Ümidin hayâli

Göz gördü, gönül sevdi seni ey yüzü mâhım, kurbânın olam var mı benim bunda günâhım…

naatVücudu daha latîf, cismi daha zarîf, canı daha şerîf ve nefsi daha nefîs olan kimsenin, cevherinden doğan görünüşünde, o mâdenin nuru (Peygamberî Cemâl) pek zâhirdir. Beğenilen herşeyde o güzelliğin tesiri vardır. Çünkü kâinatın her bir zerresi, Hakk’ın fiilinden kaynaklanan bir cana sahiptir. O’nda, mahsûsen beğenilen şeylerdeki tecelli-i zât ve sıfatlar nimetine mübâşir olan bir taraf ve Hakk’tan başkasını görmeyen bir göz vardır.

Cemal mâdenine ne kadar yaklaşırsa aşk ahdine de o kadar yakınlaşmış olur. Akıl cennetinin çayırındaki aslan ve fazilet dağındaki avcının -salavatların en faziletlisi ve tahiyyatların en kâmili O’nun üzerine olsun-, aşkın tazeliğinden dolayı, Ma’şûkun nezdindeki bahçelere ne kadar yeni gelmiş olursa olsun, O’nu süratle öptüğünü ve alnına koyduğunu görmezsin. Onu öpmek, aşkın şehvetinden kaynaklanan kadim bir fiilin ruhla mübaşereti; alna koymak ise yakının da yakınını istemek anlamına gelmektedir. Gözün, gözden başka, cemal seyrinden mâada hazzı yoktur. Çünkü gözde, o kaynaktan bakan göz görüşür. Zira göze, canın penceresi olma vazifesi yüklenmiştir. Ruh, bu pencereden mülk âlemini seyreder.

gulsun

Cevher-i cânsın letâfet maden olmuştur sana
Nakd-i ömrümsün ki sînem mahzen olmuştur sana
Malum maden ocağından cevher çıkar, bakır madeninden bakır. Eğer hoşluk ve güzellik bir maden olsaydı, bu kaynaktan elde edilen cevher senin canın olurdu. Benim de ömrümün sermayesi, varlığı sensin. Bu değerli hazineyi bir maden, bir ambar, bir mahzen olan kalbimde saklıyorum.

Gün gibi tenvîr eder bu nükteyi şems-i ruhun
Matla’-ı mihr-i kıyâmet revzen olmuştur sana
Ruhunun ışığı, bu ince manayı güneş gibi nurlandırırken kıyamet güneşinin doğduğu yer pencerendir. Kıyametin büyük alametlerinden olan, güneşin batıdan doğacak olmasından mülhem Ganiyy-i Muhtefi hazretlerinden:
“Şemsin garbdan doğması” ne büyük bir saadet!
Nefsinde tulû’ eden bu vak’adan um medet.
Budur Rûh’un bedenden ayrılma habercisi;
Mi’râc’ına attığın adımın birincisi.

Târ ü bûd-ı pertevinden âftâb-ı ‘iffetin
Bir perend îcâd olunmuş dâmen olmuştur sana
Senin iffet ve temizlik güneşinin ışığından, dokumadaki atkı ve çözgü iplikleri bir araya gelip yeni bir kumaş icad olunmuştur ki vücudunun alt kısmı için bir örtü olmuştur sana.

Hak seni izhâr için bir ruh tasvîr eylemiş
Sonra gül-berg-i hayâ pîrâhen olmuştur sana
Hak seni açığa çıkarıp göstermek için bir ruh tasvir etmiş, bir gül yaprağı mesâbesinde olan hayâ da sana gömlek olup mübarek vücudunun üstünü örtmüştür.

Reng-i gül bûy-ı semen rûh-ı revân nûr-i basar
Birbiriyle itmiş âmiziş ten olmuştur sana
Gülün rengi, yâseminin kokusu, ruhun akıcılığı, ferahlığı, gözün nuru, birbiriyle güzelce karışıp ten olmuştur sana.

Ferve-i sammûrda mir’ât-ı cismindir ‘ıyân
Âb-ı hayvânsın ki zulmet mesken olmuştur sana
Cisminin yansıması, görünüşü elmas değerindeki samurun kürkü gibidir. Sen ebedi hayat kaynağısın, karanlık meskenin olmuştur. Kürk ile kesret ve zulmet arasında tevhidin hakikati açısından mühim bir irtibat vardır. Buna göre cisminin yansıması, dış görünüşü samurun kürkü gibi gayet sık (kesret) fakat karanlıktır (vahdet). İbn-i Arabi hazretlerinin kabulüne göre hakikatin kaynağı karanlıkta saklıdır. (Taayyünden önce ama). Tevhid, samur kürkünün içinde, yani kesretin ötesindedir. Kesretten vahdete, ince bir yoldan tevhidin hakikatine varılır.

Nûr-i subh-ı gülşen-i cennet beyâz-ı çeşm-i hûr
Şir ü şekkerle karışmış gerden olmuştur sana
Cennet kızının gözünün beyazlığı ile cennetin gül bağında sabah vaktiyle doğan nur, süt ve şekerle karışmış da gerdan olmuştur sana.

Nûrdan bir gülsün ey ser-mest-i âteş-rûy kim
Ümmîd-i zârın hayâli gülşen olmuştur sana
Ey ateş gibi parlak ve yakıcı yüzünden sarhoş olduğum sevgili sen öyle bir nurdan gülsün ki ümit içinde ağlayıp inleyen, zayıf ve dermansız aşığının hayali, bir  gül bahçesi olmuştur sana.

… Memnûn-ı visâl eyle beni gel kereminle, yansın hased âteşlerine baht-ı siyâhım …

Derin mevzular

Ey âşık, ölürüm diye mi korkuyorsun, ölümüm ancak sûretimin gözünden kalkmasıdır, iyi bak her surette görünen benim! [Fakîrullah Zekâi Efendi]

asimbaba

[Nev-NİYÂZ ve DEDESİ]

– Gene birikti sorular, size rastlamak ne saadet… bir nutk-u şeriften hatırımızda kalmış olmalı:
“Her yerde fakat ârifin kalbindedir Allah
Yoksa sen onu arz-ı semavatta mı sandın?”
tekrarıyla teselli olur dururuz, yapıştı dilimize mübârek…

– Anahtarımız ser-levhâya aldığımız sözden zuhur etsin, altına astığımız surette tam sağ üst köşede yazılıdır aslı, başa dön yavaş yavaş bir daha oku!

– Resimdeki Dede kim?

– Ankara’da, Hacı Bayramı Veli Sultân(ks) dâmeninde mukîm, Zekâi Efendi ahfadından Tesbihçi Asım Baba. Daraldıkça nefesine uğrayıp nazar alırız. “Arifin kalbi” dedin ya yâdımıza düştü hazretim… Buradan varalım kûyi dilâra’da seni yakan beyitlere; Erenlerim bilmiş ol ki kalp tasfiye olup saflaştığında hâsıl eylediği mârifet nuru sâyesinde kendisinde Hak hissedilir surette tecelli eder. Bu halde hakîkat zâhir olup şek ve şüphe tamamen zâil olur gider.

– Kalbin tasfiye olması ne demektir? Nasıl anlaşılır?
– Kalbin tasfiyesinden maksat kalpten gayriyat kir ve bulaşıklarını silip temizlemek oradan Allah’dan gayrısını, Hak olmayan suretleri def etmektir. Çünkü gerçek Beytullah müminin kalbidir. Dışarıdaki Beytullah onu temsil eden bir âlemden ibarettir. Âlemlerin Sultanı, Mekke’nin fethinde Beytullahı putlardan, cümle kirlerden temizleyip gayriyattan boşaltıp tahliye etmedi mi? Orada putların bulunması eve de ev sahibine de yakışmaz. Esasen orada putlar bulundukça ev sahibi oraya tenezzül etmez. Daha doğrusu orada ikamet ettiğini o kimseye haber vermez. Bunun için gönül hânesini tam temizleyenlerden Şemseddîn-i Sivâsi hazretleri (v. 1597) şu tavsiyede bulundu:
Sür çıkar ağyarı dilden tâ tecelli ede Hak
Pâdişah konmaz saraya hâne ma’mur olmadan

– Kalbi zikirle mi temizlemeli?
– Cümle mevcûdât zâkir, kâinât dergâhdır. İnsan olana bu ilahi koroya eşlik etmek, alemin ritmiyle hem-aheng olmak düşer. Bilmez misin ayeti?

ve in min şey’in illah yüsebbihu bi hamdihi… ve hattâ hiç bir şey yoktur ki onu hamdiyle tesbih etmesin ve lâkin siz onların tesbihlerini iyi anlamazsınız! [17:44]
Hiçbir şey yoktur ki O’nu överek tesbih etmesin. Agâh olasın bir şeyin “överek anması” için onda idrak gücü bulunması zorunludur. Hakk’ın tecelli ettiği bir mazhar kendini bilmese bile Hak o mazharda kendini bildirir. Mazhar kendini bilince kendisinde zikredenin Hak olduğunu da bilir. Kendini bilen mazharda zikir, zâkir ve mezkûr bir olur. Böylece o mazhar kendisinde Zâhir ve Zâkir olanı överek anlamış olur.

– Mazhar dedinizde Hz. Musa kıssasında geçen bir ayet var ağaçtan ses geliyor hani “Şüphesiz Ben Allah’ım…” diye?

– Ağacın “İnni ene Allah” Hiç şüphesiz ben Allah’ım (28:30) demesi belki bir ihtâr ve bir delildir. Bu söz eşref-i mahlukât olan bir insandan sâdır olduğunda bu ayetten mülhem itibar görür.

Hani diline dolanan nutku şerifin evvelinde de geçer:
Hak suretidir âlem-i imkân ile Âdem
Bundan güzeli nerede ki, cennette mi sandın?

Madem ki bütün alem Hak suretinden ibarettir. Şu halde her kim(insan) veya herhangi bir şey(ağaç) “Ben O’yum” dese şeksiz doğrudur. Çünkü buradaki Ben kelimesi âlemin bir parçası olan ve insanî nutka mazhar bulunan şahsa, nesneye değil belki âlemin sûretinin sahibi olan Hakka işaretidir.

Oraya gelince kutlu yerde bulunan vadinin sağ tarafındaki ağaçtan kendisine nida edildi: Ey Musa, şüphe yok ki ben, alemlerin Rabbi Allah’ım. [28:30]
Ayette “Ben Allah’ım” hitâbı ağaçtan sâdır olmuş olsa da nasıl ağaca izâfe edilemez ise bir insandan sâdır olduğunda o insana değil ancak Allah’a izâfe edilebilir.
Her eserde ol müessir
Her eser O’ndan eser

Çünkü ağaç da insan da Allah’ın mazharlarından olup tecelli sahibi mazhar değil ondan zuhur eden ez-Zâhir’e aittir. Bir aynaya güneş vursa, ayna ben güneşim diyebilir mi?

Mademki Allah her yerden ezelde bahşedilen yetenek ve istidâdına göre konuşur, insandan da kendi istidadına göre konuşması yadırganmamalıdır. Aslında o mazhar bilse de bilmese de her gözden gören, her kulaktan işiten Allah’tan başkası değildir. Burada açıklanan fark “bilen ile bilmeyen” farkıdır.
Tam da buraya işaret eden Mısri hazretim ne güzel buyurmuş:

Zât-ı Hakk’ı anla zâtındır senin
Hem sıfâtı hep sıfatındır senin
Sen seni bilmek necâtındır senin
Gayre bakma, sen de iste, sende bul!

Bunu bir misalle daha açıklayalım: Mehmed konuşup “Ben Mehmedim” dediğinde bu söz doğrudur. Halbuki buradaki “Ben” kelimesi bir et parçasında bulunan, dondurma yaladığımız dile değil belki Mehmed’in zatına ve hüviyetine işarettir. İşte bir insanın bir şeyin hatta her zerreden kürreye her şeyin “Ben Allah’ım” demesi de bu kabildendir. Yani bu söz dahi şeksiz doğrudur. Söz çıktığı yere değil sözün sahibine işaret eder.

Lakin şurasını hatırlatalım ki dil “Ben Mehmedim” dediğinde bu söz doğru olduğu halde başkaları bunu hikaye ederek “Bu dil Mehmeddir” veya “Mehmed o dildir” demesi doğru olmadığı gibi bir ağaç veya bir insan “Ben Allah’ım” “Enel Hak” dediğinde bu söz hakikatte doğru olduğu halde diğer bir kimsenin o şeye “İşte o Allah’tır” veya “Allah odur” demesi de doğru olmaz.

Zikri geçen Sivâsî hazretleri nutku şerifin devamında
Mest olanların kelâmı kendiden gelmez veli
Ya niçin söyler Ene’l-Hak, kişi Mansûr olmadan
buyurması dahi buna işarettir.

– O kadar ismi geçti “mazhar” ne demektir?
– Bir şeyin görünür duruma geldiği, göründüğü, açığa çıktığı, zâhir olduğu yer veya kimse, tecellî yeri. Allah’ın güzel isimlerinden biri de ez-Zâhir’dir. Zahir görünen demektir. Görünmek ise ancak mekanda ve maddede olur. Allah Zahir ismiyle eşyada, tüm görünen nesnelerde isim ve sıfatlarından tecelli ederek Görünen’dir. Hayalde görülen ve manada tasavvur edilen şeyler Allah’ın el-Bâtın ismi kapsamında kalır. Allah isim ve sıfat mazharlarından tecelli ederek görünür. Zatı ile hiçbir zaman hiçbir yerde görünemez, bilinemez. İşte Allah’ın işlerinin ve sıfatlarının göründüğü yere mazhar denir.

Bundan dolayı mazharlardan birisi “Ben Hakkım” dediğinde bu söz mutlak olarak (Herhangi bir şart ve kayıtla sınırlı olmadan) doğrudur. Yine bunun gibi “Mazharlardan herbiri Allah’dan gayrıdır” sözü de doğrudur. Çünkü görünüş bakımından hiçbir mazhardan bütün eşya sudur etmemiştir.

Bu babdan bildiğimiz en güzel izâh Erzurumlu İbrahim Hakkı(ks) hazretlerine (v. 1780) aittir:
Mansur “Ene’l Hak” söyledi
Haktır sözü Hak söyledi
Nâdân mukayyet anladı
Amma ki mutlak söyledi

Kulunun dilinden kendini birleyen de öven de ancak Haktır. Bundan dolayı zât bakımından çokluk ve aykırılık olmayıp bunlar anlayış ve itibar bakımındandır. Çokluk ve aykırılık evham ve hayaller kabilindendir.
O’ndan başka herşey fanidir, yok olmaya mahkumdur…. Külli şeyun hâlikun illa vecheh (28:88) sadaqallahulazim.

Erenlerim mevzu derin biz de çok hızlı gittik, bundan öteye gidersek mânâ suratten kaçacak, su bulanacak; hele bir sindirelim, vâdemiz dolmadıysa devem ederiz elbet, kusurlar affola…

Ez serimâ reşte nümuden ve be-dest dâd nîst
Ez yârân kûşiden âlem-i dil hod bî-payanist
Her zaman be-haseb-i vakt ruh-ı tacilnümâ bâyed kerd ki her meyverâ
Vaktest ve lâkin der ciddi mücahade tacil bayed kerd ki ni taksîr

Bizden ipin ucunu göstermek lakin ele vermek değil,
Yârândan da gönül alemini açmak ki o âlem dar değil
Dem be dem vakitçe ruh acele eder ki meyve versin
Vaktidir ancak ciddi çaba gerek ki noksan kalmasın

Zikrin ateşinde

yolda_uyu

Cana can bildiğimiz aşkımızın Leylâ’sına tutulup girmiştik yola, sonra canan dilinden bir ihtâr ile kendimize geldik: “Benim Leylâlığım bir ism-i şahsî-i mecâzîdir. Taayyünden geçince ruh-i leylâ, nur-i Mevlâ ayn-ı gevherdir” ve sonra yolun büyüklerinden bir nefes ümidiyle kapıda bekledik:

Erenler nefesidir devletimiz
Anunçün fitneden olduk selâmet

Tut ki yoldan uzaktayım, uykudayım, gafletten uyanamamışım; ama uyuyanlara da gizli bir seyir bağışlamaz mısın Sen!” böyle buyurmuştu âşıkların sultânı efendimiz; bu müjdeden cesaretle araya dünyanın girdiği koca bir ihmalle titredi, elini eline alıp biat ettiğinde verdiği sözün ateşiyle yanıyordu.

Hatırımdan çıkmaz asla ahd-ü peymânın senin
Âşıkı mahveylemek mi lûtf û ihsânın senin

Hazreti azîzin öperek yüzüne gözüne sürdüğü zeytin tesbihi kaç zamandır sakladığı derviş çeyizinden çıkardı; târif edildiği üzre, gül bahçesinden derin bir soluk devşirdi, başını sağa doğru çevirdi: “Laaaa ilâhe…” ahenkli bir edâ ile yavaşça sola doğru salındı, “illallaaah” ve hapsettiği son nefesi de kalbin üzerine sapladı. Tâ böylece 165 gürz darbesi indirip başını ezdiğini hayal ediyordu, nice bin günaha salan nefs-i emmareyi; kahr u perişân olması niyyetine…

Nîce mecrûh eylediyse rûhunu emmâre nefs,
Sen de gürz-i zikr ile döğ başına eyle kısâs

Elinde silahıyla harp meydanındaydı, sulhü olmayan bir savaşta… Düşmanın sâkin duruşuna aldanmayıp başını ezmeye devam etti;
Ejderhâdır nefs kim demiş öldüğünü
Ortam müsait değil ondan bu ölgünlüğü

Her bir darbede Hakkın hatrını yıkıp ettiği hatalar, unutuşlar, eksik ve kusurlar, isyan ve günahlar gelip geçti gözünün önünden, “o sözü nasıl söylemişti, o zehirli bakış kimeydi, elini kaldırdığı çocuğun suçu neydi!” cümlesi bir bir ezildi tevhid kılcıyla, yıkandı sonra pişmanlık yaşıyla…

Tesbih boşalıp ateşi sönen zikrin lezzeti damağında kaldığında, deprenmeden dil dudak, dilber perdeyi kaldırıp cemalini arz-ı didâr ile fısıldadı:

“Şol birliği hürmetine seni de BiR eylesin Ya Vâhidû Yâ Kahhâr!”


[UMUTREHBERİ KİTABI’ndan]