Cüzî İrâde

… Muhakkak ki Rabbin irade ettiğini fiile dönüştürür! (dilediğini dilediği gibi yapan ancak O’dur) [Hûd:107]

Dostunu tanı; O’nun selbî ve sübûtî sıfatları vardır. Sübûtî sıfatlarından irâde (dileme), kudret (güç yetirme), tekvin (yaratma) sıfatlarının ifade ettiği gibi O, her dilediğini anında yaratmaya muktedîr olandır. O, bir şeyi yaratmak isterse ona yalnız “OL” [Bakara:117, Âl-i îmrân:47, En’âm:73, Nahl:40, Meryem:35, Yâ-sin:82, Mü’min:68] demesi yeter. Ol dediği şey hemen oluverir.

Buradan da mâlûm olacağı üzere irâde yâni dilemek Allâh’ın bir sıfatıdır. Eğer Arap dilinde Cüz’î lâfzı Küll’den ayrılmış bir parça mânâsına ise bu irâde-i cüz’iye tâbiri ilim bakımından sakâmetle (bozukluk, sakatlık) mâlûl görünür. Çünkü bu cüz’î tâbirinden Allâh’ın küllî irâdesinden ayrılıp da öteye beriye dağılmış mânâsı anlaşılır. Hâlbuki Allâh’ın bu sıfatları hiçbir vechile kâbil-i taksîm değildir. Zira O, Ehad ve Samed’dir. Kendisinden ikinci bir varlık zuhura gelmemiş, tecezzi ve tekessürü (parçalara ayrılma, çoğalma) mümkün olmayan som ve tek bir bütün.

irade

Nitekim Hayat, İlim, Semi’, Basar, İrâde, Kudret, Kelâm, Tekvin gibi İslâmiyet’te inanılması farz olan sekiz sıfatın insanlık âyinesinden görülmesi Hakk ile halk arasında bir münâsebet bulunduğuna muhkem bir burhandır. Bu sıfatlara Sıfat-ı Subûtiye denilmesi, subût bulacakları, zuhûr edecekleri muhîtin, tafsil i’tibâriyle âlem ve icmâl cihetiyle de âlemin özü olan Âdem olmasındandır. Âdem dediğimiz meyva âlem denilen ağacın mahsûlüdür. İşte bu sıfatlar tamâmıyla Hakk’ındır. Bunları kendine nisbet etmeye kimsenin hakkı yoktur. Yalnız bunların, insanda tecellîsi mazhariyet alâkasına göredir.

Her sıfat kim sende var izle anı
Gör ne sırdan feyz alır gözle anı
Erişince zâtına özle anı
Gayre bakma sende iste sende bul
Çünkü Hakk’ın ef’al, sıfat ve zatı seninle zâhirdir. Ef’al sıfata, sıfat zata delildir. Şimdi bir iş sıfatsız açığa çıkabilir mi? Meselâ, ilimsiz iş açığa çıkmış olur mu? Böylece irade, kudret, işitme, görme, kelâm ve hayat olmadan bir iş açığa çıkabilir mi? Çıkamaz demek olur ki işler sıfatın vücuduna delildir. Böylece sıfat sıfatlanan (mevsuf) olmadan olur mu? Her sıfata bir mevsuf lâzımdır. Meselâ, irade mürid olmadan, kudret kadir olmadan olur mu? Olmaz. Bu halde sıfat da Hakk’ın vücuduna delil olmuş olur. Her şahıs kendinde zâhir olan ef’al, sıfat ile yüce Hakk’a delil yapabilir.

Bunlar tıpkı Güneş’in ziyâsı gibidir. Odayı aydınlatan ziyâ pencerelerin kâbiliyetine göre Güneş’indir. Yoksa küll olan Güneş’den ayrılıp da parça parça öteye beriye taksîm olunmuş değildir. Öyle tasavvur olunursa o vakit asıl irâdenin sâhibinden, bu sıfat eksile eksile biter. O vakit bir işin başlangıcında Besmele çekip Allâh’dan istiâne etmenin yâhut Allâh dilerse olur mânâsına gelen “inşâallâh” demenin hiç bir mânâsı kalmaz. Çünkü bu babda her ne yolda mütâlea edilirse edilsin araya bunun yarısı Hakk’dan, yarısı kuldan, yâhut çoğu Hakk’dan, birazı da kuldan gibi koyu koyusuna bir nevi ortaklık giriyor ki bu da [gizli] şirkten başka bir şey değildir.

Bunun için akla, zevke, tam bir kanaat verecek derecede öteden beri hallinde güçlükler çekilen, hattâ halli imkân hâricinde görünen bu irâde-i cüz’iye meselesini eğer câiz görülürse âfakî bir misâl ile izah edip kısa keselim:

Tavla oynanırken “se-yek 3-1” atmak istenir. Çünkü işe o yarar lâkin oynayan kimse elindeki zarları attığı vakit hiç istemediği ve işine yaramayan “şeş-beş 6-5” gelir oturur. Şimdi ne yapmak lâzım? İstenilen, “se-yek” mi oynanır, yoksa hiç istenilmediği hâlde kendi elimizle kondurduğumuz “şeş-beş” mi oynanır? Tabiî zarlar ne oynamayı hükmettiyse onu oynamaktan başka çâre yoktur. İşte elindeki zarları yine kendi eliyle atmak irâde-i cüz’îyesini sarf etmek demektir ki bir nevi tedbîrdir. Fakat atılan zarlar ne geldiyse o da takdîrdir. Tedbîr takdîre uymazsa kazâya rızâdan başka elden ne gelir?

Takdire bağlanup demişiz beli,
İrade-i cüz’ den çektik biz eli,
Dümeni şikeste keşti-i dili,
Nihayet engine saldık bakalım 

Şu hâlde “İrâde-i cüz’îye elimdedir, istediğimi yaparım” dâvâsiyle lâ-şuurî (bilinçsiz) bir hâlde Kader’in hükmüne karşı savaşa çıkan kahramanların benimsedikleri irâde-i cüz’îyenin ilimde kazandığı kıymet işte bu kadarcıktır.

Şu hakîkat her şeyden evvel bilinmelidir ki Allâh’ın Kur’ân’ında, Habib-i Kibriyası’nın hadîslerinde, gerçek ve yüksek âlimlerin eserlerinde insanlara böyle bir irâdenin verildiğine dair hiç bir işâret yoktur. Bilâkis Kur’ân-ı Kerîm’de “Bir ağacın herhangi bir dalını kesseniz, yâhut kesmeyip de o dalı yine öylece ağacında bıraksanız, bu her iki hâl Allâh’ın izniyle olur” [Haşr:5] meâlindeki âyetin hükmüne bakılırsa bu iki şıktan gerek vukua gelen kesme fiilinin, gerek zuhûra gelmeyip de yalnız tasavvurda kalan kesmemek niyetinin ikisi de Allâh’ın irâdesiyle olduğu işâret buyurulmuştur.

Diğer âyetlerde ise “Sizin istediğiniz olmaz ancak Allâh’ın istediği olur” [İnsan:30] ve “Her hareket edenin nâsiyesi (idare ve tasarrufu) Allâh’ın elindedir” [Hûd:56] ve “Sizi ve yaptığınız işleri yaratan Allâh’tır” [Sâffât:96] ve “Hiçbir şey için “Onu yarın kesinlikle yapacağım” deme (çünkü Allâh’ın onu inşa edip etmeyeceğini bilemezsin)! Sadece “İnşâ Allâh = Allâh dilerse, inşa ederse” kaydıyla demen, müstesna! Unuttuğunda Rabbini (hakikatin olan Esmâ mertebesini) zikret (hatırla)! Ve de ki: “Umarım Rabbim beni kurbunda (mâiyet sırrının yaşandığı Tecelli-i Sıfat mertebesi) olgunluğa erdirir.” [Kehf:23-24] buyuruluyor.

“Allİh mü’minlerin nefislerini, mallarını satın aldı. Mukâbilinde kendilerine cennet verildi” [9:111] meâlindeki âyet-i kerîmede verildiği işâret buyurulan cennet nefis ve hevâ erbâbının husûsiyle amellerinin mukâbilinde ücret bekleyen sofuların imrenip de ağızlarının sularını akıttıkları cennet değildir. Bu cennet Allâh’ı gerçekten seven âşık-ı sâdıklardan, yüksek mânâ erlerinden Yunus Emre’nin:

Cennet Cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç hûri;
İsteyene ver sen ânı bana seni gerek seni
diye candan özlediği ve yine bu mânâ erlerinden Mısrî Niyâzî’nin:

Ne hâsıl ey Niyâzî Cennet-i İrfân’a varmazsan
Tutalım Hakk senin anda yerin Dârü’n-naîm etmiş
buyurduğu mânâ ve irfân cennetidir.

İşte bu cennet kendilerinde varlık benimsemeyen, kuvvet ve kudreti mâbudlarından bilen, Lâ havle’yi Allâh’ın istediği gibi okuyan kimselerin girebileceği cennettir.

Bir de şu âyet-i kerîmeye bakalım da ibret alalım; benliğimizle küs kütük kalmıyalım; fırsat var iken yol alıp maksada ermeye çalışalım. İbret almak istediğimiz âyet-i celîlenin meâli şöyledir: “Allâh, peygamberlerin hepsini toplayıp gönderildikleri oldukları ümmetlerden ne yolda cevap aldıklarını soruyor: Peygamberlerin hepsi birden: Biz ne yaptığımızı bilmiyoruz. Gaybı bilen ancak sensin” [Mâide:109] diye cevap veriyorlar.

Bu mubâreklerin dinî, ahlâkî, medenî, içtimaî bakımdan vücûda getirdikleri inkılâblar beşeriyetin kudreti fevkindedir. Bununla beraber Allâh’ın kendilerine tevcih ettiği bu suale karşı yaptıkları hârikulâde işlerin hepsini kendilerinde fâil ve mutasarrıf olan mâbudlarının tecellîsi olduğunu hep bir ağızdan ikrâr8 ve tasdîk ettiler. Kendilerine irâde-i cüziye nâmiyle bir pay ayırıp “Biz de şunu yaptık, bunu yaptık” diye bir şey söylemediler. Bu sınamaya karşı ilim ve edeb öğrendikleri muallimlerinden tam numarayı aldılar. Ve yine onun izniyle meb’us oldukları kavmi cehlin karanlıklarından ilmin aydınlıklarına çağırdılar.

İşte nefislerini, mallarını Allâh’a satan Allâh’ın hâlis mü’min kulları bunlardır. İşte beşeriyet mağarası, içinde Allâh’ın sağa sola çevirdiği Ashâb-ı Kehf bunlar olduğu gibi taayyün kubbeleri içinde kendilerini Allâh’dan başkası bilmeyen ve kendilerinde irâde-i cüziye tasavvur etmeyen velîler de bunlardır ve bunların izlerinden ayrılmıyan bahtiyârlardır.

Bu mubâreklerin ahlâk ve evsâfı aynı Kur’ân’dır. Peygamberimizin vefâtından sonra ashâbdan bâzı kimseler, Aîşe vâlidemizden, Peygamber efendimizin evde bulundukları müddetçe ahlâk ve etvârından bazı şeyler sordukları zaman, vâlidemizden “O’nun ahlâkı Kur’ân idi” cevâbını almışlar ve bu ârifâne ifâdeden istifâde etmişlerdir.

Ana karnındaki bir çocuğun teşekkül eden âzâ vâsıtaları çıkacağı muhitteki maksadlara uygun bir sûrette nasıl tertib olunmuşsa, meselâ görmek maksadına göz, işitmek maksadına da kulak vâsıta olduğu gibi Kur’ân ile insan arasında da aynı mutâbakat tesis edilmiştir. Onun için Kur’ân insâniyet mefhûmunun en kıymetli bir cevheridir.

İnsan da bu mukaddes cevherin parlak mayasiyle bezenmiş bir mahfazasıdır. Nasıl ki, hadîs-i şerîfde: “İnsan ve Kur’ân ikiz kardeştir” buyurulmuştur. Fakat yalnız sûrete bağlanıp da insanın Kur’ân ile ne yolda bir münâsebet tesis etmiş olduğunun zevkini tatmayanlar Kur’ân ile ikiz doğmuş sayılmazlar. Çünkü “Rahmân (El Esmâ ül Hüsnâ ile işaret edilen tüm özelliklerin sahibi), Talim etti Kurân’ı (Esmâ mertebesindeki özellikleri oluşturdu). Halketti İNSAN’ı, Öğretti ona beyanı (Esmâ özelliklerini insanda açığa çıkardı); (Hz. Âli’nin deyişiyle “‘İnsan’, konuşan Kur’ân” oldu.)” [55:1-4] meâlindeki âyetin dizilişine bakılırsa ilk önce Kur’ân tâlim ediliyor. Sonra insan yaratılıyor mânâsı anlaşılıyor. Hâlbuki buna karşı insan yaratılmadan evvel Kur’ân kime tâlim olunuyor suali de vârid görünüyor.

Bu âyetin şu şekilde dizilmesine basîret gözüyle bakılacak olursa insanın yaratılması kendisine Kur’ân tâlim olunmaya bağlıdır, Kur’ân’ın ancak insan mefhûmunu takrîr ettiğini ilmî ve ahlâkî bir sûrette zevk ve o mânâda tahakkuk eden o anda insan olarak yaratılmış olur mânâsı bu âyetin bu sûretle dizilişinden pek açık olarak anlaşılır. İşte o vakit Kur’ân ve insan nüshaları birbiriyle birleşir ve “Bu kitapta şüphe yoktur” [Bakara:2] kanaatine şüphesiz bir îman ile varılmış olur.

Halkı Allah’ın izni ile bırak, yine O’nun emri ile arzularından geç. Bir ayet-i Kerimede şöyle buyrulur: “Eğer inanıyorsanız, Allah’a güvenin…” [Mâide:23] Kendini Allah’ın fiiline, iradesine terket. Saydıklarımızı yaparsan ilahi emirlere bir kab olursun. Halkı bırakmak; onların elinde hiçbir iyilik veya kötülük olmadığına ve olamayacağına inanmakla olur. Bütün kuvveti Allah’tan görüp halkın elinde mevcut olan bir şey görmeden Allah’ın kudretini tasdik etmekle mümkün olur. Kendini bırakmana gelince Hakk’a teslim olman ve sebepleri bir yana atmanla olabilir. Kendinden hiçbir hareket görme, gücüne kuvvetine mağrur olma. Bu halinde kendini hor görüp, özünden nefret etme. Hakk’a teslim ol, O’nun emirlerine göre hareket et. Şunu iyi bil ki, her şeyi evvel ahir yapan Allah’tır. Sen ana karnında bilinmez bir nesne iken, O besledi ve bu aleme getirdi. Ve yine sen, beşikte her şeyden habersiz yatarken esirgeyen O oldu. İşte o eski hallerini düşün ve Hakk’a güven. [Hz. Pir Abdulkâdir-i Geylânî]

Hâsılı Ahmed Amiş Efendi Hazretleri ne güzel beyan buyurmuşlar hakikati: “İrâde-i külliyye’nin efrâd-ı beşerde zuhûruna o ferdin irâde-i cüz’iyyesi denir. İyyâke Na’büdü ve iyyâke nestain (Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım buluruz) irâde-i cüz’iyeyi silmiş süpürmüştür. Ârifler için irâde-i cüz’iyye’yi tasdik etmek küfürdür. Mahcuplar için de irâde-i cüz’iyye’yi adem-i tasdîk küfürdür.”

Ne edeyim Ya Rabbenâ cümle irâdet sendedir
Vermedin bir zerre kuvvet gayra kudret sendedir

Zâhirinden söyleyen sen dinleyen sensin Şehâ
Zâhir ve bâtın senindir ‘îş ve ‘işret sendedir

Nahnu akrabu fıkhına akreb olduğu içindir bize
Gayrı yok kurbdan müberrâsın hüviyyet sendedir

Çarşı-yı kesret içre açtı hikmet bir dükkân
Vezin eden sensin teraziyi meşiyyet sendedir

Zâhirindir bu cihân her âlemin sen cânısın
‘Reânî’ yoktur ara yerde ayn-ı ru’yet sendedir

Pertev-i nûr-i tecellî kurdu bir nev bârigâh
Hem müşebbeh hem münezzeh fasl-ı vuslat sendedir

Ne edip ne zann edip Şeyhî deyû söylediğim
Hep senindir hep senin bu nutk u sohbet sendedir

Hak evveldir ve âhirdir. Ezeldir ve ebeddir. Hakkın girdiği kalb ölmez. Ölmezler işte bunlardır. Ezelde Hak’ta idik. Hak’tan geldik, Hakka yürüdük. Gelmek gitmek; ab- dın ihtiyârında değil, Hakkın irâdesindedir. Mürîd demek; Hakkın irâdesine bilâ-kayd u şart boyun kesmiş, teslîm olmuş, eyvallah etmiş demektir. Buna «ikrâr» derler. İkrârı Hakka verenlerin, bu âlemde karârı kalmaz. Çünki karârını ezelden vermiştir. Nasîbini almış- tır ve (elhamdülillah) demiştir.

Allâh’ın irade ve kudretinin bittiği yer neresidir ki; orada “beşerin irade ve kudreti” başlasın cânım efendim…

İrâde-i cüz’iyye olduğu zaman fânî,
Zât’ından tulû eder İrâde-i Sultânî.

Bakî selâmette olunuz erenlerim, ferman “fa’âlün limâ yürîd” hazretlerinindir.

Ne eyleyeyim Sensiz beni; Beni benden al ki
Sen ben’de, ben de Sende olayım.
Andan sonra da Âdem olayım.
İrâde buyur da mürîd olayım.
Fermân buyur da derviş olayım.
Hak Dost, Dost Hak.
Dostu buldum.
İstemem ne tâc, ne post
Gönül, Dosta oldu post

Şükür elhamdülillâh
Hâzâ min fazl-ı Rabbî

Elimiz bu kadarına uzandı, söz tamam oldu
Nâ-tamamların elinden lütfun tutar oldu

Hem bir avuç toprakta kusurdan başka ne ola ki…

Gayûr

Çekmişüz el gayriden biz, Hak durur maksûdumuz
İtmezüz biz şirk-i ahfâ, aslımız gayûr durur
[Nakşî Ali Akkirmânî Hazretleri v. 1655]

gayur

O’nu yedi Semâ ile Arz ve bütün bunlardaki zevil’ukûl tesbih eder ve hattâ hiç bir şey yoktur ki O’nu hamdiyle tesbih etmesin ve lâkin siz onların tesbihlerini iyi anlamazsınız, O, cidden Halîm, Gafûr bulunuyor. [İsrâ:44]

Döne döne okuduğumuz, her okunuşta başka türlü canımıza okunan ayetlerdendir, Sure-i isrâ daki şu apaçık deliller: Yedi kat semâ, yedi bilinç mertebesindeki tüm yaratılmışlar, arz, bedenler ve onların içindekiler O’nu tesbîh eder, esmâ’sının özelliklerini açığa çıkaran terkipleriyle her an hâlden hâle dönüp dururlar!(başkaca varolamazlar) Hiçbir şey yok ki, O’nun Hamdi olarak tesbîh etmesin! Fakat siz onların el-fatır programı gereği bu tabî işleyişlerini anlamıyorsunuz! Muhakkak ki O, Halîm’dir, Ğafûr’dur.

Bu sefer gözümüz hemen aşağısındaki 45. ayette kaydı, aklımız şaşırıp kaldı:
Bir de sen Kur’anı kıraat ettiğin vakit biz seninle Âhirete inanmayanların arasına görünmez bir perde çekeriz. [İsra:45]

Habîb-i Kibriyâ Efendimizin yanında bu âyet-i kerîme okunduğunda sahabilerine dönerek saadetle şöyle buyurdular:

Bu perde, “hicâben mestûra” nedir bilir misiniz?
Allah ve Resulu en iyisini bilir.
Bu gayret perdesidir. Allah’tan daha gayretli (gayûr) yoktur.

Ben, gayûrum, Allah benden daha gayûrdur. Kalbinde gayret olmayan habîb (seven) değildir. [Müslim, Lian:16]

Ne zamanki iki âlemin de Efendisini, Hak’tan ayrı gördün, kâinât kitâbının hem metnini ve hem de başlangıcını kaybettin. İki deme, iki bilme ve iki okuma! Köleyi kendi efendisinde mahvolmuş bil! Anlayışındaki kusurdan dolayı, efendiye “gayr” dediğin zaman, ey şaşı, Gayûr olan o Sultân’dan utan “ve mâ remeyte iz remeyte” ya’nî “ve attığın zaman sen atmadın” [Enfâl:17] âyet-i kerîmesindeki “atıcı” Ahmed’dir, onu görmek Hâlık’ı görmek olmuştur. [Mesnevi-i Manevî]

Şimdi lugata mürâcaat edecek olsak gayûr için (ﻏﻴﻮﺭ) “çok kıskanç” ifadesine tesâdüf ederiz.

Allâh, kıskanç olur mu hiç? “Allâh gayûrdur”un tercümesi “kıskanç” değildir. Bu yaklaşım hatalı olur. Allâh gayûrdur demek, sevdiğinin dışsallıkla (bedensel gündem) sermâyesini harcamak yerine içselliğinde (iç aleminde, enfüs) kendi vahdet huzurunda yaşamasını murâd eden mânâsınadır.

Gayret ikidir; nefisten kaynaklanan beşerî gayret ve kalpten, taşıdığımız emanetten kaynaklanan ilâhî gayret. [Şiblî]

Gayret ikidir; Allah’tan kuluna karşı gayret, onu insanların gözünden gizleyip gözlerinde o kuluna karşı bir muhabbet meydan getirmesidir. Kuldan Hakk’a olan gayret, halini herhangi bir kimsenin bilmesinden gizlemesidir. Hakk Teâlâ Kendisi ile kulları arasındaki sırların başkalarına ifşâ edilmesi konusunda gayûrdur. Bu gayret, kulun mârifetini O’nunla, sevgisini O’nun için ve iştiyâkını da O’na has kılmasıdır. [Hakîm Tirmizî]

Ehl-dünya dilinden düşmeyen sözler vardır ya hani:
– Kimi sevsem, aramız açılıyor. Ya ölüyor ya kayboluyor. Yahut aramıza düşmanlık giriyor. Neden hoşlansam, çoğu zaman malım kayboluyor, param elimden çıkıyor. Bu yüzden dostlarımla bozuşuyorum.

Ey Allah’ın ﷻ sevgili kulu, O Gayûr’dur. Sevgisine kimsenin ortak olmasını istemez. Sevgilisine, ehil olmayanların bakmasına bile râzı olmaz. Kendi sevdiği kulu, başkasına vermez. Hal böyle iken sen başkasına bağlanıyorsun.

Gayûr olan Allah, Habîb-i Edîb-i Zîşân Efendimiz düştüğünde “anacığım diye değil Aman yâ Rabbî” diye ağlaması için anasız, babasız kendi husûsî nazarıyla, nasıl istiyorsa öyle yetiştirmiştir üzerine titrediği Habîbini…

Allahu Teâlâ gayûrdur ve kulu olana dahi gayret-i ilâhiyye gerektir.

Şu âyet-i kerîmeleri işitmedin mi?

Allah onları, onlar da Allah’ı  sever. [Mâide:54]
Ben, cin ve insanları yalnızca (esmâ özelliklerimi açığa çıkarmak suretiyle) ancak kulluk etmeleri için yarattım [Zâriyat:56]

Bazı müfessirler kulluk etmeleri ibâresini, bilmeleri, sevmeleri için manasıyla izah etmişlerdir. Rasulullah (SAV) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurdular:
– Bir kul, Allah (CC) tarafından sevilince, iptilâya uğrar; buna sabrederse iktina gelir başına.
– İktina nedir? (Bir şeyin hakikatini idrak etme, künhüne varma) diyen bir sahabîye
– Çoluğunu çocuğunu, malını, mülkünü alır buyurdular.

Çünkü mal ve evlat, Allah sevgisine perdedir. Hakk’ın sevgisi bölünmez. İki sevginin arasına giren yanar. Mal ve evlada olan sevgi çoğalınca, Hak sevgisi azalır. İnsan bu kantarı şaşmış sevgisinden ceza görür. Çünkü Allah’a bir nevi gizli şirk koşmuştur. Halbuki Allah zatına ve sıfatına şirk koşanları sevmez. Gayûr ve her şeyden üstündür. Kendine karşı duran her şeyi yok eder. Ta ki, sevdiği kulun kalbi yalnız zatına dönsün. İşte o zaman:  “Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever.” ayetinin manası tecelli eder. Bu tecelli bir süre devam ederse, sonunda Hakk’a karşı koşulan ortaklar yani şirk yok olur. Mal, çocuk ve şehevi arzular isteği gider. Mal sevgisi kalmaz. Kötü hisler ölür. Velî olmak, başa geçmek, keramet sahibi olmak, makam, dereceler istenmez olur. Cennet ve onun dereceleri gözden silinir. Kalpteki şahsi irade, temenni yok olur. Suyu saf, içi temiz bir kap halini alır. Çünkü ilahi tecelli onu kaplamıştır. Bu arada kalp yolunu şaşırdıkça ilahi tecelli onu yola getirir. Kendinden başka her şeyi yok eder. Zaten başkası için oraya yol kalmamıştır. Mevlanın azamet ve ceberut kuvvetleri orayı sarmıştır. Bunlardan başka her şey için arada bir uçurum vardır. İlahi saltanatın vadileri o imanlı kalbin etrafını çevirmiştir. Oraya yabancı yol bulamaz. Şayet bulacak olsa bile yokluğu mani olur. Bir çok kimselerin yüksek derecelere erdiği olmuştur. Bunlar yetişmiş olmalarına rağmen, bazı ufak tefek işlerle uğraşırlar. Bunlara yaptığı o işler zarar vermez. Çünkü hiçbiri, kalp cihetine yanaşamaz. Zaten o dereceye eren kul, bunları ilahi iradeye dayanarak yapar. Onlar; ilahi arzu icabı olduğundan, o sevgili kula bir lütuf ve keramet olur. Onun yüzünden birçok zavallı kimseler geçinir. Ayrıca bundan başka çokça sevap kazanır. Sonra o işler bir başka yönden kulu tecrübe sayılır. Kul, şahsi arzusunu karıştırmadığı süre işler iyi gider. Teslim olunca daha iyi gider. Kötülüklere karşı, o nimetler bir nevi kalkan sayılır. Şöyle ki: Parası olur, haramdan kurtulur. Çocukları olur kimseden yardım istemez. Ailesi olur, harama göz dikmez. Velhasıl dünya ahiret selamet olur…

Nitekim bir hadis-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: “İhlaslılar büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar. Günahkârları, benim pek bağışlayıcı olduğumla müjdele, sıddıkları ise benim gayûr olduğumu belirterek uyar.”

Gerçi ‘aşkı vasf iderse niçe biñ yıllar tamâm
Şerh olunmaz, cümle ‘âlem kâtibi mestûr ise

‘Aşk degül mi yedi tamu nârın iden pür-‘azâb
Yakısar hakka Nebîye ‘aşka kim menkûr ise

‘Aşk degül mi Yûsufı Ken‘âna sultân eyleyen
Gerçi takdîr-i Hudâ-yı Kâdir u Gayûr ise

İrfan meclisinde dinlediklerimden: Bir sal üzerinde oturuyordu, dalgındı. Eteğine dokundum… “Beni bırak oğlum! HAK gayûrdur. Seni başkasıyla görürse gözden düşersin…” buyurdular.

Gayret aşırı sevgiden kaynaklanan bir husustur. Sevgide vefâyı ifade eder. Allah’ın sıfatlarından biri de “Gayûr” dur. Manası çok kıskanan değil sevdiğine pek düşkün olandır. Bu, kulun taatinde kendisinden başkasını ortak kılmamasına yönelik olarak Allah’ın gayûr sıfatını gösterir.

Aşk-ı hakikide gayyûriyyet vardır. Ancak, gayyuriyyetle kıskançlığı ayırdetmek lazımdır. Çünkü, kıskançlık sıfatı nakıs alanda, gayyuriyyet sıfatı ise kamil olan da zuhûra gelir.

Resul-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, Hz. Ömer-ül-Faruk’a (ra):

– Ya Ömer! Sen, gayûrsun. Ben, senden gayûrum. Cenab-ı Hak da benden gayûrdur, buyurmuşlardır.

Mümin gayûr olur. Allah (z.c.hz)’leri de gayûrdur. [R. Ehâdis:230-12]

Onun için gayûriyyet sıfatı makbûl ve memdûh bir sıfattır. Bu sıfat Allah-u Teâlâ ve tekaddes hazretlerinde KEMAL sıfatıdır ve Habib-i edibini bu sıfatla terbiye ederek sıfatlandırmış, rengine boyamıştır.

Allahu sübhanehu ve teala hazretleri, kemal sıfatları ile muttasıf ve bütün noksan sıfatıardan münezzehtir. Kullann da, Allahu teala’ya mahsus bazı sıfatlarla sıfatlanmaları kendisi için en büyük bir ni’mettir, devlettir.

Ey Hakka talib!

Canab-ı Hak ve Feyyaz-ı mutlak hazretleri GAYÛR’dur. Sevdiği kullarının, zat-ı ühihiyyetinden gayrısını sevmesini istemez. Zira, Mahbub-u aslî ve hakiki ancak O’dur. Sevilmek, zat-ı ahadiyyetinin hakkıdır. Zat-ı ahadiyyetini seven aşıklar, ondan gayrı bir şeye gönül verseler, başlarına mutlaka bir musîbet gelir. Onun için, Allahu teala’yı sevenlerin ya gayrı görmemeleri ya O’ndan gayrıyı sevmemeleri gerekir. Hiç değilse, sevdiklerinde Hakkı görmeleri icap eden esasen ondan gayrı olmadığından, sevdiklerini Hak’tan gayrı görmemelidirler.

Bütün güzellikler, özellikler ve sevilen herşey O’nun eseridir. Eserini seven de, elbette mü’essirini de seviyor demektir. Bundan dolayı arifler eserle mü’essir-i hakikiyi birbirlerinden asla ayıramazlar. Hz. Musâ aleyhisselama, Tur dağından hitab-ı izzet zuhura geldiği gibi, sevenin sevdiği de kendisi için Tur dağı mesabesindedir. Sevdiğinde gördüğü güzellikler ve özellikler; mahbub ve ma’şuk-u hakikinin onun varlığında, onun vücudunda zuhurudur. Onun için; eserde kalma, mü’essire gel! Esma’da kalma, müsemma’ya gel ! Kelimede kalma, ma’naya gel!

Cürcânî hazretlerini “gayûr” kelimesinin kökeni olan “gayret” için “kişinin kendisine özgü bir şeye başkasının ortak olmasından hoşlanmaması” şeklinde tarif etmektedir. Yine Kuşeyrî’ye göre, Hakk Teâlâ’nın evliyâsı ile olan sünneti (âdeti) şudur: Evliyâ, Hakk’tan başkası ile sükûn ve huzur bulur veya ondan başkasını mülâhaza eder veyahut da gönülleri başka bir şeye yatar ve ona ısınırsa, Allah derhal bunların bu nevi hallerini teşviş (altüst) eder. Evliyâsının kalpleri tekrar ve hâlis olarak kendisinin olana kadar, bu kalpler sükûnet buldukları veya mülâhaza ettikleri veyahut ısındıkları şeyden tamamen ayrılana kadar evliyasını kıskanır. Âdem (a.s.) gibi ki, kendisinin cennette ebedî olduğuna kanaat getirip sükûn bulunca Hakk, gayûr olarak cennetten çıkarmıştı. İbrahim (a.s.) gibi ki, oğlu İsmail (a.s.) hoşuna gidince gayûr olarak ve onu boğazlamayı kendisine emretmiş, böylece İsmail’i İbrahim’in kalbinden çıkarmıştı. “Sonunda ikisi de (Allah’ın emrine) teslim olunca, İbrahim çocuğu yanı üzerine yıktı.” Böylece İbrahim (a.s.) in sırrı ve ruhu İsmail (a.s.) den temizlenip saf hâle gelince Allah, oğlu yerine fidye vermesini emretti. Allah ise Gayûr’dur. Ondan başkasını istemek gayretine dokunur. Bu yüzden onu istediği oğlunu boğazlamakla sınadı. Bu ise kendi nefsiyle ilgili olarak sınanmaktan daha ağır gelir insana. Çünkü nefsi hususunda onunla çekişecek tek şey yine kendi nefsiydi. Küçük bir çabayla nefsinin çabasını, direncini boşa çıkarabilirdi. Ama oğlunu boğazlamakla sınanması böyle değildi, oğlu hususunda onunla çekişecek çok kimse vardı. Bu yüzden bu hususta vereceği mücadele daha da güçlü olacaktı. İbrahim (a.s.) Rabbinden istediği şeyi kurban etmekle sınanınca, sınavın mahiyetini gerçek olarak algılayınca, bizzat tahakkuk etmiş gibi olduğu, yani, hayatta olduğu halde oğlunu kurban etmiş gibi kabul edildiği için, istekte bulunmadığı halde İshak (a.s.) ile müjdelendi. Böylece hem kurban, hem de karşılığı-kurban yerinde durduğu halde- kendisine verilmiş oldu. Diğer bir ifadeyle kazandığı şeyle kendisine hibe edilen şey birlikte sunulmuş oldu. Çünkü kurban etmek istediği oğlu istekte bulunması açısından kazanılmış, kurban edilmek istenmesi açısından da hibe edilmişti. Kurban edilmesi istenmiş değildi. İshak ise hibe edilmişti. [İbn-i Arabî]

Şarâb-ı cür’asından oldu mahmûr
Şarâb-ı ʻaşk içürmiş ana Gayûr

El-Kahir’ül-Gayûr cellecelâlûhû’yu idrâk yolunda bir muammâ bırakalım, giderayak çözüle çözüle aslını bulduracak:

Niçin Cebbâr olur ism-i gayûru
Neden cânın bu cism oldu kubûru
Bu yüzden oldu çün Sâni’ umûru
Tegayyürden bilinmezlik zuhûru  
Birlikten dürür dediği bilsem

Rüyâ Defteri-12

Zikir meclislerinde zuhûr eden kokular, meleklerin iştirâkindendir ve çekilen zikrin lezzetine has kokulardır. Hz. Pir Geylani (ks)
elhak

Allahım! Bize azık olarak zikrini, zenginlik olarak da yakınlığını nasip et.
Hz. Pir Sultan Gavsul Azam Abdulkadir Geylanî (ks)

Yine bir def’a: Ramazân-i şerîfüñ ahır Cum’a gicesi nısfü’l-leylde evrâdum olan ism-i şerîf’e meşgûl iken ke-enne ‘azîz hazretleri karşumda zâhir olup fakîre “Hû” didükde mukâbelede anlar “Hakk” dirler. Yine bundan soñra bir hûb-cemâl oglan. Başında altun tac giyer. Sag kulaguma yapışup ben “Hû” didükçe ol “Hakk” dir. Yine buna mukayyed olmadum. Bu hâtıradur, diyü iltifât itmemek istedüm. Tekrar ‘azîz hazretleri karşumda zâhir olup fakîreye bu vechile hitâb idüp buyurdılar ki: “Bize Ebû’s-su’ûd tefsirin irsâl iden Asiye Hâtûn. Sen ki benüm muhibbem ve mahbûbemsin, tâlibem ve matlûbumsın. Bu gice, ki mübârek Ramazân-ı şerîfüñ ahir Cum’ası nısfül-leyldür, Hakk te’âlânun emr-i şerîfi ve Habîb-i Ekrem (salla’llâhu ‘aleyhi ve sellem) hazretleriniñ mu’cizât-i kesîrül-berekâtı ile İsm-i râbi’ ki, “Hakk”dur, saña iştigâl itmege izin virildi,” diyü buyurdılar. ••• Yine bir def’a: İsm-i şerîfe meşgûl iken fakîre “Hû” didükçe ‘azîz hazretleri “Hakk” diyü buyurdılar. ••• Yine bir defa ism-i şerîfe müdâvemet idüp “Hû” didükçe ke-enne ‘azîz hazretleri zâhir olup buyurdılar ki: “Hakk” di. Hakk’dan buyuruldı.” ••• Ve yine ol gice, Ramazânuñ ahir Cum’a gicesidür, nısfü’lleylden soñra sabâha karîb otururken ke-enne baña didiler ki: “Hakk te’âlâ saña selâm eyledi.” Ammâ kulagıla sadâ işitmek degül, hemân kalbüme ilham oldı. 
CEVÂBÎ MEKTÛB: Bacı kadın, bî-hadd ve lâ-yu’add selâm ve du’âlardan soñra: Allahü te’âlâ mübârek eylesün. Hüccet ve burhân ile ve her vechile hakkuñuz olmış. Bu ‘âsî yüzi karanuñ icâzetine ihtiyacuñuz yok ammâ te’eddüb itmişsiz. Allâhü te’âlâ adabuñuz ziyâde eyleyüp günden güne terakkiñüz ziyâde ola. İcâzet olsun. İsm-i Hakk’ı süresiz. Bu yüzi karayı dahı du’âdan unutmayasız ve’s-selâm.

ruya_defteri_ayrac

Yine bir defa: Ramazan-ı şerifin son Cuma gecesi, geceyarısında evradım olan ismi zikretmekle meşgul iken aziz hazretleri aynen karşımda belirip, fakire “Hu” deyince karşılığında onlar “Hakk” diyorlardı. Yine bundan sonra bir güzel yüzlü oğlan gördüm. Başına bir altın taç takmış. Sağ kulağıma yapışıp ben “Hu” dedikçe o “Hakk” diyor. Bunu da pek ciddiye almadım. Zihin oyunudur, diye yüz vermemek istedim, ama aziz hazretleri tekrar karşımda belirip fakîreye şöyle hitap ettiler: “Bize Ebu’s-suud tefsirini gönderen Asiye Hatun. Sen ki benim sevenim ve sevdiğim, isteyenim ve istediğimsin. Bu gece, ki Ramazan-ı şerifin son Cuma’sının gece yarısıdır, Hakk tealanın emri ve Peygamber (s.a.s.) hazretlerinin bol bereketli mucizeleri ile, dördüncü isim olan “Hakk”ı zikre sana izin verildi.”
***
Yine bir defa: İsm-i şerife devam ederken fakire “Hu” dedikçe aziz hazretleri “Hakk” buyurdular.
***
Yine bir defa ism-i şerife devamla “Hu” dedikçe sanki aziz hazretleri görünüp “Hakk de. Hakk’tan buyruldu.” buyurdular.
***
Ve yine o gece, Ramazan’ın son Cuma gecesi, gece yarısından sonra sabaha yakın otururken bana sanki “Hakk teala sana selam eyledi” dediler. Ama kulakla ses işitmek gibi değil, adeta kalbime ilham oldu.

seyh_efendi1

Mektubun cevabı: “Halife Mehmet Dede’den Asiye Hatun’a”

Bacı kadın, sınırsız ve sayısız selam ve dualardan sonra: Allahü teala mübarek etsin. Her türlü kanıt ile hakkınız olmuş her açıdan. Bu asi, yüzü karanın iznine ihtiyacınız yok ama edeplilik göstermişsiniz. Allahü teala edebinizi artırsın ve ilerlemeniz günden güne çoğalsın. Bu size izin olsun, Hakk ismini sürün. Bu yüzü karayı da dualarınızda hatırlayın vesselam.

Huuu

* Son rüyâ mektubunda görüşmek üzere hoşça bakın zatınıza efendim…