Varlığın sevinci, İnsanlığın Târifi’nden bir nefes verecek kadar misafirim gönül hânelerinize yüksek müsâadelerinizle…
O, biriyle konuştuğu zaman muhâtabının yüzüne bakar, elini tutmuşsa o bırakmadıkça bırakmaz, karşısındaki yüzünü başka tarafa çevirmedikçe o çevirmezdi. Hatta bir adam bir şey söylemek gâyesiyle Habîbullâh’ın kulağına fısıldayarak bir şey konuşsa, adam başını uzaklaştırmadan o da başını uzaklaştırmazdı.
Söylemez size kimse dünyadaki ömrü boyunca Hiçbir insana yan bakışı olmayan kimdi Kimdi yan gözle bakmadı kır çiçeklerine bile Öğretmek için cephe nedir Kıyâm.etti torunu kucağında Dönünce bütün gövdesiyle döndü Bir bu anlaşılsaydı son yüzyılda Bir bilinebilseydi nedir veche?
“Ey insan, sana dönüyorum, senin varlığını tam olarak muhatap alıyorum, benim için pek değerlisin, seni dinliyorum, bana herşeyi rahatlıkla anlatabilirsin” demek olsa gerek bu yöneliş, varlığın sevincinin bu doğal akışı…
Âdetin baktığın tarafa dönüş
Bize nasîb olsun hayırlı bir düş
Kerem et ne olur yüzünü göster
Kim böyle bir düşten uyanmak ister
Belki yeni gelişmeler aradaki mesâfeyi kısalttı insanlar için ama insanların birbiriyle, insanların kendi en saf hâliyle mesâfesi giderek açılıyor… Telefon ekranına bakmadan 5 dakika duramayan, insan ve zamanın kıymetini bilmeyen bir nesil için, asırlar öncesinden dipdiri insanlık târifi…
Âşıkım cemâline Yâ Muhammed Mustafâ ﷺ
Tâlibim kemâline Yâ Muhammed Mustafâ ﷺ
Aşkî kemter ümmetin beklemekte himmetin
Görmektedir devletin Yâ Muhammed Mustafâ ﷺ
Siz bırakmadan elinizi bırakmaya niyeti olmayan bir güzelin ha(ya)liyle aşk olsun yâ hû
Ahmed’deki mim perdesini kaldır da bir bak, ardında kim duruyor…Gelip geçerken günler, hayatın içinde Muhammediyet’in yansımalarını görebilmek, imanın kemâlinden olsa gerektir. Zira her şey, bir mertebenin işaret taşıdır ve oradan da bir sonrakine davet eder. Mümin, sonu olmayan bir yolda yürüyen kişidir. Onun eşyaya bakışı berrak ve keskindir, kesifliğe gömülmemiştir. Eşyayı “olduğu gibi” (fark ve cem’ biraradalığı içerisinde) seyredebilen kişidir mümin. Küfür ehli ise, karanlıklara battığı için eşyanın “görünen” (fark) veçhesinde karar kılan kimsedir. Ki bu ikinciler, bazen “görünen”in aslını bilmek noktasında insanın yetersiz olduğunu, bazen de “asl”ın “görünen”in bizzat kendisinden ibaret olduğunu iddia edecek kadar bedbaht ve cüretkârdır.
Kendileri hayaller içerisinde yüzenlerin, şeyleri “olduğu gibi” seyredenleri hayalperestlikle suçlamaları ne zavallı bir tutumdur. Halbuki ehline malûm olduğu üzere, eşyanın aslı insan tarafından -Hak ona bildirmedikçe- bilinemez amma Hak bildirince “gayb” (bilinmeyen) artık “şuhud”a (şahitlik derecesinde bilinen’e) döner. O sebeple mertebesine göre herkesin gayb’ı da şuhud’u da ayrı ayrıdır. Kimine gayb olan, bir diğerinin şuhud’udur.
Sufiler klasik bilgi teorisine değerli bir katkı sayılabilecek bu farklı ve özgün bakış ile insanın yetkinliklerini ve zaaflarını yeniden tanımlamışlardır. İnsan, bilmek hususunda ne daracık sınırlar içerisine hapsolmuştur, ne de her şey üzerinde nihaî söz söyleyicidir. Fakat o, ipi sahibinin elindeki bir köle gibidir: Şayet köle (kul), sahibini (Rabbini) “cüz’î iradesiyle” merhamete getirirse sahibi ipi bollaştırarak onun hareket dairesini genişletir ama kızdırırsa sahibi de ipi daraltır (cüz’î irade, kölenin sınırlı hürriyet alanıdır). Öyleyse insan ‘orta’da olandır yahut bu-arada-olan’dır. “Ya bu, ya da şudur; bir üçüncü yol yoktur!” diyenlere cevaben sufiler “ne o, ne de şudur; değil üçüncü yol, ikincisi dahi yoktur!” diyerek insanın ‘orta’daki yerine işaret etmişlerdir. Bu ortada oluş, kimi zaman “denge”nin işaretidir (yetkinlik), kimi zaman da “ortada kalmışlığın” (zaaf) ifadesidir.
Sufilere göre bilme, “ya/ya da” ikiliğinde açıklanamaz ve bilgi pekâlâ derecelendirilebilir. Fark’tan cem’e giden ve daha sonra “fark ve cem’ biradalığı”na dönüşen bilme serüveni, eyleme’den bağımsız değildir: sa’y ve gayret gerektirir, ama sa’y ve gayret yetmez; Hakk’ın ihsanı ve inâyeti de gerekir.
Bu bilme serüveninde Hakk’ın ihsanlarından ilki Hz. Risaletpenah’ın (s.a.v.) zat-ı pâkidir; çünkü Cenâbı Mevlâna Celâleddin’in deyişiyle, “şayet o Yiğit, atını karanlık vadiler üzerine sürüp etrafı aydınlatarak yolumuzu açmasaydı, bizler yolumuzu bulamazdık.” İşte yolundan gidenlere karşı bu derece şefkatli olan varlığın sevinci olan O Yiğit, ihsanı bol Padişah’ın kendi ismiyle müsemma kıldığı Gafur ve Rahim olan Kâmil İnsan’dır [Tevbe:128].
İsmail Hakkı Bursevî, onun her âlemdeki tezahürünün farklı olduğunu söylemiş ve bu âlemde (dünyada) Muhammed olarak göründüğünü, hakikatında Ahmed olduğunu, öte âlemde (ukbâda) ise Mahmud olacağını beyan etmiştir. Bu isimlerin işleri, görünüşleri elbette birbirinden farklıdır. Müminlerin hepsi Muhammed cephesini tanırken, Ahmed cephesini yalnız veliler tanır ve bu ismin esrarı pek büyüktür. Hasan Sezai-i Gülşenî Sultânımız bir tevşihinde onu şöyle anlatmıştır:
Hz. Şâri’ vahye muhatap olmuş ve onu uygulamıştır ki onun eliyle ve sözüyle meydanana gelen işlerin hiçbiri Hakk’ın iradesinden ayrı değildir. “Attığında sen atmadın, Allah attı.” [Enfâl:17] ayeti bunun delilidir ve yine “Sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmiştir. Allah’ın eli onların elleri üstündedir.” [Fetih:10] ayeti de buna işaret eder nitekim Hz. Resul biatta elini yukarıda tutardı.
Allah her şeyde tecelli eder ve görünür (Zâhir) ama bunların hiçbirisi zatî tecelli değildir. Zatıyla tecelli ederse, kendinden başka bir şey bırakmaz ve her ne varsa yok eder. [Mümin:16]
Her şey istidadı nispetince Hakk’a aynadır ama yaratılmışların en üstünü olan Kâmil İnsan en berrak aynadır ve ondaki tecelli zatî tecellidir. Nitekim sufiler “Rabbi dağa tecelli etti ve onu paramparça etti.” [Araf:143] ayetinde dağ ile kastolunanı -iş’arî bir yöntemle- dağlar gibi büyüklenen sahte benlik, cüz’î irade, sanal varlık şeklinde tefsir etmişlerdir. Dolayısıyla Hz. Muhammed cemalullah’a en güzel aynadır ve ondan Hakk’ın zatı görünür. Bu sebepledir ki, Derviş Tâcî Hazretleri bir tevşihinde:
Müsâvîdir seni görmek güzel Allah’ı görmekle Yüzün âyine-i nûr-i Hudâ’dır yâ Resûlâllah
buyurmuştur. Ahmed’de gizlenen, ‘Hû’dur. Sufiler bunu ifade etmek için perde-i mîm deyişine sıklıkla başvurur ve “Ahmed’deki mim perdesini kaldır da bir bak, ardında kim duruyor!” derler.
Muhammed’den vücûda geldi ekvân Muhammed râî vü mer’î vü mir’ât
Sufi ontolojide var görünenlerin hepsi “Tek Varlık” tarafından meydana getirilmiştir hatta onun çeşitli mertebelerdeki görüntüleridir. Bu meydana gelişin faili, müsebbibi Hakk (Vücûd-ı Mutlak), sebebi kavl/söz “Kün!, neticesi ise nurdur (nûr-ı Muhammedî). Diğer var görünenlerin hepsi, o nurun çeşitli seviyelerdeki açığa çıkışlarından ibârettir. Mademki var olanlar (ekvân) Muhamed’den zuhur etmiştir öyleyse bakan (râî), bakılan (mer’î) ve bakma eyleminin gerçekleştiği yer olan ayna (mir’ât) Muhammed’in ta kendisidir.
Bunu daha farklı şekillerde açıklayan mutasavvıflar da olmuştur ve bu bahis burada dibi bulunamayacak kadar derin ve uzundur.
Göründü çün sıfâtı bî-çün iken Ol Nice derk ide derrâk ânı heyhât
Kendisi herhangi bir sebebe bağlı olmaktan münezzeh olan Zat-ı Hakk’ın bütün isimleri en açık ve berrak şekliyle Muhammed aynasında görünmüştür. Bunun böyle olduğunu idrak etmek ise doğrusu pek güçtür çünkü bu meydanda akıllar kesmez olur. Cenabı Mevlâna’nın metaforik bir şekilde ifadelendirdiği gibi “akıl, bu meselelerde çamura saplanmış eşek gibidir.”
Başlangıçta sözünü ettiğimiz epistemik kavrayışa burada işaret vardır: İnsan, kendi başına Allah’ı bilemez, dolayısıyla Hakk’ın bildirmesine muhtaçtır. Ancak O bildirirse, insan bilenlerden olur. Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri’ne Allah’ı bilir misin diye sual edildiğinde “Allah, bu kuluna dilediği kadar kendini bildirmiştir.” buyurmuştur ve yine “Allah’ı ne ile bildin?” suâline karşılığı da “Allah’ı Allah’la bildim.” olmuştur.
Ki bu idrâk Hacı Bayram-ı Veliyullâh Efendimizin ifşâsı ile aynı yerden olasa gerektir: Bayrâm özünü bildi Bileni anda buldu Bulan ol kendi oldu Sen seni bil sen seni
Yeniden Hasan Sezai Sultanımızın tevşihine dönecek olursak: Muhammed şerhidir enfüs ü âfâk Anı cümle beyân eyler rivâyât
İçte ve dışta olan her ne varsa -Kur’an (enfüs) ve Kâinat kitabı (âfâk)- Muhammed’in açıklanmasıdır, hepsi onu anlatır. Okumasını bilmeyen ise elbette anlatılandan bihaberdir “Allah okumasını öğretti.” [Rahman:1-2]
Tevhid bahçesinin güllerinden Hasan Basri Baba’dan bu hakîkat şöyle sızıyor: Esmâ, sıfat zattan vücûd istedi Kendi vücûdiyle mevcûd eyledi Alleme’l esmâ’yı ta’lim eyledi Oldu âdem ol dem nâtık-ı Kur’an
Dolayısıyla Hz. Muhammed yaşayan Kur’an’dır, Kur’an ise yazılı Muhammed’dir.
Edip Harabî Baba Sultan da bu sırra âgâh olanlardandır: Hak kendini halka bildirmek içün İnsânı kendine timsâl eyledi Kur’ân-ı nâtıkın tefsîri içün Kur’ân-ı sâmiti inzâl eyledi
Satır-ı Furkân (Kitab-ı sâmit) ile bilinmedi ol Subhân. Sadr-ı Kur’ân (Kitab-ı nâtık) ile bilindi sırr-ı Subhân. Bu sırra agâh olan imsâk-ı kelâm eyledi.
Kitap ve Peygamber “birlikteliği” -Hıristiyanlardaki gibi “birliği” değil!- hem Kitap’ta “Doğrusu size bir Nur [Muhammed] ve apaçık bir Kitap [Kur’an] gelmiştir.”) [Madide:15] hem de Peygamber’in sözlerinde (“Size iki miras bıraktım, onlara uyarsanız yolunuzu şaşırmazsınız: Kur’an ve ehl-i beytim.”) ısrarla vurgulanmıştır.
Bu kitap-peygamber birlikteliğini ve Hakk’ın Kâmil İnsan’a olan övgüsünü (tahmidd) Muallim Naci yazdığı naatta:
Sezâî cem’ olur Ahmed’de cümle Ne kim vardır bidâyât ü nihâyât
Var görünenlerin hepsi Cenâb-ı Ahmed’de toplanır ve bu “her an yeni bir iş, oluş, görünüş” [Rahmân:29] ile devam eder ki bu oluşun ne başlangıcı vardır ne de bir sonu …
Bu mesele, nazarî olarak netice bulmaz, amelî irfan olmazsa da asla bilinmez cânım efendim…
Buyruldu ki: “Resûlullah (sav) Efendimiz’in vücûd-u şerîfleri üçtür: Birincisi unsûr vücûdu yâni beden terkîbindeki beşer vücûdudur ki 571-632 yılları arasında bu fâni dünyâda görünmüştür. İkincisi, misâl vücûdudur ki rüyâda, melekût âleminden manâ olarak görülendir. Üçüncüsü ise nur vücûdudur.”
Fem-i saâdetlerinden şeref-sudûr buyrulan hadis-i şeriften doğan manâ: “Allah evvela bir cevher yarattı, o cevherden de cümle âlemleri yarattı.” şeklindedir. Ehl-i kemâl, bu yaratılan ilk cevherin Nur-u Muhammedî olduğunu beyan etmişlerdir. Yine Hz. Resulullah Efendimiz “Allah evvela benim nurumu yarattı.” buyurmuştur.
İşte bu beyanlardan da anlaşıldığı gibi Cenab-ı Hakk’ın kendi varlığından ilk zuhur-u halkiyeti, Nur-u Muhammedî’dir. Allah, cümle alemleri Nur-u Muhammed’in tafsili, açılımı olarak yaratmıştır.
Allah’ın varlığı yani uluhiyet, beş varlıkla zâhirdir: Bunlar; zat, sıfat, esmâ, ef’al ve ahkâm varlığıdır. Bu varlıkların kemâli, vücud-u Nur-u Muhammed’le zahir olmuştur. Alemler dediğimiz cümle varlıklar, Nur-u Muhammed’den yaratılması itibariyle tafsilat-ı Muhammed’tir.
İşte cümle alemlerin evveli, Nur-u Muhammed (sav) olması itibariyle “Bu alemin mebdei, başlangıcı sensin yâ Resulallâh.” buyruluyor. Aynı kaynaktan geldiğimiz kitâb-ı kadîmde yer alan: “O, Allah’ın resulü ve nebîlerin sonuncusudur” [Ahzâb:40] beyânına göre ise, Hz.Peygamber Efendimiz, unsur beden vücudu itibariyle, nebilerin yani peygamberlerin sonuncusu, âhiridir.
Senin esrâr-ı mi’râcın fenâfillâh olan bildi Bekâbillâh bulan erdi o zevke yâ Resûlallah
Peygamber Efendimizin miracı ikidir: Biri cismanîdir ki bu cismani olan miraç Kur’an’da “Bütün varlıkların tesbihi o kudretedir ki kulunu gecenin birinde Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya yürütmüştür. Bu, ayetlerimizden bir kısmını o kulumuza göstermek, onu ayetlerimizden biri olarak göstermemiz içindir” [İsrâ:1] ayetiyle beyan edilir. Bu, mucize olarak gerçekleşen ve Hz. Peygamber’in (unsuru olan) alemleri şereflendirmek için yaptığı miraçtır. Bu miraç yalnızca Hz. Resulullah Efendimize mahsustur. Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz alemlerin aslı, özü olduğu için, alemler varlıklarını muhtaç olduğu o yüce şahsiyeti görüp, onunla yani Hz. Muhammed (sav)’le şeref bulmak istedikleri için, bu cismani miraç mucize olarak vukua gelmiştir.
Diğer miraç ise, Hz. Resulullah Efendimizin ruhânî miracıdır. Necm suresindeki “Sonra iyice yaklaştı ve sarktı. İki yayın birlikteliği gibi belki ondan da yakın. Böylece vahyetti kuluna vahyettiğini, kalb yalanlamadı gördüğünü.” [Necm:8-11] “And olsun ki Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” [Necm, 18] ayetleriyle beyan olunan miraçtır.
İşte Hz. Resulullah’ın bu ruhani miracını, cümle peygamberler yaptığı gibi, cümle insan-ı kamil olan veliler de yaparlar. Çünkü bu ruhani miraç, kulun kendi hakikatine yönelip Rabbine vasıl olması, Hakkı kendinde bulmasıdır. Her kim ki, kendinin ve cümle alemin nispet varlığının yokluğunu, makamat-ı tevhidin fenafillah keşf-i irfaniyetiyle bilip arif
olursa, o kul yine makamat-ı ittihadın müşahedesiyle bekabillaha yani Hakk’ın ebedi, bâki olan varlığına kavuşur ve o zikr-i dâim içinde bir ömür Hak’la yaşar, hep Hakk’ı görür ve bekabillah’la zevklenir. İşte bu fenafillah ve bekabillah kemalat ve marifeti, Hz. Peygamberin ruhani miracı olan mazhariyetinden ibârettir.
İmdi aşk ile bir dahi okuyalım, okudukça aslına yanalım
Tenzîh o Sübhan’a ki kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan o havâlisini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya isrâ buyurdu O’na âyetlerimizden gösterelim diye, hakîkat bu: O’dur O, aslını işiden gören [İsrâ:1]
Muhakkak ki Allah, Musâ’ya kelâmı, bana rü’yeti verdi. [Hadîs-i Şerîf]
Allâh’ın hangi esmâsına baktımsa gölgesinde Hazret-i Peygamber’i gördüm. O ilâhi isimleriin en mükemmel aynasıdır, bütün isimlerinin tecellîgâhıdır. [İbn-i Arabi Sultânımız]
Es-Suâl: Cisim ve ruh ile semâya doğru olan Mi’râçta bir takım âyetlerin, harikulade hallerin kendisine gösterilmesinin dışında bu seyrin başka faydaları da var mıdır?
El-Cevâb: Evet, başka nîce faydaları vardır. Onlardan biri de şudur: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, ilâhi isimlerin huzurlarına çıktıkça her bir ismin ahlakı ile ahlaklanmıştır. Rahîm ismine uğrayınca ziyâdesiyle merhâmet eden Rahîm oldu. Gafûr ismine uğrayınca ziyâdesiyle bağışlayan Gafûr, Kerîm ismine ayna tutunca ziyâdesiyle ikrâm ve ihsân sâhibi Kerîm, Halîm ismine uğrayınca ziyâdesiyle hilm sâhibi Hâlim, Şekûr ismine uğrayınca ziyâdesiyle şükreden Şekûr, Cevâd ismine uğrayınca ziyâdesiyle cömert Cevâd oldu. İşte bu şekilde Mi’rac’tan, kulluğa avdet buyurduklarında kemâlâtın zirvesindeydi. [Ebü’l-Mevâhib İmam Şa’rânî Sultânımız]
Sâhibu’l Mi’râc, Mir’âtu’l Hak Sultânımızın: “Men reâni fekâd reel Hak: “Beni gören şüphesiz Hakk’ı görmüştür” buyruğu da O’nu hakkıyla görenlerden, gerçeğe ayna tutanların şâhı olan kerremallahu vechehû Sultânımızın “Ben görmediğim rabbe kulluk etmem” itirâfı da hep bu nev’î ikrâmlar cümlesindendir.
Her hüsn bir delîl-i kudrettir O’nun temâşâsı aynen ibâdettir
[Ken’an-ı Rıfâî Sultânımız]
İzinden gerçeği izlediğimiz varlığın gâyesinin, en büyük sünneti olan mi’râcın, gerçeğine susamış aşk tâliplerine de ikrâm olunmaklığı niyâzıyla
Ey gözüm nûru ne bilsin gizlidir esrârımız
Câhil ü nâdân ne bilsin anlamaz ahvâlimiz
Kuş dilidir dilimiz hem her Süleymân anlamaz
Rumûzât u işâretle söyleriz akvâlimiz
Halvetîyiz durmayız biz süreriz erkânımız
Hak yoludur yolumuz Şa’bân Velî Sultânımız
Kimse görmez döneriz biz devreder devrânımız
Kimse duymaz aşk ile arşa çıkar efgânımız
Kördür ol münkir olanın kalb gözü görmez bizi
Cân kulağı sağır olan duymadı feryâdımız
On sekiz bin âlemi gezdik dolaşdık aşk ile
Göremez amâ olanlar bu bizim seyrânımız
Görmeyiz biz mâsivâyı pek severiz vechullahı
Her zerreden görmek oldu hâlis muhlis efkârımız
Bilen demez diyeñ bilmez ĥaķįķat ya bilen kimdir Yine sensin seni ancaķ bilen ya Rabbį birsin bir
İşbu benliğin yokluğundan doğan vahdet hürmetine, tenini can, canını cânân edip âyine-i dilden rûy-i dilârâ’yı seyrân, şevk-i dildâr ile mest ü hayrân olasınız; mi’râc-ı ma’rifete ‘urûc ile rûy-i yâri mir’ât-i dilde ‘ayânen göresiniz erenlerim