tür. Ha­san Se­za­i-i Gül­şe­nî Sultânımız bir tev­şi­hin­de onu şöy­le an­lat­mış­tır:

Mu­ham­med’dir ce­mâl-i Hakk’a mir’ât
Mu­ham­med’den gö­rün­dü ken­di biz­zât

Hz. Şâ­ri’ vah­ye mu­ha­tap ol­muş ve onu uy­gu­la­mış­tır ki onun eliy­le ve sö­züy­le meydanana ge­len iş­le­rin hiç­bi­ri Hakk’ın ira­de­sin­den ay­rı de­ğil­dir. “At­tı­ğın­da sen at­ma­dın, Al­lah at­tı.” [Enfâl:17] aye­ti bu­nun de­li­li­dir ve yi­ne “Sa­na bi­at eden­ler, an­cak Al­lah’a bi­at et­miş­tir. Al­lah’ın eli on­la­rın el­le­ri üs­tün­de­dir.” [Fetih:10] aye­ti de bu­na işa­ret eder ni­te­kim Hz. Re­sul bi­at­ta eli­ni yu­ka­rı­da tutardı.

Al­lah her şey­de te­cel­li eder ve gö­rü­nür (Zâ­hir) ama bun­la­rın hiç­bi­ri­si za­tî tecelli de­ğil­dir. Za­tıy­la te­cel­li eder­se, ken­din­den baş­ka bir şey bı­rak­maz ve her ne var­sa yok eder. [Mümin:16]

Her şey is­ti­da­dı nis­pe­tin­ce Hakk’a ay­na­dır ama ya­ra­tıl­mış­la­rın en üs­tü­nü olan Kâ­mil İn­san en ber­rak ay­na­dır ve on­da­ki te­cel­li za­tî te­cel­li­dir. Ni­te­kim su­fi­ler “Rab­bi da­ğa te­cel­li et­ti ve onu pa­ram­par­ça et­ti.” [Araf:143] aye­tin­de dağ ile kas­to­lu­na­nı -iş’arî bir yön­tem­le- dağ­lar gi­bi bü­yük­le­nen sah­te ben­lik, cüz’î ira­de, sanal varlık şek­lin­de tef­sir et­miş­ler­dir. Do­la­yı­sıy­la Hz. Mu­ham­med ce­malullah’a en güzel ay­na­dır ve on­dan Hakk’ın za­tı gö­rü­nür. Bu se­bep­le­dir ki, Der­viş Tâ­cî Hazretleri bir tev­şi­hin­de:

Mü­sâ­vî­dir se­ni gör­mek gü­zel Al­lah’ı gör­mek­le
Yü­zün âyi­ne-i nûr-i Hu­dâ’dır yâ Re­sû­lâl­lah
buyurmuştur. Ah­med’de giz­le­nen, ‘Hû’dur. Su­fi­ler bu­nu ifa­de et­mek için per­de-i mîm de­yi­şi­ne sık­lık­la baş­vu­rur ve “Ah­med’de­ki mim per­de­si­ni kal­dır da bir bak, ar­dın­da kim du­ru­yor!” der­ler.

Arap­ça­da “Ah­med: ﺍﺣﻤﺪ” ke­li­me­si­nin ya­zı­lı­şın­da­ki imkân-ı mim har­fi kal­dı­rı­lır­sa, ge­ri­ye “Ahad: ﺍﺣﺪ ” ka­lır. Bir baş­ka de­yiş­le, Mu­ham­med Kâ­mil İn­san’ın va­hi­di­yet (birlik) mer­te­be­sin­de­ki is­mi­dir, Ah­med ise aha­di­yet (teklik) mer­te­be­sin­de­ki ismidir.

Mu­ham­med’den vü­cû­da gel­di ek­vân
Mu­ham­med râ­î vü mer’î vü mir’ât
Su­fi on­to­lo­ji­de var görünenlerin hep­si “Tek Var­lık” ta­ra­fın­dan mey­da­na getirilmiştir hat­ta onun çe­şit­li mertebelerdeki gö­rün­tü­le­ri­dir. Bu mey­da­na gelişin faili, mü­seb­bi­bi Hakk (Vü­cûd-ı Mut­lak), se­be­bi kavl/söz “Kün!, ne­ti­ce­si ise nur­dur (nûr-ı Mu­ham­me­dî). Di­ğer var görünenlerin hep­si, o nu­run çe­şit­li seviye­ler­de­ki açı­ğa çı­kış­la­rı­ndan ibârettir. Ma­dem­ki var olan­lar (ek­vân) Muhamed’den zu­hur et­miş­tir öy­ley­se ba­kan (râ­î), ba­kı­lan (mer’î) ve bak­ma eyleminin ger­çek­leş­ti­ği yer olan ay­na (mir’ât) Mu­ham­med’in ta ken­di­si­dir.

Bu­nu da­ha fark­lı şe­kil­ler­de açık­la­yan mu­ta­sav­vıf­lar da ol­muş­tur ve bu ba­his burada dibi bulunamayacak ka­dar de­rin ve uzun­dur.

Gö­rün­dü çün sı­fâ­tı bî-çün iken Ol
Ni­ce derk ide der­râk ânı hey­hât

Ken­di­si her­han­gi bir se­be­be bağ­lı ol­mak­tan mü­nez­zeh olan Zat-ı Hakk’ın bü­tün isim­le­ri en açık ve ber­rak şek­liy­le Mu­ham­med ay­na­sın­da gö­rün­müş­tür. Bu­nun böy­le ol­du­ğu­nu id­rak et­mek ise doğ­ru­su pek güç­tür çün­kü bu mey­dan­da akıl­lar kes­mez olur. Cenabı Mev­lâ­na’nın me­ta­fo­rik bir şe­kil­de ifa­de­len­dir­di­ği gi­bi “akıl, bu me­se­le­ler­de ça­mu­ra sap­lan­mış eşek gi­bi­dir.”

Baş­lan­gıç­ta sö­zü­nü et­ti­ği­miz epis­te­mik kav­ra­yı­şa bu­ra­da işa­ret var­dır: İn­san, ken­di ba­şı­na Al­lah’ı bi­le­mez, do­la­yı­sıy­la Hakk’ın bil­dir­me­si­ne muh­taç­tır. Ancak O bil­di­rir­se, in­san bi­lenlerden olur. Zün­nûn-ı Mıs­rî Hazretleri’ne Allah’ı bilir misin diye sual edildiğinde “Allah, bu kuluna dilediği kadar kendini bildirmiştir.” buyurmuştur ve yine “Al­lah’ı ne ile bil­din?” suâline karşılığı da “Al­lah’ı Al­lah’la bil­dim.” olmuştur.

Ki bu idrâk Hacı Bayram-ı Veliyullâh Efendimizin ifşâsı ile aynı yerden olasa gerektir:
Bayrâm özünü bildi
Bileni anda buldu
Bulan ol kendi oldu
Sen seni bil sen seni

Yeniden Hasan Sezai Sultanımızın tevşihine dönecek olursak:
Mu­ham­med şer­hi­dir en­füs ü âfâk
Anı cüm­le be­yân ey­ler ri­vâ­yât

İç­te ve dış­ta olan her ne var­sa -Kur’an (en­füs) ve Kâi­nat ki­ta­bı (âfâk)- Muhammed’in açık­lan­ma­sı­dır, hep­si onu an­la­tır. Oku­ma­sı­nı bil­me­yen ise elbette an­la­tı­lan­dan bi­ha­ber­dir “Al­lah oku­ma­sı­nı öğ­ret­ti.” [Rahman:1-2]

Tevhid bahçesinin güllerinden Hasan Basri Baba’dan bu hakîkat şöyle sızıyor:
Esmâ, sıfat zattan vücûd istedi
Kendi vücûdiyle mevcûd eyledi
Alleme’l esmâ’yı ta’lim eyledi
Oldu âdem ol dem nâtık-ı Kur’an

Do­la­yı­sıy­la Hz. Mu­ham­med ya­şa­yan Kur’an’dır, Kur’an ise ya­zı­lı Mu­ham­med’dir.

Edip Harabî Baba Sultan da bu sırra âgâh olanlardandır:
Hak kendini halka bildirmek içün
İnsânı kendine timsâl eyledi
Kur’ân-ı nâtıkın tefsîri içün
Kur’ân-ı sâmiti inzâl eyledi

Satır-ı Furkân (Kitab-ı sâmit) ile bilinmedi ol Subhân. Sadr-ı Kur’ân (Kitab-ı nâtık) ile bilindi sırr-ı Subhân. Bu sırra agâh olan imsâk-ı kelâm eyledi.

Kitap ve Pey­gam­ber “bir­lik­te­li­ği” -Hı­ris­ti­yan­lar­da­ki gi­bi “bir­li­ği” de­ğil!- hem Ki­tap’ta “Doğ­ru­su si­ze bir Nur [Mu­ham­med] ve apa­çık bir Ki­tap [Kur’an] gel­miş­tir.”) [Madide:15] hem de Pey­gam­ber’in söz­le­rin­de (“Si­ze iki mi­ras bı­rak­tım, on­la­ra uyar­sa­nız yo­lu­nu­zu şa­şır­maz­sı­nız: Kur’an ve ehl-i bey­tim.”) ıs­rar­la vurgulanmıştır.

Bu ki­tap-pey­gam­ber bir­lik­te­li­ği­ni ve Hakk’ın Kâ­mil İn­san’a olan öv­gü­sü­nü (tahmidd) Mu­al­lim Na­ci yaz­dı­ğı na­at­ta:

Hüsn-i Kur’ân’ı gö­rür in­sân olur hay­rân sa­na
Dest-i kud­ret­le ya­zıl­mış hil­ye­dir Kur’ân sa­na
mıs­ra­la­rıy­la di­le ge­tir­miş­tir.

Se­zâ­î cem’ olur Ah­med’de cüm­le
Ne kim var­dır bi­dâ­yât ü ni­hâ­yât

Var görünenlerin hep­si Cenâb-ı Ah­med’de top­la­nır ve bu “her an ye­ni bir iş, oluş, görünüş” [Rahmân:29] ile de­vam eder ki bu olu­şun ne baş­lan­gı­cı vardır ne de bir so­nu …


Bu me­se­le, na­za­rî ola­rak ne­ti­ce bul­maz, ame­lî ir­fan ol­maz­sa da asla bi­lin­mez cânım efendim…

isminebi_salavat

 

Mirâcı b.aşka okumak

Bu âlem mebde’i sensin, evvelsin yâ Resûlallâh
Nübüvvet hâtemi sensin âhirsin yâ Resûlallâh
mirac2019

Buyruldu ki: “Resûlullah (sav) Efendimiz’in vücûd-u şerîfleri üçtür: Birincisi unsûr vücûdu yâni beden terkîbindeki beşer vücûdudur ki 571-632 yılları arasında bu fâni dünyâda görünmüştür. İkincisi, misâl vücûdudur ki rüyâda, melekût âleminden manâ olarak görülendir. Üçüncüsü ise nur vücûdudur.”

Fem-i saâdetlerinden şeref-sudûr buyrulan hadis-i şeriften doğan manâ: “Allah evvela bir cevher yarattı, o cevherden de cümle âlemleri yarattı.” şeklindedir. Ehl-i kemâl, bu yaratılan ilk cevherin Nur-u Muhammedî olduğunu beyan etmişlerdir. Yine Hz. Resulullah Efendimiz “Allah evvela benim nurumu yarattı.” buyurmuştur.

İşte bu beyanlardan da anlaşıldığı gibi Cenab-ı Hakk’ın kendi varlığından ilk zuhur-u halkiyeti, Nur-u Muhammedî’dir. Allah, cümle alemleri Nur-u Muhammed’in tafsili, açılımı olarak yaratmıştır.

Allah’ın varlığı yani uluhiyet, beş varlıkla zâhirdir: Bunlar; zat, sıfat, esmâ, ef’al ve ahkâm varlığıdır. Bu varlıkların kemâli, vücud-u Nur-u Muhammed’le zahir olmuştur. Alemler dediğimiz cümle varlıklar, Nur-u Muhammed’den yaratılması itibariyle tafsilat-ı Muhammed’tir.

İşte cümle alemlerin evveli, Nur-u Muhammed (sav) olması itibariyle “Bu alemin mebdei, başlangıcı sensin yâ Resulallâh.” buyruluyor. Aynı kaynaktan geldiğimiz kitâb-ı kadîmde yer alan: “O, Allah’ın resulü ve nebîlerin sonuncusudur” [Ahzâb:40] beyânına göre ise, Hz.Peygamber Efendimiz, unsur beden vücudu itibariyle, nebilerin yani peygamberlerin sonuncusu, âhiridir.

Senin esrâr-ı mi’râcın fenâfillâh olan bildi
Bekâbillâh bulan erdi o zevke yâ Resûlallah
Peygamber Efendimizin miracı ikidir: Biri cismanîdir ki bu cismani olan miraç Kur’an’da “Bütün varlıkların tesbihi o kudretedir ki kulunu gecenin birinde Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya yürütmüştür. Bu, ayetlerimizden bir kısmını o kulumuza göstermek, onu ayetlerimizden biri olarak göstermemiz içindir” [İsrâ:1] ayetiyle beyan edilir. Bu, mucize olarak gerçekleşen ve Hz. Peygamber’in (unsuru olan) alemleri şereflendirmek için yaptığı miraçtır. Bu miraç yalnızca Hz. Resulullah Efendimize mahsustur. Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz alemlerin aslı, özü olduğu için, alemler varlıklarını muhtaç olduğu o yüce şahsiyeti görüp, onunla yani Hz. Muhammed (sav)’le şeref bulmak istedikleri için, bu cismani miraç mucize olarak vukua gelmiştir.

Diğer miraç ise, Hz. Resulullah Efendimizin ruhânî miracıdır. Necm suresindeki “Sonra iyice yaklaştı ve sarktı. İki yayın birlikteliği gibi belki ondan da yakın. Böylece vahyetti kuluna vahyettiğini, kalb yalanlamadı gördüğünü.” [Necm:8-11] “And olsun ki Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” [Necm, 18] ayetleriyle beyan olunan miraçtır.

İşte Hz. Resulullah’ın bu ruhani miracını, cümle peygamberler yaptığı gibi, cümle insan-ı kamil olan veliler de yaparlar. Çünkü bu ruhani miraç, kulun kendi hakikatine yönelip Rabbine vasıl olması, Hakkı kendinde bulmasıdır. Her kim ki, kendinin ve cümle alemin nispet varlığının yokluğunu, makamat-ı tevhidin fenafillah keşf-i irfaniyetiyle bilip arif
olursa, o kul yine makamat-ı ittihadın müşahedesiyle bekabillaha yani Hakk’ın ebedi, bâki olan varlığına kavuşur ve o zikr-i dâim içinde bir ömür Hak’la yaşar, hep Hakk’ı görür ve bekabillah’la zevklenir. İşte bu fenafillah ve bekabillah kemalat ve marifeti, Hz. Peygamberin ruhani miracı olan mazhariyetinden ibârettir.

İmdi aşk ile bir dahi okuyalım, okudukça aslına yanalım

Sallû Alâ Sâhibu’l Mi’râc
Sallallahu aleyhi ve sellem
Vahdetin müşâhidi
Müşâhedenin mütelezzîzi

Tenzîh o Sübhan’a ki kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan o havâlisini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya isrâ buyurdu O’na âyetlerimizden gösterelim diye, hakîkat bu: O’dur O, aslını işiden gören [İsrâ:1]

Muhakkak ki Allah, Musâ’ya kelâmı, bana rü’yeti verdi. [Hadîs-i Şerîf]

Allâh’ın hangi esmâsına baktımsa gölgesinde Hazret-i Peygamber’i gördüm. O ilâhi isimleriin en mükemmel aynasıdır, bütün isimlerinin tecellîgâhıdır. [İbn-i Arabi Sultânımız]

EL-mu’minu mir’âtul mu’min: EL-mu’min, mu’minin aynasıdır. [Hadîs-i Şerîf]

Es-Suâl: Cisim ve ruh ile semâya doğru olan Mi’râçta bir takım âyetlerin, harikulade hallerin kendisine gösterilmesinin dışında bu seyrin başka faydaları da var mıdır?

El-Cevâb: Evet, başka nîce faydaları vardır. Onlardan biri de şudur: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, ilâhi isimlerin huzurlarına çıktıkça her bir ismin ahlakı ile ahlaklanmıştır. Rahîm ismine uğrayınca ziyâdesiyle merhâmet eden Rahîm oldu. Gafûr ismine uğrayınca ziyâdesiyle bağışlayan Gafûr, Kerîm ismine ayna tutunca ziyâdesiyle ikrâm ve ihsân sâhibi Kerîm, Halîm ismine uğrayınca ziyâdesiyle hilm sâhibi Hâlim, Şekûr ismine uğrayınca ziyâdesiyle şükreden Şekûr, Cevâd ismine uğrayınca ziyâdesiyle cömert Cevâd oldu. İşte bu şekilde Mi’rac’tan, kulluğa avdet buyurduklarında kemâlâtın zirvesindeydi. [Ebü’l-Mevâhib İmam Şa’rânî Sultânımız]

Sâhibu’l Mi’râc, Mir’âtu’l Hak Sultânımızın: “Men reâni fekâd reel Hak: “Beni gören şüphesiz Hakk’ı görmüştür” buyruğu da O’nu hakkıyla görenlerden, gerçeğe ayna tutanların şâhı olan kerremallahu vechehû Sultânımızın “Ben görmediğim rabbe kulluk etmem” itirâfı da hep bu nev’î ikrâmlar cümlesindendir.

Her hüsn bir delîl-i kudrettir
O’nun temâşâsı aynen ibâdettir
[Ken’an-ı Rıfâî Sultânımız]

İzinden gerçeği izlediğimiz varlığın gâyesinin, en büyük sünneti olan mi’râcın, gerçeğine susamış aşk tâliplerine de ikrâm olunmaklığı niyâzıyla

Ey gözüm nûru ne bilsin gizlidir esrârımız
Câhil ü nâdân ne bilsin anlamaz ahvâlimiz

Kuş dilidir dilimiz hem her Süleymân anlamaz
Rumûzât u işâretle söyleriz akvâlimiz

Halvetîyiz durmayız biz süreriz erkânımız
Hak yoludur yolumuz Şa’bân Velî Sultânımız

Kimse görmez döneriz biz devreder devrânımız
Kimse duymaz aşk ile arşa çıkar efgânımız

Kördür ol münkir olanın kalb gözü görmez bizi
Cân kulağı sağır olan duymadı feryâdımız

On sekiz bin âlemi gezdik dolaşdık aşk ile
Göremez amâ olanlar bu bizim seyrânımız

Görmeyiz biz mâsivâyı pek severiz vechullahı
Her zerreden görmek oldu hâlis muhlis efkârımız

İşitmeyiz efsâneyi istemeyiz kâşâneyi
Ayrılmayız yolumuzdan sağlamdır imânımız

Ayrılmayız şeriatden Hakk’a giden tarikatden
Haberdârız hakîkatden nâdân bilmez ahvâlimiz

Mâsivâya tapmayız biz yolumuzdan sapmayız biz
Münkirlerden korkmayız biz İmâm Ali öz babamız

Hakka doğrudur özümüz secdede dâim yüzümüz
Yalan değildir sözümüz saklıdır ol namâzımız

Her nefesde ezkârımız Cemâl-i Hak didârımız
Münkir bilmez esrârımız acâibdir seyrânımız

Yetmiş bin hicâb geçeriz Hakk’ı her şeyden sezeriz
Her dem Mirâc biz ederiz kimse görmez Mirâcımız

Dervîş Mustafâ’dır adım Hakk’a vardım adım adım
Dersimi Ali’den aldım Muhammed’dir serdârımız

Cenābü`l-Mennān hidayet-i Rabbāniyye ve tevfįķ-i śamedāniyyesine ve tecelliyāt-ı sübhāniyyesine mažhar ķılıp āyįne-i dilde tecellį-yi şevķ-i dil-dār ile zevķ-i vicdānįler müberrā eyleye.

aksa2019

Bu sırr-ı vaĥdeti fikr-i ħayāl edem dedim yā Rab
Rumūz-ı men ‘arefden ĥasbiĥāl edem dedim yā Rab
Vücūdum ķatresin deryā miŝāl edem dedim yā Rab
Ĥaķāyıķdan biraz basŧ-ı maķāl edem dedim yā Rab
Seni sende bulup ‘ıyd-i visāl edem dedim yā Rab
Edip terk benliġim ķālim ĥāl edem dedim yā Rab
Beni koyup seni kendime māl edem dedim yā Rab
Ķapında ķul olup kesb-i kemāl edem dedim yā Rab
Celāliñ muķteżāsınca Cemāl edem dedim yā Rab
Seniñ māhiyetiñ senden su`āl edem dedim yā Rab

Bilen demez diyeñ bilmez ĥaķįķat ya bilen kimdir
Yine sensin seni ancaķ bilen ya Rabbį birsin bir

İşbu benliğin yokluğundan doğan vahdet hürmetine, tenini can, canını cânân edip âyine-i dilden rûy-i dilârâ’yı seyrân, şevk-i dildâr ile mest ü hayrân olasınız; mi’râc-ı ma’rifete ‘urûc ile rûy-i yâri mir’ât-i dilde ‘ayânen göresiniz erenlerim