Lisanın andelîb-i bâg-i îcaz ü belâgattır Bu icâza cihan olmaz mı hayrân yâ Resûlallâh
Benî Âdem içinde dürr-i yektâ-yı muallâsın Sana eş olmağa yok başka şâyan yâ Resûlallâh
Nasıl kandîl-i pür-nûr-ı ilâhîsin ki her yerde Olur bir nûr-i irfânın fürûzân yâ Resûlallâh
Kemâl-i feyzinin sende olan ol rûh-ı kudsînin Zıyâ-yi aksidir her kâmil insan yâ Resûlallâh
Senin mucizen olan Kurân meydanda duruyorken, şânının ne denli yüce olduğuna bir delil aranır mı hiç yâ Resûlallâh. Sözün etkili, güzel ve hitap edilen kimseye, içinde bulunulan duruma uygun düşecek şekilde söylenmesi; fasih ve hâle uygun söz söylememeye belâgat derler son mertebesi aklı âciz bırakan îcaz’dır ki mûcize sayılır. Senin dilin îcâz bağında durmaksızın nağmeler dizen bir bülbül iken bu kelâmın mûcizesi karşısında yaratılmışların bütünü hayran kalmaz mı hiç yâ Resûlallâh. Sen ki Âdem oğulları içinde değeri, mertebesi en yüce, benzeri olmayan tek inci misali durur iken, sana denk, sana eş olamaya lâyık bir başka varlık olabilir mi hiç yâ Resûlallâh. Sen nasıl, nur ile dopdolu bir ilâhi kandil, mükemmel bir ışık kaynağısın ki her yerde senin irfân nurundan bir nur parlar durur yâ Resûlallâh. Feyzinin zirve noktası sende açığa çıkmış olan o kudsî ruhun ışığından bir yansımadır her kâmil insan yâ Resûlallâh.
Nasıl bir mehbat-i envârdır kalb-i celîlin kim O kalbe gıpta-keştir arş-ı Rahmân yâ Resûlallâh
Temevvüç-gâh-i esrâr-ı ilâhî masdar-ı ilmin O ilme hîç olur mu hadd ü payân yâ Resûlallâh
Yakan misbâh-ı lâhûtî fürûğun, dest-i kudrettir Söner mi böyle bir nûr-ı dırahşen yâ Resûlallâh
O şûle, şûle-i Haktır, şuâ-ı nûr-ı mutlaktır Olur ol şûleden bin şûle tâban yâ Resûlallâh
Tecellîzâr-ı kudsiyyet penâhında kurulmuştur Sana pek muhteşem bir arş-ı sultân yâ Resûlallâh
Senin kadri ve mertebesi pek yüksek kalbin, nurların inişi için nasıl müsait bir yerdir ki o kalbe Râhman’ın arşı bile imrenir yâ Resûlallâh. Seni ilminin kaynağı, ilahi sırların çalkalandığı yer iken böylesi bir ilme sınır ve son olur mu hiç yâ Resûlallâh. Senin ilâhi bir meşâle olan nurun kudret eliyle tutuşturulmuşken, böyle parlak bir ışık söner mi hiç yâ Resûlallâh. O parıltı, Hakkın parıltısıdır. Mutlâk olan en-Nûr cellecelâluhû’nun ışınıdır. O alevden binlerce alev nur alıp parlar yâ Resûlallâh. İlâhî cilvelerle dolu, kudsiyet sığınağında, senin için pek muhteşem bir sultan tahtı kurulmuştur yâ Resûlallâh.
Bu arş-ı ihtişâmın Kâbesi hürmetle olmuştur Metâf-ı ekber-i sırr-âşinâyân yâ Rasûlallâh
Senindir devre-i iclâl ü şevket şân ile dâim Senindir ma’nevî her emr ü ferman yâ Rasûlallah
Muhibbin zât-ı Mevlâ, sen ise Mahbûb-ı Rabbânî Neler yapmaz bu ulvî hubb-i cûşân yâ Resûlallâh
Senin hâk-i derinden başka hâke yüz süren kalbin Nasîbi nahsidir gafletle hüsrân yâ Resûlallâh
Hudâ kandil-i tevfîki asup bâbında etmiştir Ana pervâne bin hurşîd-i rahşân yâ Resûlallâh
Bu ihtişamlı arşın, görkemli tahtın, hakikat sırrına âşinâ olanlar için pek büyük bir tavaf yeri olmuştur yâ Resûlallâh. Senindir azamet, heybet ve şân devri dâimâ, özden gelen her emir ve fermân senindir yâ Resûlallâh. Seni seven Mevlânın zâtı ve sen Rabbânî sevgili olunca, neler yapmaz bu ulvî, coşkun sevgi yâ Resûlallâh. Senin kapının toprağından (Ebû Turab’dan kinâye) başkasına yüz süren kalbin (senden başka otorite tanıyan) nasibi uğursuzluğundan gafletle bir mahrumiyet acısıdır yâ Resûlallâh. Allah, tevfîk kandilini (kendi rızasına uygun düşen yol ve gidişin fenerini) senin kapına asıp (o cazibeye katılan) parlayan bin güneşi de o kandilin etrafında döndürmüştür. Bir acayip nursun ki güneş senin pervânendir yâ Resûlallâh.
Ne kudsî dergehin vardır gelip mi’rac için her şeb İder gökler anın havlinde devran yâ Resûlallâh
Derin me’vâ-yı feyz oldukça âsâr-ı kemâlâta Gelir ol bâba bin Cibrîl derbân yâ Resûlallâh
Alan mâhiyyet-i rûhiyeden bir şemme-i nâcîz Sana hürmetle eyler böyle iman yâ Resûlallâh
Bu gün erbâb-ı fennin ruha dâir hall-ü tedkîki Serâser şüpheli fikr-i perişan yâ Rasûlallâh
Senin ne kudsî bir dergâhın vardır ki miracını yaşamak için gökler her gece o dergâhın etrâfında devrân ederler, döner dururlar. Senin kapın, mükemmel faziletler için feyz kaynağı oldukça, o kapıya bin Cebrâil kapıcı olarak gelir yâ Rasûlallâh. Evrendeki samanyolu galaksileri, gezegenler, uyduları, aylar hep senin nurunla daima ışık saçar durur yâ Rasûlallâh. Senin hakikatının özünden bir kez koklayan, pek değersiz, önemsiz biri olsa bile sana hürmeten iman nimetine erer yâ Resûlallâh. Günümüzde ilimle uğraşanların ruha dair araştırmaları sonucunda ulaştıkları çözüm baştanbaşa şüpheli ve bozuk, karışık bir fikirden ibarettir yâ Resûlallâh.
O sırr-ı a’zamı remzinle anlar evliyâullâh Anı idrâke yoktur başka imkân yâ Resûlallâh
Tecelli-î ilâhî neşvesi sâyende gelmiştir Bana bir mevhîbendir nur-ı irfan yâ Resûlallâh
Senin bir cilve-i irşâdına mazhâr olup ruhum Alevlendi çerâg-ı feyz-i ikan yâ Resûlallâh
O gün kim nur-i hubbün şûle saldı sahne-i kalbe Gönül oldu serâpâ bir gülistan yâ Resûlallâh
Allah dostları, ruha dair en büyük sırrı, ancak senin işâretinle anlar, bu sırrı anlamak için başa imkân yoktur yâ Resûlallâh. (El-Bâtın olan) İlahi kudretin meydana çıkıp (Ez-Zâhir) görünmesevinci senin sâyende olmuştur. Karşılıksız bağışladığın bu irfan nuru sevgindendir yâ Resûlallâh. Hak yolu gösteren pek hoş görünüşünden bir cilveye erişen ruhumda, kesin bilişin feyiz ışığı alevlendi. Yârın sonsuz meclisindeki lütuflarından sızan nurlu ışıklar, ezelde ruhlar meclisindeki çoşup taşan çağlayandandır yâ Resûlallâh. O ezel meclisinde sevginin nurundan bir ışık ulaşınca kalp sahnesine gönül baştan başa bir gül bahçesine döndü yâ Resûlallâh.
Göründü perde-i esrâr içinde çeşm-i irfanla Ne âli sırrı hâmildir bu insân yâ Resûlallâh
O sırdır gösteren envâr-ı lâhut ile nâsutu O sırdır meş’al-i eshâb-ı iz’an yâ Resûlallâh
Muhabbet cismimin her zerresinde lem’a efşândır Muhabbettir bana sermâye-yi cân yâ Resûlallâh
Beni tenvîr kıl dâim fürûg-i nûr-ı feyzinle Bana âlemde sensin can ü canan yâ Resûlallâh
Ne buldumsa seni sevmekle buldum ey muallâ nûr Sen sevmekle var zevk-i firavan yâ Resûlallâh
İrfan gözüyle bakanlara esrâr perdesi içinde “yüce sırra” sahip insan göründü (sen dünyaya geldin) yâ Resûlallâh. Ki o sırdır, Hakkın fiilî sıfatlarının henüz zuhur bulmadığı ulûhiyet âlemini de şu görünen kesret âleminin de nurlarını gösterir. Manâya tâbi olanların, özünü kavrayanların taşıdığı meşale, yine o sırdır yâ Resûlallâh. Senin muhabbetin cismimin her zerresinde parıldar durur, hâsılı bu canımın sermâyesi muhabbetindir yâ Resûlallâh. Senin feyz nurunun aydınlığıyla nurlandır beni daima. Bana âlemde sensin can da canan da yâ Resûlallâh. Ne buldumsa seni sevmekle buldum ey yüce nur, seni sevmekte ziyâde zevk bulunur yâ Resûlallâh
Zat güneşinin ışığı, vahdet denizine suyun döküldüğü yerden doğmuş iken böyle parlak bir nur vücûda sığar mı hiç yâ Resûlallâh. Senin feyiz veren ilminin ışığı varlık sahnesine düşünce (bâtındaki) vahdet ışığı yüz gösterip zâhir oldu. Sonuç olarak henüz belli olmayan, bilinmeyen ve kesinkes belli olan müşkiller halloldu, alemlerin esrârı seninle bilindi yâ Resûlallâh. Şâyet “övmede aşırılığa gitme” hususunda ümmetini men etmiş olmasaydın, sana (özünü gösteren) başka bir ünvân lâyıktı.r yâ Resûlallâh. Senin kemâl derecedeki vasıflarını saymaya, seni tâzim etmeye bu lisanımın gücü yetmez. Fikrimce, senin kemâlini kemâliyle vasf eden Kurân yâ Resûlallâh.
Beni ma’zur tut ey Fahr-i âlem afve lâyık gör Beyânâtımda varsa sehv ü noksân yâ Resûlallâh
Perîşan etti zîrâ fikrimi ahvâl-i kevniyye Bu günlerde perîşanım, perîşan yâ Resûlallâh
Mürüvvet eyle, ihsân eyle cûd ü lütf-i dâimden Açılsın her taraftan bâb-ı ihsân yâ Resûlallâh
Beni bir ferde muhtâc etme, eyle kenz-i mahfîden Dil-i virânımı mesrûr u şâdân yâ Resûlallâh
Şefâat eyle lütfunla bana dünyâ vü ukbâda Bana gösterme sen âlâm-ı isyân yâ Resûlallâh
Perîşân bir fakîrim abd-i hasım bâb-ı lütfunda Perîşanlar olur bâbında handân yâ Resûlallâh
Zamanın elemlerini çekmeye tahamülüm kalmadı, bu sıkıntılı günlere bir nihâyet olmaz mı yâ Resûlallâh. İmdâdıma yetiş te Mecdî’yi alçak dünyaya muhtâc eyleme hem revâ mıdır düşmanlık besleyen, haksızlık yapanlar zümresinin yüzü gülsün yâ Resûlallâh. Senin devamlı akmakta olan cömertlik ve lütûf denizinden iyilikte bulun, açılsın her taraftan ihsân kapısı yâ Resûlallâh. Senin gizli hazinen dururken beni bir ferde muhtâc eyleme, vîrân olmuş gönlümü memnun ve şen eyle yâ Resûlallâh. (Yol ve gidişine uyarak günahlardan uzak tutarak, sana benzeyerek) dünyada ve (günahların affıyla) ukbâda şefâat eyle bana, yaşarken sen mukayyet ol her hâlime de isyân denizinde boğulmayayım yâ Resûlallâh. Lütûf kapında bekleyen tam bir köleyim, perişan halde bir fakirsem de perişanların yüzü ancak senin kapında güler yâ Resûlallâh.
İskenderiye, 2 Haziran 1331 (1915) Ahmed Amîş Efendi’nin bendelerinden Abdulaziz Mecdi Tolun Efendi Hazretleri (v. 1941, İstanbul)
Sevmek şu demektir ki eder âşıkı maşûk Yek-dîğere her varlığı vuslat ile kurbân Kırk yıl oluyor varlığımı aşkına verdim Sen, varlığını öyle bana eyledin ihsân
Yürüdür yazı kış soğuğunu sürüp
Yürüdür kuru gövdeye cân virüp Ahmed oğlu Hoca Mesûd Hazretleri [v. 1375]
Safâ istegil tutma gönülde çirk
Çalap birliğine revâ görme şirk
Önce hazretimle bir tanışalım: Farsça’dan yaptığı Süheyl ü Nevbahâr ve Ferhengnâme-i Sa‘dî adlı tercümeleriyle tanınan XIV. yüzyılda yaşamış bir güzel âşık. Eserleriyle, Türk dili ve edebiyatının Anadolu’da henüz gelişmeye başladığı bir dönemde, şiirin aruz vezniyle bağdaşmadığı erken devirlerinde yaşayan Hoca Mesûd Hazretleri’nin, Oğuz lehçesindeki yalın ifadesiyle, sade diliyle, nazma hakim olduğuna şâhidiz.
İşte size, canlı ve akıcı üslûbuyla bugün bile zevkle okunabilecek Hak Dost’un güzelliğini târif buyurduğu hoşca bir güzel:
FÎ NA’Tİ’R-RESÛL ‘ALEYHİSSELÂM Muhammed kim ol sırr-ı levlâk’dür Kadem basduğı fark-ı eflâkdür
Yüzü gökçek ü datlu dili fasîh Yusuf’dan dahi görk içinde melîh
Hz. Muhammed aleyhisselâm ki O, levlâk sırrıdır yâni “levlâke levlâke lemâ halaktü’l eflâk: sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” kudsî hadîsinde ilân edilen, varlığın yaratılışına sebeptir. O’nun adım attığı yer feleklerin ötesinde, göklerin bile üstündedir.
Ve hem O’nun güzel isimlerindendir (Esmâ-i Nebî); El-Beşîr: âleme müjdeler getiren, en-Nezîr: Doğru yola kılavuzlamak için Allah’ın vereceği cezâları, yapıp edilen işlerin karşılıklarınıı bildirip îkaz eden, sakındıran. el-Mekîn: Sâkin, vakarlı, mûteber, nüfûz ve iktidar sâhibi el-Emîn: Hangi konuda olursa olsun tereddüt ve şüphe olmadan kesin olarak inanılan, îtimad edilen ve Şefî’ül-verâ: Şefâat eden, bütün yaratılmışların affa uğraması için vesîle olan. “Ancak âlemlere rahmet olarak gönderilmiş” [Enbiyâ:107] olan sultândır.
Nur cemâli pek güzel, şirin ve lâtif ve tatlı dili ise pek düzgün ve ahenklidir, mübarek vech-i saadetleri ise Hz. Yusuf’tan dahi güzel ve görkemlidir.
Allahümme salli ‘ala seyyidinâ Muhammedin nin nebiyyi’l-melîh sâhibi’l-makâmi’l a’lâ ve’l-lisânil fasîh. Ey Allahım seyyidimiz, ulumuz, nebiyyil Melîh yani, kemalde ve cemalde, manen ve maddeten, zahiren ve batınen güzelliğin târifi olarak yarattığın, Makam-ı Mahmud gibi yüksek makamlar bahşettiğin, fasîh lisan ile pek güzel, âhenkli, açık ve anlaşılır şekilde düzgün ve eksiksiz olarak emirlerini ve nehiylerini tebliğ ettirdiğin Nebiyyi kerimin olan Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi vesellem üzerine salat, selam, ikram ve inayet eyle.
Güneş alnına vü kaşına hilâl Kul oldu vü agzı yarına zülâl
Anun mu’cizâtlarınun haddi yoh Ne hâcet kim eyleyeven sözi çoh
İşâret idicek tolu aya ol Ki ben her ne kim dir-isem anda ol
Alnının parlaklığı yanında güneş, kaşının kıvrımına nispeten hilâl, ağız suyu, sözündeki letâfet yanında içimi hoş latîf , saf su, kul-köle, hizmetkâr kesilmiştir.
O’nun mucizelerinin sonu, sınırı yok; bu durum hakkında çok söz söylemeye de hâcet yok.
O, dolunaya işaret edince: “ben her ne dersem anında o ol” buyurdu.
İşitdi bilür kamu yohsul u bay İki pâre bir demde oldugın ay
Çalap Tanrı ana Habîbüm didi Adın kendü adıyla koşa kodı
Güneş togdugu yirden âna degin Ki girür batar uşta tuttı yolun
Dolunayın bir anda iki parçaya bölündüğü şakkü’l kamer hadisesini zengin ve fakir herkes işitti, bu mucizesinden haberdar olmayan kalmadı.
Biz bir kere Rasûlullah ile Mina’da idik. Ay iki parçaya bölündü. Bir bölüğü dağın arkasında, öbür bölüğü de berisinde idi. Bunun üzerine Rasûlullah: “Şahit olunuz! Kıyamet yaklaştı, yarıldı kamer” buyurdu. [Hadîs-i Şerîf]
Yüce Allah ona habîbim, sevgilim, diye hitâb eyledi. Kelime-i tevhid ile imanın şartı ve ezân ile dâvetin şartı olarak, O’nun adını kendi adıyla birlikte andı.
O, Güneş doğduğu ve tekrar battığı sürece (zaman kavramı oldukça) Allah’ın göstermiş olduğu yolda, sırat-ı müstakim üzeredir ve tâlipleri bu yola kılavuzlar.
Allahümme salli ala seyyidina Muhammedinil fatihi lima uğlika vel hatimi li ma sebeka nasırıl hakkı bil hakkı vel hadi ila sıratıkel müstekıymi ve ala alihi hakka kadrihi ve mikdarihil azîm.Allahım: muğlak halleri açan, geçmişe son veren, Hakka ve hakikate destek olan, mahlukatı senin dosdoğru yoluna kılavuzlayan, Efendimiz Muhammed’e O’nun aline ve ashabına O’nun yüce kadrü kıymetince salat eyle selam eyle ve O’nu mübarek kıl.
Müşerrefdür adı-y-ıla şark u garb Müsellemdür emri-y-ile sulh u harb
Kamu padişahlar işiğinde kul Hitab ana Hak’dan olub-ıdı KUL
O’nun emri, şeriatı ve buyrukları ne ise din ancak odur. İslam’da bunlardan başka, O’na uymayan bir şey yoktur.
O’nun adının adının anılmasıyla (ezan, şehadet, salavat) Doğu’dan ve Batı’ya bütün yeryüzü şeref bulur. Savaş ve barışın O’nun emriyle olduğu herekesçe kabul edilir. İki cihânın her neresinde bir SAVAŞ (teşevvüş, karışıklık, bulanıklık) varsa orada mutlaka Sevgili’nin terkinden bir iz vardır Ve yine iki cihânın her neresinde BARIŞ (huzur, rahatlık ve güzel bir iş) varsa orada mutlaka ay yüzlü Sevgili’den bir koku vardır.
O’nun kapısında, bütün padişahlar kul olmuştur, Kelam-ı kadiminde Hak’dan O’na hitab KUL olmuştur.
Tenzîh O Subhân’a ki KULUNU (Muhammed sallellâhü aleyhi ve sellemî) bir gece Mescid-i Haram’dan (alıb) havâlisini Mescid-i mübârek kıldığımız Aksâ’ya kadar isrâ buyurdu, O’na âyetlerimizden gösterelim diye, hakİkat bu: O’dur O işiden hem gören. [İsrâ:1]
Ettahıyyâtü lillâhi ve`s-salâvâtü ve`t-tayyibât. Esselâmü aleyke eyyühe`n-nebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtüh. Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhi`s-sâlihıyn. Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden ABDUHÛ ve resûlüh
Mirac hediyesi olan işbu teşehhüdde ‘abduhu’ kelimesi, ‘resulühü’ kelimesinden önce gelmiştir. Yani Peygamber Efendimizin (asm) kulluğu, resûllüğünden önce gelir, işbu sebepten bir insan için kulluktan yüce makam yoktur.
Ki söyle vü âlemde bildir beni Viribidüm anun-içün uş seni
Kamu halkı doğru yola ünlegil Benem toğru vü Tanrı birdür digil
Kim-i-nanuban uyar-ısa sana Benüm rahmetüm ola andan yana
Ki söyleyip beni âlemde tanıtıp anlatman, kullarıma beni sevdirmen için işte seni gönderdim.
Doğru olan Hak benim! “İlâh birdir” diyerek bütün halkı doğru yola, sırat-ı müstâkim’e dâvet et!
Alemlere rahmet olarak gönderilen sana kim inanıp tâbi olursa benim rahmetim onun yanında olacaktır.
İnanmayuban kimse çevüre yüz Kılıç tartup anun derisini yüs
Ne kim oldı buyruh bitürdü tamam Kamusın yirine getürdi tamam
Bir ol kaldı-y-ıdı ki Hak Hazretin Göze göz göre isteye devletin
Sana inanmayıp senden yüz çeviren olursa, (tevhid) kılıcını çekip onun derisini yüz! (hayvan sıfatlarından kurtar, azabını uzatma)
Her ne emrettiyse hem eksiksiz tebliğ ederek hem de hepsini tastamam yerine getirerek, mûcibince âmel ederek dini tamamladı, kemâle erdirdi.
Bugün, size dîninizi kemâle erdirdim, üzerinize olan ni’metimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’a râzı oldum! [Mâide:3]
Sadece Hazret-i Hakk’ı, refîk-i ala’yı doğrudan, vâsıtasız olarak görme talihi, işbu saadetli murâdı kalmıştı geriye.
Ki Mûsâ Kelîmullâh öküş zamân Derişdi vü işitdi kim ‘len terân’
Zihi gör ne hoş düşdügin ittifak Ki bir gece Hak’dan irişdi Burak
Anunçun ki bine vü göge ağa Anun vasfı hod akla nite sığa
Allah Teâlâ ile kelâm eyleyen Hz. Musâ aleyhisselâm, nice zaman gayret etti, cemâl görmek için çok çalıştıysa da akibet “(Sen) beni görmezsin” [Arâf:143] cevâbını işitti. Geldi Musa’ya len terânî cevap, Erinî vakti Tur dağından… Er-iseñ ko sözini da’vânuñ Gösterür Hak erinî ma’nânuñ
Bir gece Allah’tan bir davet ile burak gönderildiği için cemal cemale bu karşılaşmanın ne kadar hoş olduğunu, rast düşdüğünü gör! Fehla’ denildi Musa’ya Tur üzerinde Arş eşiğinde na’linine denildi merhâba
Onun için Burak’a binip göğe yükseldi; onun nitelikleri, işbu resim, akla nasıl sığabilir ki!
Mûsâ aleyhisselâmın Cenâb-ı Hakk’ı görmek istemesi üzerine Allah tarafından “len terânî: sen beni göremezsin” cevâbı ile bu talebinin reddedilmesine atfen Yunus Emre sultanımız da bir beyitte “Mûsâ-yı dîdâr olmuşam ben len terânî neylerem” buyurlar; sôfiyye hazerâtına göre “rü’yetullah” bizden önceki ümmetler için değilse bile “ümmet-i Muhammed” için câizdir.
Belki şu nutk-u şerifler taliplere seyr-i cemâle varan bir yol gösterir: Cemâlimi gör şimdi rızâma lâyık oldun “Len terânî” sırrında Mûsâ’ya fâik oldun Keşf-i hicâb eyledim dîdârıma nazar kıl Oruç ile arındın nûrumla râik oldun
– Ey Su! Bana kendini göster
– Ey Buz! Sen, beni göremezsin.
Senin gözlerin de aslın da benim. İkilik yok, Bir.den bak; ayıran kendini ayırır! Rabbi erinî’nin cevâbı “lenterânî” çün gelir Sende gör dîdârı senden özge dîdâr isteme Zevk-i dil “innî ena’llâh” ın dahi fevkındedir Böyle bir mecnûn-ı aşka “len-terânî” neylesin
Yüce Allah’ın sayısız esma-i hüsna’sının içinde cemal ve celal saklıdır. Hz. Musa, Cenab-ı Hakk’ın kudretini görmek istemişti. Bu isteği imkânsızdı çünkü Allah, O’nun celaliyle birlikte tecelliyatına dayanamayacağını biliyordu. Oysa Allah’ın celali ile kulları arasına giren rahmet perdesi Hz. Muhammed aleyhisselâm’dır. O; bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Geçmiş ümmetler günahları yüzünden daha dünyada helak olmalarına rağmen Fahr-i Kâinat Efendimizin dünyayı teşrifinden sonra âlemler rahmet şemsiyesi altına girmiştir. Müminler Hz. Muhammed’i (sav.) canından çok sevdikleri için (ve sevdikleri sürece) bu rahmet şemsiyesinin koruması altındadır. Hz. Musa’nın Len-terânî diye îkaz edilmesindeki nüansa dikkat çekelim:
Hz. Musa doğrudan cemalullaha talib olmadan Habîbullah olan Hz. Peygamber’in rahmet şemsiyesine sığınsaydı ve “Ya Rabbi bana Habibin Muhammed’in yüzünü göster” deseydi; Allahu Teala kendisine “Beni göremezsin” cevabını vermezdi:
Söyleyeydi kim bana göster habîbin vechini
“Len-terânî” emriyle Mûsâ’ya olmazdı nidâ
Len terânî: Beni göremezsin yâ Musâ… [Arâf:143]
Men reani fekad rael Hak: Beni gören Hakk’ı görmüştür. [Hadîs-i Şerîf]
Men re’ânî kim aña meşhûd olur
Len terânî dergehi mesdûd olur
Buyrun buradan yanalım o vakit:
Elestü bezminde âşık senden aldı hitâbı Evvelinde Mecnun oldu sonra Leylâ dediler
“Men reânî” sırrı ile okuyanlar kitâbı Ol Resûlü Kibriya’ya dönüp Mevlâ dediler
Şoloh dem revân bindi sürdü hemîn Rikâbındadı Cebre’îl-i Emîn
Yanından hiç ayrılmadı Cebre’îl Ki müştâk idi görmege bunca yıl
Giderdi yüzin tutuban Allâh’a Çü irişdi kim ‘sidretü’l müntehâ’
İş bu davete icabetle, derhal Burak’a bindi ve hemen onu yürüttü; pek güvenilir Cebrâil ise O’nun birlikte hazır idi.
Bunca yıl O’nu görmenin hasretiyle yandığı için Cebrâil O’nun yanından hiç ayrılmadı.
Allah’a yönelip gidince Sidretü’l-Münteha’ya, yedinci gökten sonra gelen, son uçtaki ağaca erişti, mecâzen Cenâb-ı Hakk’ı tanımada beşer aklının ve akılla kazanılan bilginin son durağına ulaştı.
Göründi irişecek ana degin Gör imdi kim ol nice dirdi ögin
Didi kim eyâ Hâtemü’l-Enbiyâ Kamu şeh-süvârlar tapunda yayâ
Tevakkuf ben uş bunda kalurvanın Yakın varur-ısam yakılurvanım
Cebrail aleyhisselâm gidecekleri yere kadar O’na göründü; aklını başına nasıl topladığını şimdi gör!
“Ey Enbiyaların sonuncusu efendim, çok usta at binicilerin tamamı senin huzurunda yaya kalır” dedi.
Ben işte burada kalacağım zîra daha yaklaşırsam yanarım. Arş-ı a’zam cilve-gâh iken sana Seyrine sidre ola mı müntehâ “Lev denevtü” deyicek Rûhü’l-emîn Sen revân oldun pes ey Hayra’l-verâ
İleri geçemezvenin bir karış Beni ko vü Hak nuruna var karış
Ne kim dileyesin olısar kabûl Girü dönicek beni kullıhda bul
Gönüldi ol arada kodı anı Neler gördügin dimege dil kanı
Bir karış ileri geçemem, beni bırak var sen Allah’ın nuruna karış.
Ne dilersen kabul edilecek, o makamdan geri döndüğünde beni tekrar hizmetinde göreceksin zirâ kulluk ancak akıl (Cebrail: Akl-ı küll) ile tamam olur. Kim ne hâlîdir ne mâlî ol mahal Akl u fikr etmez o hâli fehm ü hall
Orada yüzününü çevirip onu geride bıraktı, neler gördüğünü anlatmaya yarayacak dil hani? Buna muktedir söz nerede?
Delim dürlü perdeleri geçdi ol Niçe bağlu kapuları açdı ol
Bölük bölük ü saf saf u cavk cavk Feriştehler andan bulurlardı zevk
Kılırlardı dürlü du’âlar ana Kalurlardı yüzin görüben tana
O, çeşit çeşit engelleri geçti, nice türlü kapalı kapıları açtı. Ref’ olup ol Şâh’a yetmiş bin hicâb Nûr-i tevhîd açdı vechinden nikâb
Bölük bölük, saf saf ve küme küme melekler ondan hoşnut oldular, seyrine hayran kaldılar.
Yanlarından geçerken O’na türlü türlü dualar ederlerdi; fecre benzeyen yüzünü görünce şaşırıp kalırlardı.
Okurlar idi anı çepçevre din Ne bahtulı ol kim okuya adın
Son ucı kadem basdı ‘arş üstine Ne ‘izzet ki kıldı Çalap dostına
Ayağı tozun sürme idindi ‘arş Yüzün na’lini altına itdi ferş
Her taraftan onu davet ederlerdi melekler, onun mübarek adını okuyanlar, kendine çağıranlar ne kadar da bahtlıydı.
Allah, dostuna, itibarınca çokça izzet kıldı da sonunda göğün en yüksek katına, âlem tasavvurundaki en yüksek noktaya, arş üstüne adım attı. Zemzemeyle doldu kevn ile mekân Arş’a vardı dediler Fahr-i cihan
Arş, O’nun ayağının tozunu kendi gözlerine sürme edindi, ziynet bildi. Ferş, yeryüzü onun ayağının altında yayıldı.
Yakıncak nice buldığını Hakk’ı Gerek bilesin ‘Kabe kavseyn” okı
Niçe sır kelecisi söylendi bol Arada anı Hak bilür dahı ol
Kişi fikri ana nite irişür Ne var akl eger kavranur dürişür
Allah’ı çok yakından nasıl gördüğünü anlamak istersen Allah’a iki yay boyu yaklaşmanın ne demek olduğunu öğrenmelisin. “Kabe kavseyn” in Hudâyî fehmedip cemiyyetin Vâsıl ol sırr-ı “ev ednâ” ya müslümanlık budur
Hak Teala, bu olayda sevgili elçisi Hz. Muhammed’i, kendisine bu iki dostun birbirine yaklaştığından daha çok yaklaştırdığını bildirmektedir.
Sonra (çok perdeler geçerek Rabbine) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki, kab-ı kavseyn (iki yay) kadar veya daha da yakın oldu! [Necm:8-9]
Âyet-i kerîmedeki “Kâbe Kavseyn” tabiri, Araplar arasında öteden beri kullanılan bir mecâzdır ve iki kişi arasındaki dostluğu ve yakınlığı anlatır. Türkçemizdeki “Aralarından su sızmaz” tabirine yakın bir ma’nâsı vardır. Eskiden Araplar sahraya çıktılarında iki dost, dostluklarının göstergesi olarak çadırlarını birbirlerine iki yay aralığı kadar yakın kurarlardı. Bu yakınlık, en samimî dostluğun ifadesiydi ve yine Araplarda hükümdarlar, en sevdikleri ve saydıkları kişileri kendilerine iki yay kadar mesâfede oturttukları için böyle bir tabir ortaya çıkmışdır. Yani “kâbe kavseyn” demek, büyük bir zâtın, sevgisini, saygısını ve yakınlığını kazanmak demekdir.
Cenâb-ı Hakk Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri, zamandan ve mekândan münezzeh olduğu için, O’na ancak ma’nen idrâk olarak yaklaşılabilir. Bu ma’nevî yakınlık da ancak böyle bir teşbîh ile anlatılabilir. Hâsılı, “kâbe kavseyn”in ma’nâsı, Resûlullah’ın Cenâb-ı Hakk’a hiç kimsenin yakın olmadığı kadar yakın olması demekdir. Dikkat edilirse “kâbe kavseyn” lafzının hemen ardından bu ma’nâyı te’yîd ve te’kîd eden, “hattâ daha da yakın” anlamına gelen “ev ednâ”lafzı gelmişdir. Resûl-i Ekrem Efendimizin Allah’a yakınlığının derecesi ancak bu kadar vecîz ve belîğ ifâde edilebilir ve bu mertebeye tecellî-i zât mertebesi denir. Keyfiyyeti mechûl olan bu tecellî aynı zamanda rü’yetullahın da en yüksek derecesidir. Öyle ki Cenâb-ı Hakk’ı böyle görmek hiç bir kula nasîb olmamışdır.
Bu sırrı açıklamak için pek çok söz söylendi o makamda ama orada olanları sadece Allah ve O bilir. Bî-hurûf u lafz u savt ol pâdişâh Mustafâ’ya söyledi bî-iştibâh
Akıl çabalayıp kavramaya çalışsa da ne mümkün! İnsan aklı, o olayın nasıl olduğunu anlayabilir mi ki zaten sidrede geride kaldı! Şeş cihetden ol münezzeh Zü’l-Celâl Bî-kem u keyf âna gösterdi cemâl
Zîhî Tangrı’nun sevgülü dostı Dahı kişi ana nite ustı
Ki levlâk anun şanına indidi Le-‘omrük başı üzre tâc indidi
Ger olmaya-y-ıdı bu gök yir Yaradılmayaydı Çalap böyle dir
Ne hoş Allah’ın sevgili dostudur; insan onu başka (biriyle) nasıl mukâyese eder?
Yâ Rab ne azîmdir bu resîm, hulk-ı azîm hem yâr-ı kerîm…
Çünkü varlığın yaratılış sırrı onun şânına indirilmişti, Kelâm-ı kadîm’deki “Le’omruk: senin hayatına kasem ederim ki” [Hicr:72] ayeti başı üzerine taç olarak indirilmişti. Ey fahr-i halk kimde ola zehre medhine Çün Hak dedi “le-amrüke levlâke ve’d-duhâ”
Allah, sen olmasaydın, âh sen olmasaydın bu gök ve yer, cümle mevcûdatı yaratmazdım buyurur. “Le-amrük” nassı hakkîçün reh-i aşkından can vermek Hayât-ı câvidânîdir hayât-ı câvidânîdir
Der-Na’t-ı Çehâr-Yâr-ı Resûl Rıdvâna’llâhu ‘aleyhim ecma’în
Sıdk u adl ü hilm ü ilm-i zâtına mazhar edip
Verdi çâr-erkâna fer hakkâ Habîb-i Kibriyâ
Halife kodı kendünden sonra dört Ki her birisi sürdi âlemde yurt
Ebû Bekr-i Sıddîk andan ‘Omer Buları sevüp kişi rahmet umar
Üçüncisi ‘osman ki hilm ü hayâ Ana ‘âdet olmuş idi bî-riyâ
Kendinden sonra geriye dört halife bıraktı; her biri dünyada hüküm sürdü.
Ebû Bekr-i Sıddık ve ondan sonra Ömer, insan bu kişileri sevip rahmet umar. Dört çar-yâr O’nun gökçek yâridir Anı seven günahlardan beridir Onsekiz bin âlemin sultânıdır Adı güzel kendi güzel Muhammed
Üçüncüsü ise Osman ki hilim ve hayâ onda riyâsız bir şekilde tabi bir huy, mizâc haline gelmişti.
Osman olunca damad-ı peygamber Haya ve hilm ikram eyledi Hayyü’l ekber
Vücûd-u zahir-i nebevî’den kalbinin meyvesi (semeretul fuad) iki can ile dâmâd-ı peygamber olunca, O kalbin sahibi, vücûd-u bâtın-ı Muhammedî’den iki haslet ikrâm eyledi: haya ve hilm gibi iki cevher.
Dahı birisi seyyîdü’l-mü’minîn Ki tağ yarılurdı işitse ünin
Aliyy ibni Ebû Tâlib ol şîr-i ner Ki gösterdi ‘âlemde dürlü hüner
Koparmışdı kapusını Hayber’ün Bilür idi ahvâlini Kanber’ün
Ve birisi daha var ki o müminlerin seyyîdidir; dağ (benlik) onun sesini işitince yarılırdı. Nebevî ilmin Vârisi olması hasebiyle talip oılanların varlık dağını delmeye muktedir idi.
O şîr-i ner, erkek aslan veya şirin, cana yakın er: Ebu Talib’in oğlu Ali’dir. O tam bir erdi, dünyada nice türlü hüner gösterdi.
Kanber, Hz. Ali’nin yanından hiç ayırmadığı ve daha sonra azad ettiği sadık kölesi, vefâlı dostudur. Muhammed ilme kân oldı Alî nutk-ı beyân oldı Ana her sır ayân oldı Alîdir hâce-i Kanber
Atı Düldül ü kılıcı Zü’l-fikâr Ki kanlar döker çün kınından çıkar
Özi alp, eli açuk, ilmi çok Ne kim var yavuzlık biri anda yok
Ana kim dimişdür Çalap arslanım Degül anı ögmek benüm oranım
Atı, Düldül ve kılıcı ise Zülfikâr’dı ki kılıç kınından çıktığında kanlar dökerdi. Süvâr-ı Düldül ü zû-Zülfikâr ol sihr-i mümtâzın Der-i ilm-i ledünnî Murtazâdır yâ Resûlallâh
Kendisi kahraman ve cömert, ilmi çoktu; alemde her ne kötülük varsa biri bile onda yoktu.
Ben ilim şehriyim, Ali kapısıdır. [Hadîs-i şerîf]
Hulkı, hulk-ı Rahmânî idi ve ilmi, ilm-i Sübhânî idi.
Allah, O’nun için “daima gâlip olan arslanım” buyurmuşken, O’nu övmek benim haddim değildir. Dedi ol mazhar-ı envâr-ı celî Esedullâh-ı velî yani Alî
Bu ulular olurlar-ıdı müdâm Resül’ün katında ‘aleyhi’s-selâm
Mülâzım sahâbi dahı niçe yüz Nite kim ayun çevresin ılduz
Tutarlar-ıdı vü bezerler-idi Tapusında bile gezeler-idi
Bu yüce insanlar peygamberin -ona selam olsun- meclisinden hazır bulunurlardı, huzurunda dâim durulardı.
Yüzlerce sahabe dahi ayın çevresinde yıldızlar misâli O’nun yanından ayrılmazdı.
Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine tâbi olsanız hidayete erersiniz, doğru yola, kılavuzlanır, bana varırsınız. [Hadîs-i Şerîf]
O’nu korurlardı, etrafını süslerlerdi (O’ndan aldığı haslet ile kendilerini süslerdi) O’na kulluk için etrafında dolanırlardı.
Belî nâgâh ay ger bulıda gire Baka ılduza kişi yolın göre
‘İnâyet gör anun ki bu ümmetin Komaz azmaga zira bilür yatın
Ki isyân denizinde ger gark ola Gâvurdan Müsülmâna ne fark ola
Doğru! Çünkü ay bulutların arkasına ansızın girerse kişi yıldıza bakıp yolunu bulur. Hakikatte ay bulutun arkasına girmez de kişi kendi güneşini kendi bulutuyla gölgeler, benliğinden sebep O’ndan nûr alamaz olur.
O’nun lütf u ihsanındandır ki ümmetini sapkınlığa bırakmaz çünkü (bu ümmet) usûlü bilir, tembelliğe düşmeden işaretlere, vesileye sımsıkı tutunur.
İsyan denizinde boğulup, günahlara dalınacaksa gavur ve müslüman arasında ne fark kalır ki?
Velî ben ki Mes’ûd ibni Ahmed’em Şunun bigi gark olmışam vâh nidem
Ki çevre çalup nesne bulmaz elüm Yapışmağa ger nice ola hâlüm
Ne sünnî Müsülmân ne bellü Tatâr Taşum âdem ü içüm itden biter
Fakat ben ki Ahmed oğlu Mesûd’um, eyvah öyle bir günah deryasına dalmışım ne yapayım.
Bu denizin içinde, elim etrafı araştırıp kurtulmak için tutunmaya bir şey bulamazsa benim hâlim nice olur?
Hakkıyla ne Sünnî ne Müslüman ne gerçek bir Tatar olabildim, dışım insan gibi görünse de içim itten daha kötüdür.
Ne ‘ilm ü ne hikmet ne zühd ü salâh Ne merd-i gazâ vü ne ehl-i silâh
Namaz içre kâhil fesâd içre cüst ‘Adâvette katı ‘ibâdetde süst
Meger kim şefâ’at kıla Mustafâ Ki bula kıyâmetde gönlüm safâ
Ne ilim ve hikmet (sahibiyim) ne kendimi ibadete verdim; ne cenk eden bir yiğit ve ne de silah kullanan cihâd eriyim.
Namaz kılarken tembel, bozgunculukta araştırıcı, ayıp kusur gözetmeden gözü açık, düşmanlıkta sert, ibadette ise gevşek biriyim. Şer bir iş olsa kuvvetli bir pehlivan gibi olur, hiç yüksünmeden o işi yapar. Hayır işine gelince yüz yaşındaki ihtiyâr gibi âciz olurum, isyanda şedîd, kullukta bir battal pelît gibiyim.
Ancak Hz. Muhammed Mustafâ’nın şefaat kılmasıyla, günahlarımdan geçmesiyle, gönlüm kıyamet günü safâ bulur, durulur.
Niçeme ki gözsüzvenin dünyede Elümi tuta ahretde yide
Nazar hiç bırahmaz maâsîye ol Şefâ’atçıdur kamu âsiye ol
Bir anun bigi şâhum ola Ne kaygu eger bin günâhım ola
Her ne kadar dünyada görmeyen biriysem de elimi tutup ahirette beni de peşinden götürür.
Aşkından garîb düşmüşsem ne gam; lütfunun gölgesinde hoşça bir haldeyim ya… Tenhada kalmışsam ne dert; zerrecikleri dahi Ortaya çıkaran bir güneşim var… O’nun fakiri isem ne olmuş! Huzuruna kabul buyurmuş ya daha ne olsun… Hem dilencisinden bile kaçınmayan, yüksünmeyen pek yüce bir Sultânım var!
O, günahlara, isyanlara hiç iltifat etmez, günahından dolayı kullardan yüz çevirmez, cümle günahkâr âsilere şefâat eden, günahından geçendir O.
O’nun gibi bir şâhım olduktan sonra pek çok günahım da olsa endişelenmem. Kılavuzlar bizi Hakk’a komaz râh-ı dalâletde Sözü Mevlâ’sına geçen Resûlullahımız vardır Günâhkârım deyu Muhyî ümîdin kesme Allah’dan Muhammed Mustafâ gibi şefâatgâhımız vardır
Benüm i’timâdım hemîn işbudur Elümde dahı nesne yok hoş budur
Ana vü anun al ü etbâ’ına Dahı ehl-i beytine eşyâ’ına
Okurvan tahiyyât virürven selâm Diri olduğumca vü temme’l kelâm
Benim güvencem sadece budur; elimde de bir şey yok zâten güzel olan şey budur.
O’na ve O’nun ailesine ve O’na tâbi olanlara ve hassaten ehl-i beytine hatta isim vererek kullandığı eşyâlarına, varlık O’nundur, O’na âit olanlar. (Ki varlığımız onunladır varımız da ancak O)
(El-Hayy ile) Diri olduğum sürece (sonsuza dek) tahiyyât okurum O’na, söz tamam oldu vesselâm
Ṣarrāfsın velį bilmezsin cevheri
ʿĀrifsin kim velį añla ḫaberi
Niçe bu dünyāyı put idesin Putı kendüzine maʿbūd idesin
Niçe bu meclis ü çeng ü çeġāne
Saña güyer mi bu devr ü zamāne Çeng ü çegāne (çagana): Saz eğlentisi güymek: dayanmak, sabretmek
Niçe bu māl u altun u tecemmül
Niçe maḥbūb gül-endām bu niçe mül tecemmül: süslenme, süs gül-endâm: Gül bedenli, gül fidanı gibi güzel ve ince endamlı sevgili mül: şarap, mey
Niçe kibr ü ḥased menį-i vesvās
Niçe ʿömr ü niçe şādį niçe yās
Mālı kendüzine devlet bilenler
Māl-ıla ʿizzet ü şöhret bulanlar
Bilüben ṣāfį bilmeze uranlar
Özini māl-ıla ulu görenler
Māla murdār didi Seyyįd-i Muḫtār
Eger Muṣṭafā’ya ḳılursañ iḳrār Hadis-i şerif: Ed-dünya cifetün ve talibuha kilabun” Dünya bir cifedir(leştir) ve ona talib olanlarda ancak köpeklerdir.
Ḳārūn bu māl-ıla neye irişdi
Āḫir mālı uçından yire geçdi
Ya Nemrūd’uñ āḫiri neye irdi
Hįç eyledi nāmūsı yile virdi
Bu māl Şeddād’ı çıḳardı yolından
Ser-gerdān eyledi kendü ḥālinden
Bārį bu dünyā ser-be-ser ḫayāldür
Dāim āldar kişiyi işi āldur ald-: Aldatmak, kandırmak
Niçe zįreklerüñ ʿaḳlın uġurlar
Göñülde put olur belinde zünnār Zîrek: zeki, anlayışlı, uyanık uğurlamak: başından almak
Niçün terk eyledi İbrāhim Edhem
Anuñ-çun olmadı dünyāya hem-dem
ʿĀrifler ḫaber añlar bu ḫaberden
Ẕįra ki aṣṣı yoḳdur bu bāzārdan assı: fayda, kâr
Ey bu cihānda insānam diyenler
Vücūd içinde ben cānam diyenler
Görenler Ḥaḳḳ’ı her yirde muʿayyen
Nedür aṣlı vücūduñ ne imiş cān
Bu ḥikmet ne imiş aṣlı nedendür
ʿAḳıl irmez vücūddan mı ya cāndur
Bu ṣıfatda māt olupdur zįrekler
Ya ne bilsün bunı ḫār u ḫāşekler Hâr u hâşak: Diken ve çöp, çerçöp
Yuḳaru gök aşaġa yir görinür
Bilinmez biri birine bürinür
Gögüñ nerdübānı yoḳdur çıḳılmaz
Yirüñ nihāyetini kimse bilmez
Neye baḳsañ hemān baḥr-ı muḥįṭdür ʿAḳıl irmez hemān bunda sükūtdur
İrebilmez ʿaḳıllar oldı ḫayrān
Bilinmez bu ne ṭopdur bu ne çevgān
Siper ṣaldı bu meydāndaʿāḳiller
Beyān ḳılmadı bu ṣıfatı diller
Gel iy ʿaḳl-ı kāmil bir naẓar eyle
ʿIşḳı cān ḳuşına bāl ü per eyle
Gözüñ aç gör aḫı bunı cihānda
Ṭālib ne yirdedür maṭlūb ḳatında
Bu ne yoldur ki pāyānı görinmez
Bu ne vücūd ki hįç cānı görinmez
Bu ḥikmet ne imiş aṣlı nedendür
ʿAḳıl irmez ne vücūddur ne cāndur
Neye baḳsañ ki pāyānı deñizdür
Bu ne menzil bu ne yoldur ne izdür
Bu ne kārḫāne üstādı görinmez
Ya bilişdür velį eşyā görinmez
Yad olan kendüzinden yad olupdur Bilişenler hemān āzād olupdur
Bilişmeyen bį-gānedür özine
Zįrā bilmez vücūdı ne özi ne
Özin bilen kişi oldı ḫaberdār
Hemān bu cān vücūddur her ne kim var
NESİR İy ʿaḳl-ı kāmil bu sözüñ cevherine bir naẓar eyle. Gör neyi beyān ḳılur. Ol Ḳadįm-i lem-yezel ki bu kārḫāneyi bünyād eyledi. Kāf u nūn içinde tamām ḳıldı. Cümle varlıḳ yirlü yirinde istiḳāmet ṭutdı. Her eşyā kendü işine ḳāil oldı. Velį her kişi kendü işin bilür ancaḳ bu ḥikmetüñ ḥaḳįḳatin bilmez. Zįrā ki her kişiye kendü işi ḥicāb oldı. Bu ḥicābdan geçüp aṣlını görebilmedi. Ol sebebdür ki cümle eşyā birbirinden ṣorarlar ki bu kārḫāneyi düzen ne yirdedür. Cümle eşyā bu ḥāl içinde ser-gerdān dur. Gökdeki maḫlūḳ yire baḳar, alçaḳda ola diyü. Yirdeki ḫalāyıḳ göklere baḳar, yuḳaruda ola, dir. Cümle eşyā hemān bu ḥāl içinde bir birinden ḫaberi yoḳ. E-lestü birabbikum deminden tā Ādem zamānına degin şöyle ḳaldı. Ol dem ki Ādem geldi. Ol daḫı bu kārḫāne’yi gördi. Yuḳaru baḳdı gök ıraḳ, aşaġa baḳdı yirüñ nihāyeti yoḳ. Ol daḫı bu kārḫāneyi gördi, kendü işine meşġūl oldı.
Ādem peyġāmber zamānından tā Muḥammed Muṣṭafāʿaleyhi’s-selām zamānına dek her peyġāmber ki geldi. Her birisi bir dürlü fikr eyledi. Bu kārḫāneyi düzeni istemek bābında ḳaldılar. Muḥammed Muṣṭafā ʿaleyhi’s-selām geldi. Bu ḥālüñ aṣlını, fer’ini beyān eyledi. Şöyle ki şarṭdur: Bu kārḫāneyi düzeni, yine kār-ḫāne içinde bildürdi Vall-lāhu bi kulli şeyin muhit: Allah her şeyi içerden ve dışarıdan çepeçevre sarandır [Fussilet:54] didi. Nişānı yine eşyā içinde bildürdi.
İmdi Muḫtāruñ daḫı nişānı yoḳdur, oldı. İmdi her eşyā ki görürsin kendü vücūdına mevcūd olındı, ḫaberi yoḳdur. Her kişi bir nesneye iḳrār baġladı. Ḳadįm Sulṭān ara yirde münezzeh geçdi. İllā Muḥammed Muṣṭafā’dan ʿaleyhi’s-selām tā bu deme degin arada niçe kāmiller geçdi. Her birisi bu bābda bir dürlüʿaḳılları ṭarįḳınça didiler, anlar daḫı Muḫtār-ı ʿilimden delįl aldılar. Āḫirü’l-emr didi ki: men arefe nefsehû fekad arafe rabbehû didiler. Türk dilince dimek olur ki “Ḥikmet-ile nefsin bilen Tañrı’yı bilür.” dimekdür.
İmdi bu dervįş daḫı Muḥammed Muṣṭafā’nuñ sekiz yüz yılında geldi. Ol daḫı dir ki cānum bu nefs ne nesnedür ki anı bilen Tañrı’yı bilür. Her bir kişi bu bābda bir dürlü ṣıfāt söylediler. İllā bu nefs ādemüñ vücūdında ne şeydür ki anı bilen Tañrı’yı bilür. Velį bu ādem yaradılmış cümle eşyānuñ āyinesidür. Delįl bu ki ādemüñ vücūdı bir şehirdür. Her ne kim cümleʿālemde var ise bu şehirde vardur. Ol şehrüñ on iki ḳapusı vardur: Ḳapu var ki dāim açuḳdur, ḳapu var ki dāim ḳapanuḳdur. Ḳapu var ki gāh açuḳ gāh ḳapanuḳ. Ādemüñ vücūdında üç yüz altmış altı ṭamar vardur. Yidi yüz yitmiş yidi siñirdür. Dört yüz ḳırḳ dört pāre kemükdür. Yarusından yuḳaru boġazına degin yidi ḳat gökdür. Andan yuḳaru ʿarşdur. Yarusından aşaġası dize degin yidi ḳat yirdür. Andan aşaġası öküzdür, balıḳdur.
İmdi bu nefs ki dirler, bu şehrüñ kendü midür yoḫsa ol daḫı bu şehirde bir nesne midür ki anı bilen Ḥaḳḳ’ı bilmiş olur? İmdi ʿazįz-i men nefs iki nesneden ʿibāretdür: Biri bu ki vücūd cemʿine nefs dirler. Biri daḫı bu ki Ḥaḳk’dan ġayrı ḫayāller ki vücūd içinde endįşe olur, aña nefs dirler. Bu iki nesnenüñ taʿayyüni ḳanḳısıdur? Didiler ki vücūduñ cemʿįdür.
İmdi vücūduñ daḫı aṣlı dört muḫālif nesneden āşikāre görinür. Oddan ve yilden ve ṭopraḳdan ve ṣudan. Bunlar ḫod muḥaddeṩdür. Nesneyi ḳadįm bilmege nite delįl ola? İmdi iy ʿazįz, sen bu ḫaberüñ ḥaḳįḳatine naẓar eyle. Gör ki cümlesinde Tañrı mevcūddur dirsin. Eyle olsa ansuz nesne olmaya. Çün cümle nesne anuñ-ıla ulaşuḳdur. Pes eger āh eyleyüp ḥaḳįr baḳmaḳ şeyṭān fiʿlidür.
İmdi Ḥaḳḳ’ı ḳabūl idenüñdür; eger āh idenüñ degüldür. Her şey’üñ ḥaḳįḳatine baḳsañ aṣlı Ḥaḳk’dur, ferʿi eşyādur. Ḥaḳ nūrdur, ferʿi tecellįdür. Tecellį nūrdandur, nūrdan tecellįdür. Arası açuḳ degüldür, ulaşuḳdur. Her eşyā birbirine muttaṣıldur, birbirinüñ āyinesidür. Ḥaḳ ẕātdur, eşyā ṣıfatdur. Ṣūret-ile maʿlūm olur ẕāt ve ṣūret ü ṣıfāt bir vücūddur. Velį bu bir vücūduñ şeş ciheti vardur. Her cihetine naẓar eyleseñ bir ayruḳsı görinür. Bu arada ṭālibe rehber gerekdür. Tā kim işi temįz ola.
İy ṭālib-i Ḥaḳ sen bunı temįz bilmek dilerseñ, Muḥammed Muṣṭafā ʿaleyhi’s-selām didi ki: Men arefe nefsehu didi. İmdi ʿazįz-i men pes nefsini bilmek ol degüldür ki maʿįşeti, maṣlaḥatı ḳaydında ola. Her eşyā ki cihānda var, cümlesi bundan ḫaberdārdur. Velį söz Ḥaḳḳ’ı bilmek üzerindedür.
Ḥaḳḳ’ı eşyādan ayru istemek bir bābdur, eşyā içinde istemek bir bābdur. Ve daḫı şöyle ki eşyādan ayru istemeğe olmaz. “Vallahu bikulli şeyin muhîta” hükmü ile Hak her şeyde hâzırdur. İmdi cân-ı men, eşyādan ayru istemege yol uzaḳ, menzil ıraḳ, pāyānı belürmez. Eger eşyā içinde ister olsañ delįli ādemdür. Velį bu ādem ṣūreti, kā’inātuñ defteridür. Şöyle ki cümle ʿālemde ne var ise ṣıfāt-ı ādemde mevcūd görinür. Meṩelā Ḥaḳ gencdür, ādem ṣūreti ḫazįnedür. Bu ḫazįnenüñ tevārįḫi ādem vechinde yazıludur. Her kim bu ḥaṭṭı okıdı, ḥazįnedeki gencden ḫaberdār oldı. Bildi ki ādem mecmūʿına ḫazįnedārdur ve her ne kim evvel ü āḫir vücūd-ı küllįnüñ defteri ādemdür.
Ādem var ki ḫazįnedür, genc-ile maʿmūrdur. Ādem var ki özini bilmez, ol yoḫsuldur. Ādem var ki özini bildi, cümle varlıġı kendü şehrinde buldı, kendüsine geldi, özine emįn oldı. Ādem var ki ṣūreti ādem, fiʿli dįv ādem var. Ṣūreti, ādem; ṣıfātı, nūr-ı muṭlaḳ ādem var ki özini bildi, Sulṭān oldı.
İy ṭālib sen bu ādemi bileyin dir-iseñ ādemi bilmek dürlü dürlüdür. Evvel bu kim ādemden ādemi farḳ itmekdür. Āḫir bu kim andan aṣlı nedür, bunı bilmekdür. Bir daḫı bu kim eşyālaruñ birisi daḫı ādemdür. Velį bu ādem cemįʿisinüñ üzerine mālikdür. Şöyle kim mālik idügin bildi ise mālikdür; eger bilmedi ise hemān eşyālaruñ birisi daḫı oldur. Pes özin bilen ile bilmeyen er arasında farḳ oldı. Pes ādemden ādemi farḳ eylemek bir bābdur. Aṣlı nedür, bunı bilmek bir bābdur. Velį özin bilmek mücerred Ḥaḳḳ’ı bilmekdür. Bir kişi çün ādemden ādemi farḳ eyledi, ādem oldı. Ādemüñ aṣlın, ferʿin bildi ve ādem cümle eşyānuñ üzerine mālik idügin bildi. Bunlara cümle maḫlūḳ ṣıfāt oldı bilmek, Ḫālıḳ-ı ṣıfatı, mücerred özni bilmekdür.
Çün bir kişinüñ ʿaklı bu maʿnāyı açdı, bu muʿammā-yı baḥra ġavvāṣ oldı. Her cihetine baḳdı gördi ki şeş cihet kendünüñ gölgesidür. Zįrā vücūd-ı insān bildi kim baḥr-ı muḥįṭ özidür. Her ne kim naḳş u ḫayāle ṣūret baġlar, ʿāḳillere ḫayāl olur. Her şey bir ṣūret-ile muttaṣıf olup kendünüñ mevcidür. Göñül içinde burayı mekān idindi. İstiḳāmet ṭutdı, ṭurdı. Ẕātından mevc-i ʿışḳ ḳopdı.
Müsaade buyrulursa, devamı gelecek inşallah…
İnsadaki kilitlerin açılması için, kardeşi olan kitaptan anahtar âyetler:
وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَكَانَ اللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ مُح۪يطاً۟
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. ( (Esmâ ül Hüsnâ’sının işaret ettiği mânâların açığa çıkması içindir). Ve Allah her şeyi kuşatmıştır. (şeyleri Esmâ’sından yaratmış olması sonucu muhîttir) [4:126]
Dilküşâ’nın her ne niyetle yazıldıysa maksadının hâsıl olması için, her şeyi içten ve dıştan çepeçevre sarmalayan manâsına el-muhit ayetlerinin topluca tefekkür edilmesi pek mühîmdir:
İnsanlardan gizler de Allah’tan gizlemezler. Halbuki geceleyin, O’nun razı olmadığı sözü düzüp kurarken O, onlarla beraber idi. Allah yaptıklarını kuşatıcıdır. [4:108]
Halbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. [2:19]
Eğer sabreder ve korunursanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır. [3:120]
Çalım satmak, insanlara gösteriş yapmak ve (insanları) Allah yolundan alıkoymak için yurtlarından çıkanlar (kâfirler) gibi olmayın. Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır. [8:47]
Onlardan bazısı: “Bana izin ver, beni fitneye düşürme” der… Dikkat edin, fitnenin tâ içindedirler zaten! Muhakkak ki Cehennem (yanma şartları), hakikat bilgisini inkâr edenleri (Esmâ’sıyla onların hakikati olarak) ihâta eder! [9:49]
(Şuayb:) «Ey kavmim dedi, size göre benim kabilem Allah’tan daha mı güçlü ve değerli ki, onu (Allah’ın emirlerini) arkanıza atıp unuttunuz. Şüphesiz ki Rabbim yapmakta olduklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır. [11:92]
Vaktiyle sana şöyle vahyettiğimizi hatırla: “Şüphesiz Rabbin insanları kuşatmıştır. [17:60]
Dikkat edin! Muhakkak ki onlar Rablerinin likâsından (Rablerinin varlıklarında açığa çıkışını yaşamaktan) şek – şüphe içindedirler! Dikkat edin! Muhakkak ki O, Bi-küllî şey’in (her şeyin Esmâ özellikleri ile varlığını meydana getiren olarak) Muhît’tir (ihâta eder)! [41:54]
Sizin güç yetireceğiniz başka ganimetler de vardır. Allah onları kuşatmış bulunuyor. Allah, her şey üzerinde Kadîr’dir. [48:21]
ALLAH, yedi göğü ve aynı şekilde yeri[n sayısız parçasını] yaratandır. O’nun [yaratıcı] iradesi, bütün bu [yarattık]ları aracılığıyla kesintisiz tecellî eder ki Allah’ın her şeye kâdir olduğunu ve her şeyi bilgisiyle kuşattığını, muhît olduğunu göresiniz. [65:12]
O, bunu (Peygamberlerinin, insanlara) duyurduklarının, Rableri tarafından gönderildiğini bilmeleri için yapar. Çünkü O (Allah, zâten) onların söylediklerini (bilgisiyle) kuşatmış ve her şeyi tek tek kaydetmiştir. [72:28]
Allah onları arkalarından kuşatmıştır. [85:20]
Binâen aleyh seyrimizde bidâyet ve nihâyet yoktur zira rûhânî ve cismânî dünyevî ve uhrevî her mazharda Hakk müşâhede edilir. Nitekim Muhammedîler hakkında Cenâb-ı Fahr-i âlem (s.a.v.) hazretleri “Lev delleytüm bi hablin le hebeta ‘alallâhi”* buyurdu. Ve bununla haber verdi ki Cenâb-ı Hakk bâtın-ı semada yâni âlem-i ervahda olduğu gibi bâtın-ı arzda yâni âlem-i ecsâmda dahî hâzır ve mevcûddur. Ve o Allah herşeye muhîttir. Nitekim Hakk her şeyi muhit ettiğini bilip gören kimsenin müşâhedesi ve sulûku devriyye olur.
* “Muhammed’in nefsi elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki yeryüzüne bir ip sarkıtsanız Allah’ın üzerine düşerdi” (Ahmed bin Hanbel1415, II, 370; Taberani 1415: IV, 248-249)
Hüve’l bâtın değil perde Hüve’z zâhir o her yerde
El-muhit: Her ne kesret var ise cümlesini çevreleyen ve cümlesinin müstağrak olduğudur. Bütün mânâları ihâta eden, kapsayan bir varlık olması neticesinde, kendinde mevcut olan bütün mânâları, gene kendi, kendi ilminde seyreder.