Zikir Risâlesi

وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ وَتَبَتَّلْ اِلَيْهِ تَبْت۪يلاًۜ
… Rabbinin adını an, bütün benliğinle kendini O’na ver, her şeyden kesilip sırf O’na yönel! [73:8]

Besmele-i tuğrâ-yı kitâb-ı hakîm
Bâdî-i her hâtime-i müstakîm
Bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm

zikir_risalesi_2

Hayr eyler her ef’âl-i nihâyetini
Envâr-ı bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm
Her işlerin hüsn-i hıtâmına sebep
Mi’mâr-ı bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm

قالَ : حدَّثني أبي موسى بنُ جعفرٍ ، حدَّثني أبي جعفرُ ابنُ محمَّدٍ ، حدَّثني أبي محمَّدُ بنُ عليٍّ ، حدَّثني أبي عليُّ بنُ الحسينِ ، حدَّثني أبي الحسينُ بنُ عليٍّ ، حدَّثني عليُّ بنُ أبي طالبٍ _ رَضِيَ اللَّهُ عنهُ _ ؛ قالَ : قالَ رسولُ اللَّهِ _ صلَّى اللَّهُ عليهِ وسلَّمَ _ : ” يَقُولُ اللَّهُ _ تَعَالى  Ebû Nuaym, Hilye, 3, 224; Suyûtî, el-Câmiu’s-Sagîr:6048

لاَ إِلَهَ إلاَّ اللَّهُ حِصْنِي ، فمنْ دَخَلَهُ أَمِنَ عَذَابِي

Kudsî bir hadis-i şerîfte “Lâ ilâhe illallâh” inancı benim kalemdir. Her kim benim kaleme sığınırsa selâmette olur” buyrulmadı mı?

Bu kaleye giren, kalenin adını söylesin denmiyor. “Lâ ilâhe illâllah” kalesine (sağlam ve müstahkem yer, sarp, erişilmesi güç yer anlamına “hısn” kelimesine tercihen) girin buyruluyor. Kalenin adını söylemek kolaydır. Sen dille, “ben kaleye gittim” veya “İstanbul’a gittim” dersin. Eğer dille gidilebilseydi bir anda göğe ağar ve yere inerdim. Arş ve Kürsi’ye giderdim.

Şimdi sen otur da söyle: “O, tektir” diyorsun, o halde sen kimsin? Sen altı binden daha fazlasın! Sen de bir ol! Yoksa O’nun birliğinden sana ne? Sen yüz bin zerresin ki her zerrende bir heves, her zerrende bir hayal taşıyorsun. Ancak niyetiyle gönülden, aklı ile tam ve içten bir bağlılık gösteren cennete girer. Bunu yapabilen cennete girer, yarınki vaade hacet yoktur. Böylesini bulursan Cennetin ta kendisidir O.

Her kelime-i tevhîd, nefse atılan gösterişten uzak bir ok mesâbesindedir. “Lâ ilâhe illâllâh” içinde dudak harfi olmadığından riyası da yoktur. Dudak oynamaz, gayrıya gösteremezsin ki riyası olsun.

Gülbîn-i zikri diküb bâğ-ı dile
Gonca-i maksûdu var Hak’dan dile
Kalb ü ruha ver safâ tevhîd ile
Dermek istersen eğer irfan gülün

zikir_risalesi_1

Ey gönül cümle sivâdan pâk olup dergâha gel
Başla sağdan “Lâ ilâhe” solda “illâllah”a gel

Taliplerim! Gönül evini temiz tutun. Allah’ın ikramı çoktur, ümitvâr olun. O, kullarını tenhalarda ve gecelerde arar. Bizden sonra yerimiz boş kalmaz. İbadeti sırf Allah için, içten gelerek yapın. Ücret umarak gündelikçi olmayın. Sohbete devam edin. Allah için yakınlaşın, kış gibi soğuk olmayın. Gizli ve âşikâr yerlerde Allah’tan haşyet duyun. Az yiyin, az konuşun, az uyuyun. Açlıktan ölseniz bile şüpheli şeyleri yemeyin. Avamın arasına az karışın. Sır olun. İnsanların elindekilerden ümidinizi kesin. Yerilen sıfatlardan uzak durup kendinizi güzel sıfatlarla donatın. Aykırı bir görüşle kendinizi cemaatten ayrı bırakmayın. Yarenler! Söz uzar, zaman geçer. Hakk çağrısı minarelerden yankılanınca bu çağrıya kayıtsız olmayın.

Son nefesinden mukaddem nasihatları bunlar imiş… Dâmeninde misâfir olduğumuz Hacı Bayram-ı Veliyyullah sultanımızın mürşid-i kâmilleri, Şeyh Abdullah Hamîd-i Velî Hazretleri’nin (v. 1412), “Mü’minler somun!” hararetinde, insan pişirdiği  “Zikir Risâlesi” nâm eserini, Hak talibi dostların istifâdelerine sunarız.

ZİKİR RİSÂLESİ
Kim tâlibidir “illâ” rumûzun; varlık hicâbın “lâ” ile silsin

zikir_risalesi_3

Her şeyi baştan var edip sonra onu çağıran, her şeyi yaratıp yarattığını eşli kılan Allah’a hamd ü senâlar olsun. Hazret-i Allah vesikayı birleştirmek, şeyler arasında irtibat kurmak için insana has bir akıl verdi. Şeriatın hükümlerini bildirmek için Kur’an’ı indirdi. Kendine varan yolları tercih etsinler diye ilmi, faziletli kıldı, tarikatı seçsinler diye insanları ilimle üstün kıldı. Hakikati ortaya çıkarmak için insanlara anlayış ikrâm eyledi.

Yüce Allah, insanlara, her hal ve durumda; ayakteyken, otururken ve yanları üzerine yatarken zikretmelerini emretti. [3:191] Zikri emretmesi bir ömür boyunca, bir an dahi Rabbinin koyduğu emirlerden gâfil olmamaları için, sünnet üzre rükû ve secdelerini yaparak, sırat-ı müstakim olan bu yoldan ayrılmaksızın, huzur ve şuhûd halinde kemâle doğru ilerlemeleri içindir.

Yüce Allah’ın diğer ümmetleri arasından bize mahsus olmak üzere iman ve İslam ihsan ettiği için O’na hamd ü senalar eyler, öteki taifeleri arasında bizi imanın şubesi olan “zikir” üzere muvaffak kıldığı için hassaten şükrederiz.

O’nun Resûlü ve Habîbi, Adnan soyundan seçilen efendimiz Muhammed Mustafa’ya ﷺ âline, ashâbına, bir güzel hâl ile kıyâmete kadar onlara tâbi olanlara salât ve selâm eyleriz. İşbu salât ve selâmımız zaman var oldukça dâim olsun.

Hamd, senâ, salât ve selâmdan sonra deriz ki; bizim sülûkumuz (tutunup yürüdüğümüz yol) tarikat; tarikatımız da farzları, sünnet ve nafileleri ve şeriatın diğer vecibelerini eda ettikten sonra vakitleri “Lâ ilâhe illâllâh” cümlesini gizli-açık söylemek, zikr-i dâim’de olmak üzerine kurulmuştur. Bu vesileyle gece-gündüz, seferde-hazarda, tenhada-kalabalıkta vakitlerimizi, nefeslerimizi bu kelimenin zikri için harcarız. Doğrusu böyle olmak mühim bir hakikat, hakikatlarin de en doğrusu ve Allah’a en yakın olanıdır.

Muhabbet ile bağlanan zikir dinmez ve zikir ile bağlanan muhabbet zâil olmaz.

İmam Ebu Ali Dekkâk der ki: “Müridler, zikir yolundan daha doğru ve daha açık hiçbir yol tutmamıştır. Hiç kimse zikre devamdan başka bir yol ile Allah’a ulaşamaz.” Tarikat büyüklerinden Cüneyd-i Bağdadî der ki: “Zikir velayetin menşûrudur, fermânıdır. Kendisine zikir nasîb olan kimseye velâyet nasip olmuş demektir. Her kim de zikirden ayrılmış ise velayetten ayrılmış demektir.”

Peygamber Efendimiz(sav), Rabbinin şöyle buyurduğunu aktararak buyururlar ki: “La ilahe illallah benim kalemdir. Her kim benim kaleme girer ise benim azabımdan emin, güven içinde olur.” İslam’ın hücceti Ahmed b. Muhammed Gazali der ki: “La ilahe illallah, en büyük kaledir. O tevhid ilmidir. Onu elde eden ebedi mutluluğu elde eder. Onun gerisinde kalan ebedi bahtsızlığı ve daimi azaba dûçâr olur.

Yine Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Zikrin en faziletlisi La ilahe illallah’tır.” Bu zikirle ilgili olarak “La ilahe illallah” zikrindeki “Lâ” nefy ü inkârın sebeplerini, zikrin nasıl olacağını, kısımlarını, bir takım şartlarını ve edeplerini anlatmak gerekmektedir. Önceden söylediğimiz gibi bu zikir Allah’a giden yoldur. Mürid bu yola nasıl girmeli ki en kısa zamanda isteğini elde etsin? Müridin, sevgilisine – ki o sevgili açıkta ve gizlide Allah’tır- ulaşması nasıl olacaktır? Meşâyihin zikir olarak bu kelimeyi seçmesinin, bunu telkin etmesinin sebebi, telkinin şekli ve edebi nedir?

Burada yaratılmışların efendisi ve senedimiz Muhammed Mustafa’ya (sav) ulaşmamızın nasıl olacağı beyan edilecektir. Bil ki meşâyihin diğer zikirler arasından bu zikri seçmesinin bazı sebepleri vardır. Şöyle ki: Bu zikir, zikirlerin en faziletlisidir. Bunun faziletli olduğu meşhurdur.

Yâ Ali gözlerini kapa ve beni dinle sonra duyduğun o sesi aynen üç defa tekrar et, ben de senin sesini dinleyeyim buyurdu Yüce Sultân bunun üzerine gözlerini yumarak yüksek sesle üç defâ “Lâ ilâhe illâllâh” tâlim etti. Daha sonra Hz. Ali Efendimiz gözlerini yumdu ve yükses sesle üç defa “Lâ ilâhe illâllâh” ahz ü zikr eyledi. Mânâ Sultânı da Hz. Ali Efendimizi dinledi… [Müzekki’n-i Nüfus, vr 11b]

Hz. Allah, insanı kesîf ve latîf, ceset ve ruh, karanlık ve nur, suflî ve ulvî şeklinde birbirinden farklı iki nesneden yaratmıştır. Zikrin de böyle farklı iki şeyden oluşması gereklidir. Bu özellik sadece “La ilahe illallah” da bulunur. Hz. Allah, insanın kalbini iki parmağı arasında döndürdüğü bir konumda bulundurmaktadır. Kalbin döndürülmesi tencerenin kaynatılması gibi hatta ondan daha şiddetlidir. Tencerenin kaynaması şiddetlenince üst kısmında mutlaka köpük ve başka şeyler birikir. Tencerede bulunan şeyi yiyerek lezzetini tatmak isteyenin tencerede ne olduğunu bilmesi ve kaynayan nesnenin üzerinde toplanan gereksiz şeyleri atması îcâb eder. İşte ahireti isteyen mürid kalbini gözetlemez ve orada bulunan havâtırı yani Allah’tan başka düşünceleri atmazsa Allah’ın kalbe koyduğu ilimlerin tadını alamaz. Nefis de marifetlerin tadını alamaz. Peygamber Efendimiz (sav) buyurmuştur ki: “İlim onların kalplerindedir.”

Kalp, sultanlar için hazırlanmış dayalı döşeli, süslü bir ev gibidir. Gelip geçerken günler evin kirlerden arınmış olması pek zordur. Bu kirlenmenin bazı sebepleri vardır ki burası onların anlatılma yeri değildir. Mürid, bu evi temizlemek ve sultanın orada oturmasına elverişli hale getirmek görevi verilmiş bir kuldur. “La ilahe illallah” zikri o evi süpürme vasıtası gibidir. Bu ev bu temizleme vasıtasıyla temizlenmelidir ki ilahi nefhalar, melekler ve başka güzeller oraya yerleşip otursunlar.

Kalp, cila ile parlatılmış bir ayna gibidir. Aynanın cilasının ve parlaklığının tazelenmesi gerekir. Kalbin parlatılması Allah’ı zikretmekledir. Nitekim Abdullah b. Ömer’den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır “Her şeyin bir cilası vardır. Kalplerin cilası aziz ve celil olan Allah’ı zikretmektir.”

Hz. Allah, insanın ruhunu yarattığı zaman ruh, Hakk Te’alâ’nın yakınında idi. Rabbi zül Celal’den feyiz almakta idi. Hz. Hakk, bedeni yarattığı zaman ruha beden ile ilişki halinde olmasını emretti. Böylece bedenin terbiye edilmesi için Cenab-ı Hakk nefsinden bir âheng lutfetti. Ta ki beden Rabbin hizmetine elverişli hale gelsin ve O’na hizmet etmekle lezzetler aleminden bir tat alsın.

Bundan başka insanların ruhları, ruhlar âleminde Hakk Subhanehu ile beraberdir. Hz. Allah, ergenlik zamanına kadar bunu bedenlere unutturdu. Ergenlik zamanı Rabbin hizmetine elverişli olunan zamandır. Beden Rabbin hizmetine uygun olunca bir eğitici ve hatırlatıcı göndermiştir. Bu ya akıl ile ya kalbin marifetlere uyanması ile ya Rabbani ruhla ya da melekle olmaktadır. Artık ruh için şeyhlerin – Allah onlara rahmetiyle muamele etsin – farklı durumlarına göre ruhu terbiye etmesi gelmektedir. Böylece ruh uyanır, hatırlar ve görür ki Rabbinin civarından hayli uzak düşmüştür ve O’nu unuttuğu için beden perdesi ve bir takım hastalıklar ve fasit irade, Hakk’a karşı inat kazanmış bir duruma gelmiştir. Bu duruma gelmesinin bazı sebepleri vardır ki bunları burada anlatmak işi uzatır.

Meşayıh-ı kiram (k.s) hakikatin edasında bu yolun hekimleri olunca müridlerin hallerine göre “La ilahe illallah” zikrini muayyen dozlarda bir ilaç olarak verirler. Bu işi bildikleri bir takım sebeplere göre yaparlar ki burası bu sebeplerin anlatılacağı yer de değildir. Meşayıh bu ilacı müridlerin Allah’tan başkasını göz önünde bulundurmaktan dolayı gönlünde meydana gelen hakkı unutma hastalığını iyileştirmek için, gaflete iyi gelsin diye verirler.

Çünkü bu “La ilahe illallah” kelimesi nefy ü inkâr çiçeği ile ifadeyi olumluya çeviren ispat sarhoşluğunun bir araya gelmesiyle oluşan bir macundur. Buna göre “La ilahe illallah” kelimesinin başlangıcı olumsuzluk, küfür ve zehir; sonu ispat, iman ve panzehirdir. “La ilahe illallah” cümlesindeki “La ilahe” olumsuzluk kısmı, kalpte doğan hastalıkların nefsani belirtilerini yok eder. “illallah” ispatı ile kalbin sağlığı ve Rabden gayrisini anmaktan doğan hastalıktan selamet hâsıl olur. Böylece kalp, Hakk ile meşgul olmaya başlar. Nefsani bozukluk belirtilerinin başka sebepleri de vardır ki onları burada zikretmek işleri uzatır. Nefisteki bozukluk işaretleri yok olursa zikir bir takım işaretlerle sırlara ve sebeplere açılan yöne doğru gider. Böylece sevinç eksik olmaz. Aksi halde kışkırtmalar olur. Kışkırtmalar olunca kalem de yok olur, kâğıt da yok olur. Mücahade de bunun üzerinedir.

Zikrin Kısımları:

Zikrin kısımları meşayıha göre değişir. Avarif adlı eserin sahibi der ki: “Zikir dört kısımdır. Bunlar: Dil ile zikir, kalp ile zikir, sır ile zikir, ruh ile zikirdir.” Şüphesiz ki ruhun zikri, sırrın zikirden haberdar olmasıdır. Kalbin zikri, nefsin zikirden haberdar olmasıdır. Nefsin zikri O’nu görüp saygı göstermesi veya sevap istemesidir. Mürid, zikir ile makamlardan bir şeye ulaşır. Ehlullah katında insanlardan en aşağı seviyede olanı, zikri ortaya çıkarmak isteyen ve zikir ile Hakkın kendi üzerine iltifatını, teveccühünü arzu edendir.

Avarif adlı eserin sahibi şeyhin sözünün özü şudur: Kalbin zikri fiillerin zikridir. Sırrın zikri, sıfatların zikridir. Ruhun zikri, zâtın zikridir. Sanki bu ifadeyle fiillerin faniliği, sıfatların faniliği ve zatın faniliği gibi üç faniliğe işaret etmiştir. Tahkik ehli bazı kimseler ise zikrin altı kısım olduğunu söylemişlerdir. Bunlar: Zâhirin zikri, bâtının zikri, kalbin zikri, sırrın zikri, ruhun zikri, hâfinin zikri. Bu zikirlerden zâhir ve bâtının zikri, başlangıç durumda olan müridin zikridir. Kalbin ve sırrın zikri, orta derecede olan müridin zikridir. Ruhun ve hafinin zikri ise ileri seviye olan müridin zikridir. Bütün bu sözler birbirine yakındır. Zikir konusunda sözün özü şudur ki Hazreti Allah ile yakınlık kazanmak, halktan uzak olmaktır.

Zikrin Şartları Ve Edepleri:

Buraya kadar söylenenlerden sonra bilesin ki zikrin açık ve gizli şartları ve edepleri vardır. Bunlarla zikirden fayda hâsıl olur ve meyvesi ortaya çıkar. Bunlardan bazılarına işaret edeceğim.

1- Bütün günahlardan ve hatalardan tövbe etmek. Bu tövbe ya Allah’a niyetle olur ya da zahiri ve batını şeriat ile ve sıkı sıkıya takvaya bağlı olmakla süslenmiş bir mürşid-i kâmil tarafından yaptırılır. Tövbenin her şartı yerine getirilmelidir. Bu şartlar şöyledir:

  • Gusletmiş olmak,
  • Abdestli olmak,
  • Temiz elbise giymiş olmak,
  • Meleklerin, sekînenin ve ruhanîlerden sâlih olanlarının hazır bulunması için iyi kokulu buhur yakmış olmak.

2- Mürid, zikir yapmak istediği zaman Efendimiz Hz. Muhammed’e (sav) gizli olarak üç defa salâvat getirir ve şu duayı okur:

zikir_risalesi_4

“Fe in tevellev fe kul hasbiyallahu la ilahe illa hu, aleyhi tevekkeltüve hüve rabbül arşil azim. Rabbi euzu bike min hemezatişşeyatini ve vesaisihim ve hemzihim ve lemzihim ve nefhihim. Eyyühel cinnü inne beynena ve beyneküm le siaten fentaliku ila abedetil evsani vela tüzahimu ehlezzikri vel kur’ani bi hakkı seyyidina Muhammedinil meb’usi ilel insi ve’l can”

3- Şeyhinin suretini, kendi yüzünün hizasında hayal etmek. Ta ki şeyhi, zikir yolunda yoldaşı olsun.

4- Halk arasında denir ki: “Önce ustayı bul, sonra ev yaptır” ya da “Önce arkadaş bul sonra yola çık” Mürid, zikre başlarken kalbiyle şeyhinin himmetinden yardım istemelidir. En güzeli, zikre başlarken şeyhinin şeyhini anmalı ve yaptığı zikir ile şeyhlerini Allah’tan başkasını istemediğine şahit tutmalıdır. İhtiyaç duyduğu zaman şeyhini adıyla çağırmasında, şeyhinden istediği yardımın Peygamber Efendimizden (sav) yardım istemek olduğunu düşünmesinde “fezkuruni ezkurkum” fehvâsınca bir sakınca yoktur. Allah’ın izniyle bu yardım kendisine gelecektir. Şöyle ki: “Halkı arasında şeyh, ümmeti içinde peygamber gibidir:’

5- Zikir yaparken kalp ve dil arasında bir âheng olmalıdır, aynı ritmi vurmalı, mütereddit olmamalıdır.

6- Mürid, tam bir ihlâs ve doğruluk üzere olmalıdır. Böyle yapmadaki gaye zikrinde, diğer ibadetlerinde ve davranışlarında Allah’tan başkasını istememesi içindir.

7- Mürid, zikir sırasında gönlüne düşen şeyleri şeyhinden gizlememeli, gerçek hayatta (gündüz rüyası) ya da gece rüyasında gördüklerini de gizlememelidir. Manayı anlattıktan sonra gördüğü rüyanın yorumunu da şeyhinden istememelidir.

8- Zikir sırasında hareket halinde olmalıdır. Zikir ya vezinli, dengeli olarak yapılır ki bu da şöyledir: gözlerini kalbine dikerek, oradan ‘la’ kelimesini alır ‘ilahe’ kelimesi ile bunu başın arkaya çevirerek, geriye atar. Bu hareketi ile sanki kalbindeki masivayı, Allah’tan başkaya ait şeyleri oradan çıkarmış ve “La ilahe” diyerek sağ tarafından arkasına atmış olur. Ve sol tarafından “illallah” diyerek kalbini murakebe ile gayriyattan boşaltır. Artık kalbinde zikirden başka bir şeye yer vermez.

Eğer zikir hareketi dengeli değilse vezinsiz ise bu da şöyledir: nefs ile ceset, süt ile kaymağı, yağı gibi karışmış kabul edilir. Sütün her zerresinde mutlaka yağın, kaymağın bulunması gibi kendi benliğinde mutlaka kötü sıfatlar da güzel sıfatlar da bulunur. Sütün içinde bulunan kaymağı meydana çıkartmak için yayık nasıl kuvvetlice ve devamlı çalkalanırsa mürid de zikir sırasında uzunca bir süre sağa sola sallanmalıdır. Ta ki benliğinde bulunan güzel sıfatlar kötülüklerden arınıp ayrılsın.

Bu rumûzdan asıl manayı anla, itiraz etme. Aksi halde zevk ve mana ehlinin gönlüne senin itiraz şüphen doğar. Zevk ehline itiraz, insanı delalete götürür. Hakikat bilgisi ise Allah’tadır.

Hz. Ali medh ü sena ettiği bazı arkadaşlarını anlatırken şöyle demiştir: “Vallahi onlar Allah’ı zikrettikleri zaman rüzgarlı bir günde ağaçların salındığı gibi sallanırlar, gözlerinden yaşlar dökerlerdi.” Bazı arkadaşlarının da zikir ve itaatte gaflet içerisinde olduklarını söylemiştir. Hz. Ali Efendimizin (kv) bu sözlerinden zikirde sallanmanın caiz olduğu anlaşılmaktadır. “Sevdiğinin adı anıldığında depreşmeyen, hali, hareketi değişmeyen mürüvvetsizdir” buyruğu da mânâ Sultânına aittir.

İbadet nâmına dalgın oturma!
Çağırma, bağırma göğsüne vurma!
“Yâ Hû”, “yâ Hay” diye köpürüp durma,
Zikr-i Hak hazm için geviş değildir.

Mürid, zikir sırasında kendine değer verdiğini imâ eder bir hal görmekten sakınmalıdır. Bu büyük bir münafıklık ve büyük bir günahtır. Bilakis müridin zikir sırasında kendine bir coşku ve bu coşku halinin verdiği bir sarhoşluk, cezbe gelmesi durumunda kendini tam manasıyla tutması gerekir. Asla kendini değerli saymak gibi bir hayale kapılmamalıdır. Her kim böyle bir şeye meyleder ise bizden değildir. Her kim açıktan kendisine zahir olan şeyi konuşursa, “Ulvi veya sufli şöyle şöyle şeyler görünüyor.” derse “Bana rengârenk ve çeşitli nurlar görünüyor.” derse, eski tasavvuf şeyhlerine benzer şatahat türü bir şeyler söylerse, zikir sırasında bir takım şeyler söyler bağırıp çağırıp nara atarsa yahut peygamberimizin kılmış olduğu nafilelerden birini yapmak konusunda gevşeklik gösterip aldırış etmezse – ki bu nafileleri “Vasiyetim” kısmında söyleyeceğim – yahut zikir sırasında raks eder gibi oynarsa bunları yapan birisi tarafımızdan reddedilmiştir ve münafıktır. Biz böyle bir kimseden uzağız. O da bizden uzaktır. Bu yasaklardan birini yapan, bizim adımızı kullanıp yemin eden, bizim adımıza ortaya çıkan ve insanlardan maddi bir çıkar elde eden ve böylece geçimini sağlayan olursa bu kişinin konuşması da sağladığı menfaat de haramdır.

Zikir sırasında kuvvetli sallanmak helaldir. Sallanmak ayakta olabildiği gibi oturarak da olabilir.

9- Mürid, zikir meclislerinden asla uzak kalmamalıdır. Zira bereket ve rahmet, cema’at iledir. Müridler bir araya gelip halka oldukları zaman gür bir sesle ve güçlü bir hareketle zikir yapmalıdır. Böyle yapmak şeytanın vesvesesini, kalbe gelen zararlı düşünceleri uzaklaştırıp def eder. İslam’ın hücceti İmam Gazali (r.a) bir kişinin tek başına zikir yapması ile cemaat olarak zikir yapılmasını; tek bir müezzinin ezan okuması ile grup halinde müezzinlerin ezan okumalarına benzetmiştir. Nitekim grup halinde çıkarılan gür ses, tek başına bir kişinin sesinden daha fazla havayı kat edip daha uzağa gider. Bundan dolayı bir cemaatin tek kalp halinde zikretmesi daha evladır. Çünkü Allah, kalbi katılıkta taşa benzetmiştir. O şöyle buyurur: “(Ne var ki) bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha katıdır. (Varlığındaki Hakk’ı açığa çıkaramaz oldu) Çünkü taşlardan öylesi var ki içinden ırmaklar kaynar. Öyleleri de var ki çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah’ın haşyetinden düşerek aşağı yuvarlanır.” [2:74] Bilindiği gibi taşlar ancak şiddetli bir güç ile kırılır. Katılaşmış kalp de böyledir. Meşâyih (r.a.) demiştir ki: “Zikri kuvvetli ve şiddetli yapmak şarttır. Kuvvet ve şiddetin derecesi “Allah” lafzının kuvvetinin kalbe, kalpten bedenin diğer organlarına tesir edecek derecede olmalıdır. Zikirden murad edilen budur”

Şeyh Ebu’l Hasen Harakanî (k.s) hazretleri şöyle der: “Zikir ehli ‘Allah’ dediğinde cismi tepeden tırnağa titreyen adamdır. Eğer ‘Allah’ dediği zaman bu hal olmazsa o ehl-i zikirden sayılmaz. Zikrin sevap durumu da bu kuvvete göredir. Çünkü cemaatte zikir meydana getiren, bu hali kolaylaştıran bir kuvvet vardır.”

Zikirde sema hali, insanın iç dünyasındaki deruni kuvvet, müminlerin zikir sohbetleri ve daha pek çok meselenin anlatılmasına bu küçük risale yetmez…

Vasiyetim

Dostlarıma ve yolumuza girenlere vasiyetimdir:

1- Gizli, açık tüm hallerinde Allah’tan sakınsınlar.
2- Az yiyip az konuşsunlar.
3- Avam (halk) arasına az karışsınlar.
4- Daima şehvetten uzak dursunlar.
5- İnsanların ellerinde bulunanlardan ümidi kessinler.
6- Bütün kötü sıfatları, yerilen huyları (ahlak-ı zemime) terk etsinler, övülen güzel huylarla (ahlak-i hamide) kendilerini süslesinler.
7- Şiir ve şarkı dinlemekten kaçınsınlar.
8- Düşüncelerinde dayatmacı, ön yargılı olmasınlar.
9- Açlıktan ölseler bile şüpheli hiçbir şeyi yemesinler.
10-Sünnet olan namazlara devam etsinler.
• Özellikle sabah namazının iki rekât sünneti
• İki rekât işrak namazı
• Altı rekat kuşluk, duha namazı
• Öğlenin farzından önce dört, farzından sonra dört rekât sünneti
• İkindinin farzından önce dört rekat sünneti
• Akşamın farzından sonra iki rekât sünneti
• Akşamın farzından sonra kılınan altı rekât evvâbîn adı verilen namazı
• Geceyi ihya niyyetiyle on iki rekât namazı
• Yatsının farzından önce dört, farzından sonra dört rekât sünneti
• Vitir namazından sonra oturarak kılınan iki rekât namaz. Bu namazın birinci rekatında “İza zülzilet” ikinci rekatında “Kul ya eyyühel kafirun” suresi okunur
• On iki rekât teheccüd namazı
• Her Cuma gecesi veya günü tesbih namazı.

Mürid, bu ibadetleri evrad bilip ömür boyunca terk etmemelidir. Herhangi bir sebeple bunlardan bazısını kılamazsa bir hafta sonra da olsa hatırladığı zaman kılmalıdır.

11- Her gün bir günlük kaza namazı kılmalıdır.

Bunlar bir müridin namaz olarak kılması gereken asgarî miktarlardır.

Oruç olarak yapması gereken asgarî miktar ise:
1- Pazartesi ve Perşembe günleri
2- “Eyyam-ı Biyz” denilen her hicri ayın 13, 14 ve 15. Günleri
3- Şevval ayından altı gün
4- Zilhicce ayının ilk on günü
5- Muharrem ayının ilk on günü
6- Muharrem ve Şaban aylarının çoğunu oruçlu geçirmelidir.

Oruç ibadetinin en çoğu ise Davud’un (a.s) orucudur ki bir gün iftar edip bir gün oruçlu olmaktır. Gücü yetse de mürid bundan fazlasını yapmaz.

Kur’an okumaya gelince:
1- Her gün gündüz vakti Kur’andan yüz ayeti, ayrıca günün evvelinde Yasin Suresini okur. Bunu yapanın hacetleri yerine gelir.
2- Her gece “Elif, Lam, Mim” ile başlayan Secde Suresini, Yasin Suresini, Duhan, Vakıa ve Tebâreke Surelerini okur.

Gece okuması gereken bu surelerden birini okuyamazsa gündüz kaza ederek okur.

Zikirler:
• Yüz defa “La ilahe illallahu vandehu la şerikeleh, lehül mülkü ve lehul hamdü yuhyi ve yumit ve hüve ala külli şey’in kadir”
• Yüz defa “Rabbiğfirli ve tüb aleyye, inneke entettevvabur rahim.” (Ey Rabbim! Beni bağışla. Tövbemi kabul eyle. Çünkü sen tövbeleri kabul eden, merhamet sahibisin)
• Yüz defa Peygamberimiz Efendimize sallallahu aleyhi ve selleme salâvat.
• Yüz defa “Ve subhanallahi vel hamdu lillahi, vela ilahe illallahu vallahu ekber.” • Yüz defa “Vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim. Ve etübü ileyhi la melcae vela mencae minallahi illa ileyh. (Allah’tan başka, masiyetten koruyacak güç ve ibadete yöneltecek kuvvet sahibi yoktur. Ben O’na tövbe ediyorum. Kurtuluş O’na sığınmaktadır.)
• Yüz defa “Subhanallahi ve bihamdihi. Subhanallahil azimi estağfirullahil azimi ve etûbu ileyh.”
• Yüz defa “Subhanallah”
• Yüz defa “El hamdu lillah”
• Yüz defa “La ilahe illallah”
• Yüz defa “Allahuekber”
• Yüz defa yatakta oturur vaziyette, ölüm döşeğindeymişçesine “İhlas Suresi”
• Her namazdan sonra yirmi beş defa “Subhanallah” Yirmi beş defa “Elhamdulillah” Yirmi beş defa “Allahuekber”
• Her Cuma günü ve gecesi Peygamber Efendimize (sav) bin defa salâvat.

Dualar:
Duaların en güzeli bizim iyiliğimiz için Allah tarafından Peygamber Efendimiz’in (sav)) fem-i saaadetleri vasıtasıyla indirilen kelâm-ı kadîm olan Kur’andır. Sonra sahih senetlerle gelen altı hadis kitabındaki hadislerde bildirilen dualardır. Nitekim “Silâhu’l Mürîdîn” isimli eserimizde güzel bir tertiple bu dualar bildirilmiştir. Bunlardan sonra mürid daha ziyadesini talep ederse büyük şeyhlerin bildirdiği dualarla dua eder. İşte benim vasiyetini budur. Kelâmın hayırlısı, kelimesi az, mânâsı çok, ifadesi güzel olanıdır. Allah, bizleri bu emirlerle amel etmek nimetiyle rızıklandırsın. O hakkıyla işiten ve duaları kabul edendir. İşin başında ve sonunda hamd ve sena O’nadır. Güç ve kuvvet ancak yüce ve ulu Allah’ın yardımıyladır.

Tac ve Hırkanın Tefsiri

Tac, cennette müminlerin giyeceği taca işarettir ve cennet giysilerinden bir giysidir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Tac, Allah tarafından indirilmiştir!”

Bahsi geçen tac, Hz. Peygamberin tacıyla alakası olan tacdır. Bir kimsenin başına mürşid, halife veya salih bir kimse tarafından bir tac konursa bu tac, kıyamet gününde o kimsenin başında bir nur olacaktır. Çünkü o tac Allah’tan inmiştir. Bu sözün manası, “Bu tac, Allah’ın kudretindendir.” demektir.

Tac, türbe işaretidir. Tac sahibi, ölü gibidir. Tacı giyen kimse ölüdür. Yani nefsi ölüdür. Nefsi ölen tac sahibi kimse sadık bir velidir. Tac giyen kimsenin tüm insanlara karşı cevabı olmaz. Sövene sövmez, vurana vurmaz. Böylesi tac sahibi olan insanın tacı, sahibinin üzerinde nurdan bir dağdır. Yüce Allah buyuruyor ki: “Tur’a (Sinâ Dağı’nda Hz. Musa’nın karşılaştığı hakikate) ve satır satır yazılmış kitaba andolsun…” [52:1-2]

Ayetteki “vav” harfi tacın çevresine sarılan sarığa işarettir. “Elif” harfi tacın gücüne ve dünyayı terk etmeye işarettir. “Lam” harfi tacın sarığının uzunluğuna işarettir. Tac, kıyamet gününde sahibinin başında nurdan bir tac olacaktır. Tac sahibi cennete girdiğinde de bu hal üzere olacaktır.

Hırkanın Beyânı

Hırka, Resul-u Ekrem Efendimizin ve bütün peygamberlerin hırkasına işarettir. Hırkayı giyenin, halktan hiç kimseye sözü olmaz. Cümle halk, hırka sahibi katında kardeştir, yetmiş iki millete bir gözle bakar. Tac ve hırka, sahibinin üzerinde zabıta görevi yapar. Bu kimse günah olan bir şeye yönelse hırka, onu giyenin bedeninde koruma görevi yapar. Böylece hırka sahibi günahtan iyiliğe döner. Çünkü hırka giyen, ilk olarak insanlara karşı, ikinci olarak Allah’a karşı utanma giysisi, ar libâsı giyer.

Ey fakirler! Hırka giyiniz. Çünkü kıyamet gününde hırka, sahibinin bedeninde cennet hullelerinden bir giysi olacaktır. Hırkayı giyenler sükûnet, vakar ve itaat üzere giyerler. Hırka giyen itaat üzere olmazsa, hırka, sahibinin başında ateş ve cehennem giysilerinden katrandan bir giysi olur. Allah’a sığınırız…

Ey Hakk’ın âşık kulu tevhîde gel tevhîde
Tevhîddir Hakk’ın yolu tevhîde gel tevhîde

Mâsivâyı sildirir illâllâh’ı bildirir
Nûr-ı Hakk’ı buldurur tevhîde gel tevhîde

Nûrlar dolar her taraf yüz gösterir “men ‘aref”
Hak olur dilde hedef tevhîde gel tevhîde

Ekmeğimden yiyen

Mâ sûfiyân-ı râhîm mâ tabla-hâr-ı şâhîm
Pâyende-dâr yârab în kâserâ vu hanrâ

Biz vahdet yoluna düşmüş sûfileriz. Biz pâdişahın sofrasına oturmuşuz; Hakk’ın nimetini yiyenleriz biz. Yarabbî, şu kâseyi, şu sofrayı, nîmeti ebedî kıl, bir ucu cennete varan, şükrü edâ edilmiş sofralardan eyle…

attar_hikaye

Getirir yerine vallâhi tuz ekmek hakkın
Ekmek isterse yarama ol yâr nemek

Tuz ekmek, nân u nemek hakkı için, merd insanların vefâsı hakkı için bir hikâyet idelim hele şöyle…

Birbirlerini tanımayan iki kişi bir münasebetle birbirlerinin ekmeklerini, yemeklerini yerler. Aynı sofradan alınan nasiple ikram edilenin minneti, onlara bütün bir ömür unutulmayacak samimiyetin ve dostluğun kapılarını açar. Bu samimiyet ve dostluk onları “bir kalp” yapar. Artık birbirlerine kötülük edemezler. Karşılıklı itimadın ve civanmertliğin asil bir örneği olan bu ruh ve fikir birliği bir “yemin” hükmünde ve değerindeki hüviyetiyle kutsallaşır. Tuz ve ekmek her ikisinin de insanın muhtaç olduğu temel gıdalar olmasından kaynaklanmalı “nân u nemek” (tuz ve ekmek) Türkler ve İranlılar arasında azîz kabul edilir, bir insanın biraz tuz ve bir parça ekmek kadar küçük bir iyilik görmüş olsa dahi o iyiliğin yüceliğini ve değerini vurgulamak için kullanılırdı. İbârede tuz ve ekmek kelimelerinin hem Türkçesi hem de Farsçasına yer verilmiş olup “nân u nemek hakkına” (tuz ve ekmek hakkı için) ifadesi ‘Allah hakkı için’ gibi bir ant verme şekli olarak kullanılmıştır.

Temsîlî Hikâye

Zâmanın birinde, hîlekâr bir hırsız, azılı bir eşkıyâ var idi. İşte bu hırsız, zavallı bir adamcağızı yakaladı, elini kolunu sıkıca bağlayıp evine götürdü. Başını kesmek için kılıcını almaya gitti. Tam o sırada hırsızın karısı, insâfa gelip tutukluya bir parçacık ekmek verdi. Hırsız, elinde kılıcıyla nefes nefese evine döndüğünde gördü ki, adamın elinde ekmek var. Hemen sordu: “Bre sefil, kim verdi sana bu ekmeği?” Adam: “İnan bu ekmeği bana sizin zevceniz verdi”

Bu cevabı duyar duymaz derhal bıraktı elindeki kılıcı: “Seni öldürmek bana haram oldu” dedi. “Çünkü soframdan yemek yiyene, bizim ekmeğimizden yiyene kılıç çekemeyiz. Ekmeğimizi yiyenden canımızı esirgeyemeyiz. Hal böyleyken nasıl olur da canına kıyar, kanını dökerim?”

Ey yüceler yücesi Rabbim, beni yaratanım! Bu yola girdim gireli, dünyaya geldim geleli senin sofrandayım, senin ekmeğinden, sayısız nimetlerinden yeyip duruyorum. Bir kimse, birinin ekmeğinden yedi mi, ona hakkı geçer; sofra sahibi de onun hakkına riayet eder. Sense binlerce cömertlik denizinin sahibisin, minnet ve şükranla senin ekmeğini çok yedim, hakkımı gözet.

Vâr idi bir merdum-i ehl-i nazar
Dâimâ eyler idi her yana sefer

Âna bir ayyâr hîlet eyledi
Hanesine ânı da’vet eyledi

Da’vete idüb icâbet ol fakîr
Vardı ayyâr ile ol saf zamîr

Vardı ayyârın evine kıldı makâm
Kıldı onunla biraz sûk-u kelâm

Gitdi ol ayyâr tığın almağa
Ol fakîrin gerdânına çalmağa

Ol gidince avradı onun hemân
Sundu destine onun bir pâre nân

Geldi ayyar elde tığ-ı âbu-dâr
Gördü mihmânın elinde nânı var

Dedi kim kanden durur sana bu nân
Dedi kim verdi ayalin ey fülan

Bu sözü ayyar gûş itti temâm
Dedi kim kanın bana oldu harâm

Aramızda çünkü oldu hak-ı nân
Dahi öldürmek seni olur ziyân

Kim bizim her kim ki yedi nânımız
Pes diriğ olunmaz ondan cânımız

Hâlıkâ kıl bize lütf u ref’etin
Kim yedik hânende nân u ni’metin

Ekmeğin yiyene bir ayyâr-ı kâr
Tâ bu resme olur imiş hak-güzâr

Ey âlemlerin Rabbi! Acizim, mahrumiyet içinde, kanlara gark oldum, karada gemi yüzdürdüm, yıllar var ki boşa kürek çektim. Elimi tut, feryâdıma yetiş! Daha ne vakte kadar tıpkı bir sinek gibi ellerimi başıma koymuş durayım, çaresizlik  içinde bekleyeyim? Ey suçları bağışlayan, bana af dilemesini öğreten Rabbim! Bunca yandım… bin türlü tutuşup yanmadayım, niçin beni daha da yakmak istiyorsun?

Sana karşı mahcûbum, içim kan ağlıyor. Hararetinle kanım kaynamada… adamlıktan dışarı ne işler ettim… ört onları Yâ Rabbi! Ben gafletle yüzlerce günah ettim sense yüzlerce kat rahmetinle karşıladın.

Ey pâdişâhım! ben zavallı, yoksul kula lûtfedip nazar eyle… Kötülüklerimi gördüysen de onlar geldi geçti… onlara bakma da aczime, feryâdıma bak! Bilemedim, yanıldım… Sen bağışla. Şu hasta canıma, şu dertli gönlüme acı; affet. Gözlerim utancından aşikâre ağlamıyor, yaş dökmüyorsa da canım gizlice, senin sevdanla zari zari ağlamada.

Ey Yaradanım, hayır ve şer ne yaptımsa, hepsini de kendime göre hesaplayarak yaptım! Niyetimin bayağılığını hoşgör, küstahlıklarımı da bağışla!

Cüzüm ben. Sensiz hep eksiğim, lütfet de bana bir bak, bana bir bakarsan işte o zaman iltifâtınla eksiklerim temam, cüzzüm küll olur. Bir kerecik şu kanlarla dolu gönlüme bak… bütün bu dertlerden, musibetlerden çek çıkar. Kurtar beni! Bir kerecik, “Benim adam olmayan kulum” deyiversen kimsecikler izimin tozuna erişmez. Ben kim oluyorum ki, sana karşı adam olacak, adamlık taslayacağım. Senin kulun olayım da adam olmayan kulun olayım bu da yeter bana! Nasıl olur da ben, senin yüzü kara kulunum diyebilirim? Ben senin köpeğinin yanında bile yüzü kara kesilmişim. Belimde senin kulluk kemerin. Habeşli köleler gibi senin dağınla dağlandım, senin kulun olduğuma nişânem var. *** Senin yüzü kara kulun değilsem, neden bu devlete erdim, neden makbul oldum ya? Sana yüzü kara bir kulum ya ondan gözüm gönlüm aydın!

Kimde kim aşkın nişânı var durur
Âkıbet ma’şûka ânı irgürür

Kulluk nişânesi (bâtın) taşıyan bu kulu satma… bilakis kulağıma bir de kulluk halkası (zâhir) tak!

Ey eşi benzeri olmayan Sultânım, bu bir avuç topraktan ibâret olan yoksula lûtfettiğin hil’atler, sırf senin ihsanının feyz ve ikramının bolluğundandır. Rabbim, efendim, sahibim, ihsanından kimse ümit kesmez, mahrum kalmaz… Kulağıma taktığın halka, vücuduma vurduğun kulluk mührü ebediyyen yeter… bunlar kâfidir bana!

Kimin yüreğinde Allah derdi var da bu dertten hoşnut değilse, neşe yüzü görmesin… Böylesi senin adamın değildir.

Ey derdime derman olan Allahım! Bana bir zerre dert ver, bir âh ver, senin derdin olmazsa canım ölür gider. Kâfire küfür gerek, dindara din. Attâr’ın gönlüne ise derdinden bir zerre!

Yâ Rabbî, ey benim Rabbim, Yarabbi deyişlerimi bilir, duyarsın… geceleri ettiğim ahlarda, çektiğim yaslarda benimlesin. Mâtemim haddi aştı… bana katından bir neşe, bir sevinç gönder… karanlıklar içindeyim, nurundan bir nur yolla! Bu yasta sen yardımcım ol… kimsem yok; elimden sen tut! Bana İslam nurundan bir lezzet ver… karanlıklığa ait nefsimi yok ediver gitsin!

Bir gölge içinde kaybolmuş bir zerreciğim. Varlıktan bir sermâyem yok! O güneşe benzer yüceliğinden istemekteyim… belki o parıltıdan bana da birazcık ışık gelir diye… Başı dönmüş zerre gibi sıçrar; el çırpar, neşelenirim! Artık buradan çıkayım… Önümdeki o aydınlık âleme dalayım… Can boğaza gelmeden, son nefesimden önce ne çeşit olursa olsun, bir gönlüm vardı, bana yoldaşlık ederdi. Fakat can verirken senden başka kimsem yok… Son nefeste canıma sen yoldaş ol! Yerim benden hâli kalınca yoldaşım olmazsan vay bana, vaylar bana!

Ümîdim var, elbette bana refakat edersin… dilersen kâdirsin, lûtfedersen eğer, elbette edersin…

*** Eskiden hürlerden ayrılıp kölelerin belli olması için dağlandıkları anlaşılıyor. Aynı zamanda kölelerin kulaklarına halka geçirmek adeti var imiş. Hatta bu yüzden Bektâşî mücerretleriyle, Kalenderi, Haydari gibi bazı yollarda Ehl-i Beytin kulu kölesi olduğuna alamet olmak üzere dervişlerin kulaklarına küpe takması adetti.

Sen ki bahr-i cûd’sun ey pâdîşâh
Hem Kerîm u hem Rahîm u hem İlâh

Kıl bize lütfun mu’în ey Müsteân
Koyma kim bu hasret ile çıka cân

Son nefeste rahmetin kıl yoldaşım
Vaslın âbı ile söndür âteşim

Bende yâ Râb hadden artuktur zünûb
Gam değil senin içün Ğaffar ez-zünûb

Gerçi isyânda tecasür kılmışam
Sen bağışla kim itdiğümü bilmişem

Gerçi gafletden ben itdüm bin günâh
Sen ivaz kıl âna rahmün yâ İlâh

Sen O Sultânsın ki senden umaram
Kim ola kim Yezdânu senden kerem

Eyledimse cürmü, cehlimdendir ol
Kim didin bize zalûmun hem cehûl*
[33:72]

Sen çü âlimsin kamû ef’âlime*
Sen eğer rahm etmesen vây hâlime
[16:28]

Ağlamazsa gözlerim ger âşikâr
Cânım ağlar şevk ile zârı zâr

Yâ ilâhî yahşi kıldım ger yamân
Ânı kendi kendime kıldım hemân

Afv kıl kim bilmişem taksîrimi
Kahr ile kılma şehâ takdîrimi

Afv kıl bu dûn-himmet’liklerim
Cehl ile bu bî-hamiyyetlik’lerim

Yâ İlâhî, nefsin elinden el-amân
Yine kendi o kul kim yahşi yamân

Gösterib lütfunla bir râh-ı menâs
Bu keşâkeş’den beni eyle halâs

Gerçi hâr’ım sen beni gül eylegil
Nîm-cüz’üm sen beni kül eylegil

Bende kim yâ Rab senin ben rû-siyâh
Sen kulum disen olurum pâdişâh

Ben kimem kim sana kulluk arz idem
Kendimi bir yahşî âdem arz idem

Bu yeter kim sana her kim oldu kul
Kulluğuna ol beni ide kabûl

Hind-i dilem yâ Rab beni Rûmî dil it
Müdbir’im lütuf eyle nâmım mukbil it

Hiç senden kimse mahrûm olmadı
Yahşîlerden hiç yamanlık kalmadı

Derdin ile her kim ol hoş-dil değil
Olmasun hoş, bende-i mukbil değil

Zerrece derdi it bizim dermânımız
Tâ ki derdin ile hoş olsun cânımız

Hazreti Attâr ol şirîn makâl
Hoş buyurmuştur bu beyt-i hasb-i hâl

کفر کافر را و دین دین‌دار را
ذرهٔ دردت دل عطار را
Küfr-i kâfir râ vû dîn dindâri râ
Zerre-i derdet dili Attâri râ

Kafire küfrü var ve hem dindara dini
Attarın gönlüneyse derdinin bir zerresini

Dâima eyle Fedâyi’ye karîn
Derd-i aşkın yâ ilâhe’l âlemîn

Ey benim ahvâlime nâzır olan
Gîceler feryâdıma hâzır olan

Geçdi hadden mâtemüm bir sürûr vir
Zulmet içre kalmışam bir nûr vir

Pây-i merdüm yine sen olgıl hemîn
Destgîrim yine sen ol yâ Muîn

Nefs zulmetinden evvel fâik it
Nûr-i îmân lezzetinden zâik it

Sâyede bir zâyi’ olmuş zerreyem
Varlığım yok belki yokdan dahi kem

Âfitâb-ı rahmetinden sâilem
Zerre-i bir lem’a bulsam kâilem

Zerrelerle karışub cür’et idem
Afitâb-ı hazrete doğru gidem

Cân ile tâ zinde iken bu kafes
İrişüb feryâdıma elbette kes

Cân çıkub ol dem ki ten ola harâb
Kabirde bir ben kalam bir de turâb

Vây eger ol demde hem-râh olmasan
Hâl-i düşvâr’ımdan âgâh olmasan

Umaram yoldaş idesin rahmetin
Bilürem zîrâ kim vardır kudretin

Cân çıkınca senden özge yok kes’im
Tâ ki çağırdukda gûş ide sesim

Yâ Rab ol demde budur bana heves
Bana yoldaş olasın ahîr nefes

Bir kişi kim Hakk’ı sevse Hakk’ı söyler dâimâ
Sâhib-i irfân olup ol âkıbet mağfûr olur
Tuz-ekmek hakkı, paylaştığımız hoş zamanların hakkı, söyletilen güzel sözlerin hakkına, bir fatiha ihsan idip hazreti nâzımın ruhuna, her hak sahibinin hakkını gözetip hoşça bakasınız zâtınıza.

Gûş eyle bu nasîhati
Bulasın sen de râhatı
Tuz ekmek yediğin yere
Etme sakın hıyâneti

Hân-ı yağma

… Yiyiniz, içiniz fakat isrâf etmeyiniz. Şüphesiz Allah isrâf edenleri sevmez. [A’râf:31]
sofra
Başlığa aldanıp Tevfik Fikret’in aynı adlı şiirinden esinlenerek
Yiyin efendiler yiyin, bu hân-ı iştihâ sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
diye devam edeceğimizi sananlara
Aşık isen cân baş üzre gel beri
Münkîr isen bak kapıdan dön geri
diyerek şöyle bir yol verelim…

İy Mîr-î âb biğşâ on çeşm-i revanrâ
Tâ çeşmhâ guşâyed zeşkûfe bûstanrâ

Ey suyun başını tutan, o akan rahmet çeşmesini, ilahî çeşmeyi aç, aç da gönül bahçeleri uyansın, aşk çiçekleri gözlerini açsın.

İnananların sofrasında yemekten sonra şükür bâbından edilen dualar umumiyetle serlevha olarak sunduğumuz ayet-i kerime ile başlar ve sofra sahibinin zevkine, meşrebine göre devam eder. Biz dahi kendi yolumuz üzre sofra usülünden bahsetmek dileriz.

… Yemek pişer pişmez canlar kabı yere indirirler ve Kazancı dedenin gülbangine aminhân oldukları halde: “Tabh-ı şîrîn ola (pişirilmesi, hoşa gidecek niteliklere sâhip, sevimli, iç açıcı ve tatlı olsun) Hak berekâtın vere, yiyenlere nûr-i imân dola. Dem-i Hazret-i Mevlânâ, Sırr-ı Ateşbâz-ı Velî, kerem-i İmâm-ı Ali Hû diyelim…” uzunca bir nefes müddetince hep beraber Hûû çekilir.

matbah

Yemek vakti gelince matbahın, yemek yemeye mahsus olan kısmında sofralar kurulur. Sofra, müdevver büyük bir tahtadır. Birbirine geçme tahtadan bir iskemle üstüne konur. Sofranın çevresine postlar serilir. Kaşıklar, yüzleri sola, sapları sağa gelmek üzere sofranın kenarına, yüzleri yere gelmek şartıyla konur. Sûfiler, kaşığı açık korlar, “duâda” derler. Mevleviler kapalı korlar; “niyazda” derler. İşin esâsıysa, kir göstermemek, ayıp örtmektir. Kaşıkla yenen yemekte herkes, kaşığından çorba, yahut herhangi bir şey içince, her defasında, kaşığını yüzü koyun kor. Kaşıklar dizildikten sonra herkesin önüne bir tutam tuz konur. Su verecek canlar, testileri, bardakları hazırlarlar. Yemekler kaplara kotarılır ve matbahın yemek yenmeye mahsus olan sofasının sekisine dizilir. Yemek vaktini haber vermeye memur olan derviş, önce şeyh dairesinin önünde, sonra hücrelerin bulunduğu koridorda, ayaklarını mühürleyip baş keserek, yüksek sesle, «Hû… Somata salâ» diye, «Hû» yu biraz, «salâ»yı soluk miktarı çekerek nidâ eyler.

Hücrelerden çıkanlar matbaha varıp kapıda baş keserek sağ ayaklarıyla içeriye girerler. Şeyh de gelir; beraberce sofraya oturulur ve sofrayla görüşülür. Ortaya çorba gelir. Yemek, bir kaptan yenir ve yemekte hiç konuşulmaz. Herkes, şahadet parmağını önündeki tuza banıp tadarak yemeğe başlar. Kaşık, dâima kapalı ve sola müteveccih olarak konur. Yemek yenirken ağız şapırdatmak, sağa – sola bakmak, başkasının önünden yemek câiz değildir. Herkes diz çökmüştür. Çorba bereketlenince, hizmete memur olan derviş, kabı alırken, bir diğer derviş öbür yemeği kor. Kalabalığa göre iki, üç can, ayakları mühürlü olarak, sol ellerinde testi, sağ ellerinde bardak beklerler. Su isteyenleri gözetirler. Su içmek isteyen, bir lokma ekmek koparır, sağ elindeki lokmayı sol omuz hizasında tutar ve su verecek can bakar. Can, hemen su dolu bardağı alt tarafıyla görüşerek su isteyene sunar. Suyu alan, içinceye dek herkes, yemekten el çeker, bekler. Suyu içince şeyh, sessizce su içene «Aşkolsun» der gibi elini kalbinin üstüne koyup hafif bir baş keser; o da aynı tarzda mukabelede bulunur ve bardağı gene alt tarafıyla görüşüp sâkiye sunar. O da alıp gene aynı tarzda görüşerek yerine gidip testiden su doldurur ve ayağını mühürleyip eskisi gibi durur. Pilav, gelince herkes düzelir. Şeyh, şeyh yoksa aşçıbaşı, şu gülbangi çeker:

“Mâ sûfiyân-ı râhîm mâ tabla-hâr-ı şâhîm
Pâyende-dâr yârab în kâserâ vu hanrâ” *
Salli ve sellim ve bârik alâ es’adi ve eşrefi nûrı cemi’-il enbiyâi vel mürselin; vel hamdü billâhi rabbil âlemînel Fâtiha.»

Fâtiha’dan sonra;

«Nân-ı merdân, ni’met-i Yezdân, berekât-ı Halil’ür – Rahmân. Elhamdü lillâh, eşşükrü lillâh; Lokma nûr, sofra zuhûr. Bu gitti ğânisi gele, Hak berekâtın vere; yiyenlere nûr-ı iman ola; Erenlerin hân-ı keremleri, nân-u nimetleri müzdâd, sâhibül – hayrât-ı güzeştegânın ervâh-ı şerifeleri şâd ü handân, bâkıyleri selâmette ola; demler, saflar ziyâde ola. Dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Ateş – bâz-ı Veli, kerem-i imam-ı Ali Hû diyelim.»

Elhamdülillahi hamden kesiren tayyiben, mübareken, Allahümme barik lena fima rezaktena va’ğfir lena ver’hamna ve et’ımna hayran minhü, Allahümme’ec-alha ni’meten meşkureten muttasılaten ila ni’met’il-cenneh, Allahümme zid ve la tenkus bu hurmeti-Seyyid-il Mürselin, velhamdü lillahi Rabb-il Alemin.
Güzel, bol ve temiz hamd ancak Allah’a mahsustur. Allahım! Bize verdiğin rızkı bereketli kıl, bizi bağışla, bize merhamet et, daha güzel nimetler ihsan et, üzerimizdeki nimetini tamamla. Allahım! Bu sofrayı, şükrü edâ edilmiş ve bir ucu cennete kadar uzanan sofralardan eyle. Peygamberlerin Efendisi hürmetine arttır Alahım eksiltme! Hamd, alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.

* Bu işin âdâbı böyledir lakin pilav gelince çekilen gülbange takılıp kaldık erenlerim. Manası bir ummandı “Biz vahdet yoluna düşmüş sûfileriz. Biz pâdişahın (Hakk’ın) sofrasına oturmuşuz; O’nun nimetini yiyenleriz biz. Yarabbî, şu kâseyi, şu sofrayı, nîmeti ebedî kıl” Bu beyitleri Dîvân-ı Kebîr’in birinci cildinde bulup (Gazel no: 186; Terc. I, 226) ilgili gazelin öncesine ve sonrasına da bakalım dedik ve yandık, buyrun efendim bir ucunu da size uzatalım:

• Ben-i Âdem’in cümlesi, oynaya oynaya şu besbedava sayısız dünya nimetlerine şükretmek için Hakk’ın dergahından gelmiş sufîleriz. Hak aşıklarıyız.
• Bize ikram edilen çeşit çeşit nimetlere yalnız şükretmek değil, can versek yerindedir. Zaten şu bol bol hazineye karşı sufînin canının ne kıymeti olurki!
• Şu cihan nimetlerinin konduğu kabın kapağı göktür. Sofrasından nasıl bahsedeyim, bu dilin harcı mı o bahis! (Bütün canlılara, insanlara, hayvanlara, kuşlara, balıklara ikram edilen bu umumî dünya sofrasında ikram edilen nimetlerin konduğu büyük kabın kapağı göktür. Bu sofranın ihtişamından, ikram edilen çeşitli yemeklerin nefis oluşundan, tatlarından, kokularından, renklerinden, güzel oluşundan nasıl bahsedeyim?Dilim dönmüyor, konuşamıyorum.)
• Biz Hakk yoluna düşmüş süfîleriz. Biz padişahlar padişahının nimetlerini yiyenlerdeniz. Ya Rabbi! Bu kaseyi, bu sofrayı ebedî kıl, kıyamete kadar yaşat.
• Padişahlar padişahının kâsesindeki nimetleri elde etmek için boş kaseden başka bir şey getiremedin. Biz yoksul kişileriz. Amelimiz yok, ibadetimiz yok. Dilenciler gibi boş kâselerimizi o nimetlere uzatmaktan başka hünerimiz, karımız yok. Zaten her ham kişi de bu kaseyi, bu ekmeği elde edemez.

Yazının sonuna geldiğimiz şu demde han-ı yağma, (yağma sofrası) nerde kaldı dediğinizi duyar gibiyiz. Biraz sabır erenlerim. “Yağma sofrası” herkesin faydalandığı nîmetler, tabiatın herkese bol bol verdiği ihsanlar manasında kullanılıyor. Burdan mülhem olsa gerek eskiden büyükler ve zenginler tarafından düğün, bayram gibi günlerde kurulan yemeğin sonunda örtü, çatal, kaşık vb. bütün eşyânın diş kirâsı olarak yiyenler tarafından kapışıldığı büyük ziyâfet sofrasına da “hân-ı yağma” denir imiş.

Mektubun sonuna sakladığımız inciyi nihayet çıkarıyoruz Nef’i kaleminden:
Veliyyü’n-ni’met-i âlem desem haktır sözüm zîrâ
Sımât-ı cûdu dünyâya çekilmiş hân-ı yağmâdır

Alem, Hakkın, canlara ihtiyaçlarını bildirmelerine meydan vermeden lutufta, ihsanda bulunduğu, keremini serdiği kerem sofrası sanki bir “hân-ı yağma”dır. Alem, Hakkın velinimetidir, nimetinden faydalandığımız, bir çok şeyini kendisine borçlu olduğumuzun ikramıdır hâsılı “Veliyyü’n-ni’met-i âlem” desem doğrudur sözüm.

Şahane bir tecelli, enfes bir zuhur olan kâinât sofrasında, can ikramıyla, O’nun lokmasını yiyip O’na isyân etmeyene âşk olsun ya huu