Kuşlara Serbest

İnsan, fenâ hâlde kuşa benzer… Her birimiz kendimize özgü bir dünyada, geçmiş yaşam deneyimlerimize ve şartlanmalarımıza dayanan zihin yapımı bir gerçeklik kafesinde yaşıyoruz. Öyle düşüne düşüne öyle inanıyor, öyle inana inana öyle görüyoruz…
[W. Hsin]

Yeni yüzyılın câhilleri okuma-yazma bilmeyenler değil, yeni şeyler öğrenemeyen (learn) öğrendikleri eski şeyleri unutamayan (un-learn) ve hakkıyla yeniden öğrenmeyi (re-learn) beceremeyenler olacaktır.
[A.Toffler]

••• KUŞLARA SERBEST •••

Kalmışam zındân-ı cism içre bugün tenhâ garîb,
Bu kafeste rûz u şeb, zâr olmuşum Yâ Rab meded
[N. Mısrî ksa]

Arttı günden güne feryâdın senin
Âh u efgân oldu mu’tâdın senin

1.1
FASL-I EVVEL
İLK MEVSİMDE
• KUŞ KAFESTE •
Acı gerçektir
(Yazarın “Kuşlara Serbest” isimli kitabından)

büyük şehirde
bir yol vardı;

yolun ortasında
bir ev vardı;

evin ortasında
bir merdiven vardı;

merdivenin sonunda
karanlık bir oda;

odanın ortasında
bir masa;

masanın ortasında
bir kafes;

o kafeste
küçük bir kuş

işte bütün hikâye
bu kuşun aklından geçiyor

şehir, yol, ev, merdiven, oda, masa, kafes ve kuş
zâten tüm film, zihinde geçiyor

•••
[Âlem sahnesinde, hayâl perdesinde, ikili birli bir oyun]

Ruhî Bey’le Nefîse Hanım’ın kavgaları, komşu kafeslerden duyuluyordu.

Başlarını sokacak bir yuvaları vardı ya…
Herkes gibi yavru yapıp onları büyütmeleri gerekmez miydi?

Nihâyetinde bir kuş, bir yumurtanın diğer yumurtalara dönüşme şeklinden başka ne olabilirdi ki…

Oysa bütün bunlardan daralan Rûhî, kuş kadar kafasını, kafesin parmaklıklarına vura vura haykırıyordu:

– Bu kafeste yuva yapacak değilim
Esâreti mirâs bırakacağım bir yavru istemiyorum!

– Aman bey tövbe de ne diyorsun öyle!
Hepimiz kafeste doğmuş değil miyiz?

Hem Allaaseven şu kafesin genişliğine baksana, yediğimiz önümüzde yemediğimiz ardımızda, hâlimize şükrederek yeni yavrular getirmemiz gerekmez mi kafese?

– Âh be hatun kuş, bencileyin kim kafeste doğarsa uçmanın bir hastalık olduğunu düşünür.

“Yerimiz genişmiş” laf mı şimdi bu…

Kanat çırpamayacağı kadar dar bir kafesteki kuştan daha vahim olanı, uçabileceği kadar geniş bir kafesteki kuş değil midir?

– Kim sokuyor kuş kadar beynine böyle hastalıklı fikirleri bilmem!

– Her gece, bu kafesten çekilip gözlerimin içine baktığım sessizlikte duyuluyor işte
Her gün, birlik zevkindeki bülbül, gül bahçesinden haberler veriyor işte

– Hem bak burası bizim için güvenli, dışarısı tehlikelerle doluymuş, bildiğimiz yuvayı niçin bırakalım?

– Tamam kafes tamamen güvenli ama burada ölü gibiyiz, içimde kanayan canlı bir yara var hatun, hepsi bu kadar olmamalı…

İçimdeki daha büyük benle, doğal bir uyumsuzluk var her hâlimde, derinlerde beni rahatsız eden bir yara var, var ki kanıyor işte!

Evet içerde, su ve tâne buluyorsak da su da kafesin dışından gelmede tâne de…

Hepsi bu kadar olmamalı, bu acıya dayanamıyorum.
Açık kafeste, kafes azığına ihtiyacım yok artık!

– Aman bey, dışarda ölüm var, ayrılık var diyorlar?

– Ölüm zaten kafesin kırılması değil mi?
Hiç gam yeme a güzelim, ecel kafesi kırar, kuşu incitecek değil ya

– O kadar uzun süre kafeste beslendik ki inan uçmayı bile hatırlamıyorum.

•••

Nefîse Hanım, kafasını kafesin parmaklıklarından çıkardı, gövdesini zorladı, çırpındı çırpındı olmuyordu işte olmuyordu, tıkılıp kalmıştı bu daracık kafese…

Çâresizlik içinde daha da çırpındıkça başı kurtuldu.
Neden sonra bakışları, kafesin kapısına takıldı.
Kapı açıktı, kim bilir ne zamandır açıktı.
Belki de en başından beri…

Yine de çerçevesiz açıklığa çıkmaya cesâreti yoktu.

Bildik bir ateşi, bilinmeyen bir bahçeye tercih ederdi.

Kapıya arkasını döndü, kendi etrafında dâireler çizerek, döndü, döndü, artık gücü kalmayana dek döndü…

Nihâyet kendinden geçerek yere yığıldı.

Rûhî’nin son sözleri can kulağındaydı:
“Kafeste yürüyen bir kuş, canlı bir kuş sayılır mıydı?”
•••

Bakışını uzaklara, çok uzaklara çevirdi.

Birden sebepsiz bir hüzün çöktü, gözleri doldu.
Ateş kesilen gözyaşlarından, suya düşmüş buzdan kafesin son parçası da eridi.

İçine akan yaşlar birikti birikti, deryâ oldu
İçi, dışı bir oldu; hayretten nefesi kesildi
“Ama Ben…” diyemez oldu
Kelimeleri unuttu
•••
Sızlayan yarası dinmişti
Sızan ışıklara bakılırsa güneş batıyordu
Uzun uzun baktı güneşe
Baktı, baktı, başka hiçbir şey kalmayana dek
Aşkın sıcak ışığını tâkip etti
Ve birden titredi
•••
Pencerenin ötesindeki son kuşların ayak izinde kayboldu

Deryâ olunca nefes pârelenince kafes
Tâ kesilince bu ses; çağırırım dost dost…
[N. Mısrî]

Amanın aman, zamanın zaman…
Bir keresinde “Kuş Dili” bilen bir insan güzeli geçti, o pencerenin yanından.

Peşi sıra takılanlara, sohbet aynasını açmak üzereydi ki göremediği bir ağaçtan, birden bir kuş sesi duyuldu yavaştan.

Hazretim, kuş dili susana dek yumdu gözünü, açmaz oldu ağzını ve akanlar aktıktan sonra, bugünkü sohbetin tastamam verildiğini söyleyerek çekip gitti buralardan.

•••

Karaya bir balık koyun, ölene dek okyanusu hatırlayacak ve bir kuşu bir kafese koysalar yine de gökyüzünü unutmayacak. Zirâ her biri, doğasının olması gerektiğine hükmettiği gerçek evi için vatan hasreti çekiyor.

İnsan, masumiyet hâlinde özgür doğar. Özgün doğası sevgi, merhamet ve saflıktır. Yine de kadîm yurdunu unutarak öylesine oradan buraya taşınır durur.

Bizim hikâyemiz, uzun hikâyemiz, bir balığın bir kuşun başına gelenlerden daha mahzûn değil mi?

Söz uzadı ve bâzı kuşların canları, bu hikâyeden fenâ sıkıldı, biliriz…
İyisi mi sessizliğe daha fazla kıymayalım

Her bir kuşun kafesi başka başka nîdelim.

Sus… Sus ki sükût âlemi dopdolu bir dünyadır; söz davulunu çalıp durma, söz, içi boş bir davul!
[Cenâbı Mevlevi]

Dağlar ve nehirler üstüne

Kadim bilgelikle âşinâ olanlar, 9. asır Zen yolu ermişlerinden Qingyuan Weixin’den zuhûr eden, “dağlar ve nehirler” üstüne şâhitliği de pek iyi bilirler:

“Otuz yıl var ki bu yolda çalışmadan önce, dağlar sâdece dağdı ve nehirler sâdece nehir. Yola düştüğümde seyrimin bir yerinde dağlar birdenbire dağ olmaktan çıktı ve nehirler birdenbire nehir olmaktan çıktı. Ancak bu günlerde dağlar yeniden dağ ve nehirler yine nehir…”

Efendim bu yolun sonu nicedir? Başa dönmektir.
[Lisânu’l Kavm: Cüneyd-i Bağdâdî ksa]

Qingyuan Usta’ın bu muammalı sözü, aydınlanma-uyanışın sadece aydınlanma-uyanış olmayan ilk hâle gerisin geri bir dönüş olduğunu mu işâret ediyor acaba?

Buyursunlar efendim birlikte zevk edelim…

İlk adımda “Dağlar dağdır ve nehirler nehirdir”

Zira isim verdik bir kere ve “fark” ile ikili bir zeminde başladık seyrimize.

Öyle ya hepimiz çocukluğumuzdan beri isim, resim ve çerçeve koşullandırmasını seve seve kabul ettik, varlık komasına girdik ve ölümcül ayrılık virüsünü kaptık bir kere.

Yani böyle baktığımızda gerçekten bir dağ, dağın gerçekte ne olduğu görüyor değiliz. Sâdece daraltan bir kavram, zihinsel etiket olarak içi boş bir “dağ” görüyoruz.

Bu, derin bir hipnoz hâliyle kemikleşmiş kavramsal düşüncenin neden olduğu vahim bir ızdırap biçimidir. Canlılığını yitirmiş, akıştan kopmuş donukluk acısını dayatır. Biraz da bu yüzden olsa gerek, yetişkinlik, çocukluğa kıyasla bir kafes gibidir, ne yapsan dar gelir.

Eh, uçan belirsizi yere kondurup çerçeve içine almayagörün…

Aldatıcı görünüşü öyle olsa da sabit, ayrı bir şey yok ki!
(Bu nevi bir kavramsallaştırma ve etiketleme düzeyi, bize, bir dağın ne olduğunu bildiğimiz gibi aldatıcı bir izlenim verebilir)

Aslında olan akan, her an değişen, bütün tek bir şey
Hoş, ikincisi olmadığına göre “şey” bile diyemeyiz. Tek bir eylem akışının bitmesi de olmadığından ikinci bir eylemden bile bahsedemeyiz.

Uzakdoğu’da Satori denilen (miraç ânı) ikinci aşamada
“Dağlar artık dağ değil ve nehirler artık nehir değil.”

Basmakalıp bir biçim inşâ eden, sabit bir kafes ören zihinsel etiketleme eyleminin arkasında, harikulade güzel ve kendinden geçmiş eşsiz, kaotik bir belirsizlik olduğunu, gizli hazinenin göz kırptığı “o parlama anında” doğrudan deneyimle, bizzat algılanır, daha kapısı algı kapıları temizlenince mukabil aynada hakikat olduğu gibi sezilir.

İşte bu “cem” hâlinde nice yıllar demlenmek, öyle sermest gezinmek mümkündür. Her şeye, çoğu zaman gülerek ve bazen de ağlayarak öylece meydanda dolaşıyorsunuz.

Sözde “evren” diye görünenin fevkalade enerjik bir akış olduğunu, her şeyin garip bir şekilde birbirine bağlı olduğunu görüyorsunuz ve aşkın bilgelik, irfan gibi bir şeylerin iması ile zevkten zevke gark oluyorsunuz; eh, yâri güzel olanın, yârinden ayrı duramayanın aklı başta, ayağı yerde ne gezer…

Üçüncü aşama olan dönüş devrinde,
“Dağlar yine dağ ve nehirler yine nehir”

Ancak bu, eski dualistik donukluğa (şirk) geri döndüğünüz anlamına gelmez.

Bu, dağların ve nehirlerin gerçek doğasını bir kez gördüğünüzde, diğer insanlarla kısa yoldan iletişim kurmak adına eski etiketleri kullanmaktan çekinmeyeceğiniz anlamına gelir.

Nihâyetinde, neden olmasın?
Ama artık bütün hikâyenin, bu yarım yamalak görüntüden ibâret olmadığının farkındasınız. Kelimeleri onların îmâ ettiği ayrılık dalgasına kapılmadan zevkle kullanıyorsunuz.

İçinden aynı ırmağın aktığını pekâla bilseniz de içinden göründüğü kaba göre, izahı kolay kelimelere üflemekte “oyun etmekte” ne sakınca olabilir…

İçeri ve dışarı, Ben ve öteki ayrılık yaraları tamamen iyileşen biri, her yöne yayılan, herkese dokunan bir aşk ateşi gibi olmuştur çoktan…

Beden sâkin, kalp, her şeyi kabul edici, zihin açık, özgür ve aydınlık, her şeye nüfûz edici…

Zihinde tutulan alışkanlık ve anılarla örülü “Ben-im” sandığımız aşina evi yıkmamış, sonrasını düşünmeden, büyük bir enerjiyle her şeyi yer ile yeksân etmemiş ve en başta “dağlar ve nehirler” etiketinin ötesine geçmemiş olsaydınız, bu son rahat, dingin, sakinlik aşamasına nice varırdınız, cennetten hiç ayrılmadığınızı nasıl anlardanız?

Dünyâ vü ukbâyı ta’mir eylemekten geçmişiz
Her taraftan yıkılıp vîrân olan anlar bizi
[N. Mısrî’den]

Deneyimsel olarak söylemek gerekirse, üçüncü aşama dıştan aynı gibi görünseler de, temelde birinci aşamadan farklıdır; bu “Büyük Aydınlanma” denilen kenini tanımanın (marifetullah) ta kendisidir.

Ne var ki her duygu ve deneyime etiketler yapıştıran, istemsiz gevezelik eden, tepki makinasına dönen, donuk kafalı kukla zihin, bu seyirde hiç de refikimiz (Yol-araç) değildir.

ÂNı tevhîd eylemez illâ ki şirk ehli ider
Vahdet-i Hakk’ı DUYANın dili lâldir aklı mât
[N. Mısrî]

Söz, iki sonsuz arasında bir çırpınış
Dil, boşluğun çaldığı bir saz imiş

Kalbin hoşluğunda
Kendiyle dolduğunda
Düşünce kalmaz
Dil, konuşmayı reddeder

Acizliğini itirafla hayretle yoldan çekildiğinde neyin ne olduğu bizzat görülür vesselâm.

Yapmaktan Olmaya Geçiş

Ne vakit sessizlik olsa veya yalnız kalsam bir ürperti kaplar içimi; sessizliğe dayanamıyorum gibi.

Bu aslında, bu bedenin altında ayrı bir varlık yaşıyor sanan, kişisel hayatını, kişisel olarak yaptığı tercih ve eylemlerle devam ettiren her kişi için böyledir biraz…

– Peki bir “kişi” neden sessizliği sevemez?
Çünkü sessizlik sâde sesin olmaması değil asıl senin olmaman

Bu kadar bir şeyler yaptığımız yetmez mi?

Sâkin olmak
Sessiz olmak
YAPMAMAK için biraz zaman ayırsak

Hiçbir şey yapmadan ya da bir şeyleri daha denemeden sessizce oturmanın, sâdece kendinle olmanın târif olunmaz bir neşesi var…

Zihnin buzdan damlası
Kalp denizinde eriyince
Sessizliğin-sâkinliğin kişisel bir fâili olmadığı anlaşılıyor ve o kaynaktan doğan eylemlerin de öyle olduğu apaçık görülüyor.

“Men samete necâ”
Susan kurtulmuş olur.
Aşk ile böyle buyurdu Varlığın Sevinci, âgâh ol birâz:

Öz-Benlik, kişisel bir şeyler yaparak değil, herhangi bir şey yapmaktan kaçınarak, hareketsiz ve dingin kalarak ve gerçekte neyse o olarak bizzat idrak edilir.
[N. Maharaj]

Nihayetinde, Benlik, gizli hazinemiz herhangi bir şey yapmanın sonucu olarak keşfedilmez sâdece var olmanın doğal bir sonucu olarak bir anda üstü açılabilir.
[D. Godman]

İş yapıp durmayı bir kenara bırakıp “dil yaramızı” biraz kaşıyacak olsak günden ayân bu gerçeğin üstü ha açıldı ha açılacak.

Eski Türkçe kaynağından doğan yap-mak “örtmek, kapatmak; ağ atmak; inşâ etmek” diye çağlıyor. Ayrı ayrı kişiler, ayrı ayrı işler yaptıkça büsbütün olanın üstüne ağ atıyor, oluşu örtüyor ve böylece içinden çıkılamaz “bireysel fâil” hücresini inşâ ediyoruz.

Yine Eski Türkçe geçişsiz bir fiil olan yâni kimseye uğramadan geçen olmak (bol-mak bol olmak) “tamamına varmak, yetişmek, gerçekleşmek” olarak görünüyor.

Peki günlük akış içinde neler YAPMAK var ve neler OLUYOR?

Gürültü yapmak var
Sessiz olmak var
Sessizlik yapmak yok

Güzel oldu
İyi yaptım

AŞK yapmak var
Âşık olmak dahası AŞK olmak var

Anne OLMAK doğal olarak var
Annelik YAPMAKta zorluk çekmek manâsı var

Bir işi BEN YAParsam zor
O ise OL der ve kolayca OLUR

Yâni OLMAK zahmetsiz ve kolayca
YAPMAKsa çoğu kişiye zor

Anda olan bireysel fâil olamaz ki geçmişin hikayesi olmadan şimdide kişi barınamaz.

Belki de bu yüzden
Her şey birden bire gerçekten OLUR
Ve zamanla sanal yaşayan kişi-ler tarafından yapıldığı sanılır.

Eh çok yapmakla çok çocuk OLMUYOR hâliyle…

Yapmak bireysel
Olmak evrensel

“Yapmak” ve “Olmak” arasındaki açık fark anlaşıldığında, gerisi zahmetsizdir.
Bütün YAPışlar parça ve eksik oysa OLan ortada ve büsbütün, eksiksiz.

Sadece oturmak, hiçbir şey yapmamak sâdece olmak. Daha büyük bir eylem olabilir mi?

İşte “olmak” böyle bir varoluşun bütünlüğüyle mümkün, bir şeyler yapmaktan usanan şâir, bu zevki tatmış olsa gerek:

Dünya her mihnete bedel
Sen olduğun için güzel

Gelip geçerken günler neler yaptım ve neler oldu?

Varlığın akışı büsbütün
Öylece oluyor işte
Hayat aslında böyle

Hayatın bir ve bütün olduğu âşikâr olduğunda, yapmaktan olmaya, nehri itmeye çalışmaktan onun bizim içimizde akmasına güzellikle izin vermeye tatlı bir geçiş olur.

Hem içinde YAPMAK olan bütün her şey, zâten büsbütün VÂROLUŞ’un içinde.

Dikkat, ilgi, enerji yapmaktan, olmaya kaydırıldığında ne gerekiyorsa eksiksiz olarak yapılmış olur hem de kasıtlı bir yapma olmaksızın, ayrı bir yapanın yokluğunda kendi kendisiyle ilgilenir hayat…

İnsanlar hiçbir şey yapmadan sâdece şimdi ve burada olmayı öğrenmeli.
[T. N. Hanh]

Bir kişi için, mükemmel bir şekilde hiçbir şey yapmamak, her şeyi yapmak kadar zordur.
[A. Watts]

Aslında manevi bilgeliğin çoğu, kendi yolundan çekilmekle, daha az konuşmakla, daha çok dinlemekle, daha az yapmakla, daha çok olmakla ilgili…

Çünkü yapmak için ayrı bir yapan (fâil) gerek
Olmak içinse olacak ayrı birine gerek yok

Şimdi ve burada OLMAnın farkında olabilirsin ve bu bir kez olduğunda başka bir şey yapmaya gerek yok. Oysa şimdiye dek ayrı bir kişinin yaptığı düşünmenin, hissetmenin, yapmanın farkındaydın.

Ve vâr oluşun farkındalığının güneşi bir kez doğunca yapılan tüm mumlar bir bir söner…

Şimdi öylece oturacaksın, sâdece olacaksın, hiçbir şey yapmayacaksın, hiçbir şeyi anlamaya çalışmayacaksın, farkındalık olarak o ana tamamen dalmış olacaksın ve her şey senin için birdenbire aydınlanacak, kendini ağaçlarda, esen yelde, gökte uçan kuşlarda hissetmeye başlayacaksın ve yanından kim geçse sanki sensin ama öylece oturacaksın orada ve öylece gülümsüyorsun işte, varlığın gülen yüzü olarak…

‘Ben’ gittiğinde, arayan olma kavramı, bir şey yapma duygusu ve bir şeye ulaşılması fikri de kaybolur. Tüm düşüncelerinizi incelerseniz düşüncenin dışında hiç “Ben” olmadığını göreceksiniz.
[N. Maharaj]

Yani daha fazla bir şeyler YAPARAK gerçeği hak etmene gerek yok. Buna imkân da yok zira hak edebilecek ayrı bir sen yok; bu zâten aslî hâlin.

Değerin yaptıklarından değil vâr oluşundan kaynaklanıyor. Kim olmadığını bildikçe ne olduğun gün yüzünde parlıyor.

Engin ol gönül engin ol
Çünkü zâten öylesin

Sen zaten bütün evrenin yaptığı bir şey bir eylemsin, kendisi bir eylem olan daha n’eylesin sâde bu birlik zevkiyle demlensin…
Hem ‘yapan’ olarak özdeşleşme öldüğünde… Ölüm de ölür

Daha ne diyelim hayırlı olsun
Ayrı yapanlar olmayınca
Öyle olup durur be yâ hû