Ekmeğimden yiyen

Mâ sûfiyân-ı râhîm mâ tabla-hâr-ı şâhîm
Pâyende-dâr yârab în kâserâ vu hanrâ

Biz vahdet yoluna düşmüş sûfileriz. Biz pâdişahın sofrasına oturmuşuz; Hakk’ın nimetini yiyenleriz biz. Yarabbî, şu kâseyi, şu sofrayı, nîmeti ebedî kıl, bir ucu cennete varan, şükrü edâ edilmiş sofralardan eyle…

attar_hikaye

Getirir yerine vallâhi tuz ekmek hakkın
Ekmek isterse yarama ol yâr nemek

Tuz ekmek, nân u nemek hakkı için, merd insanların vefâsı hakkı için bir hikâyet idelim hele şöyle…

Birbirlerini tanımayan iki kişi bir münasebetle birbirlerinin ekmeklerini, yemeklerini yerler. Aynı sofradan alınan nasiple ikram edilenin minneti, onlara bütün bir ömür unutulmayacak samimiyetin ve dostluğun kapılarını açar. Bu samimiyet ve dostluk onları “bir kalp” yapar. Artık birbirlerine kötülük edemezler. Karşılıklı itimadın ve civanmertliğin asil bir örneği olan bu ruh ve fikir birliği bir “yemin” hükmünde ve değerindeki hüviyetiyle kutsallaşır. Tuz ve ekmek her ikisinin de insanın muhtaç olduğu temel gıdalar olmasından kaynaklanmalı “nân u nemek” (tuz ve ekmek) Türkler ve İranlılar arasında azîz kabul edilir, bir insanın biraz tuz ve bir parça ekmek kadar küçük bir iyilik görmüş olsa dahi o iyiliğin yüceliğini ve değerini vurgulamak için kullanılırdı. İbârede tuz ve ekmek kelimelerinin hem Türkçesi hem de Farsçasına yer verilmiş olup “nân u nemek hakkına” (tuz ve ekmek hakkı için) ifadesi ‘Allah hakkı için’ gibi bir ant verme şekli olarak kullanılmıştır.

Temsîlî Hikâye

Zâmanın birinde, hîlekâr bir hırsız, azılı bir eşkıyâ var idi. İşte bu hırsız, zavallı bir adamcağızı yakaladı, elini kolunu sıkıca bağlayıp evine götürdü. Başını kesmek için kılıcını almaya gitti. Tam o sırada hırsızın karısı, insâfa gelip tutukluya bir parçacık ekmek verdi. Hırsız, elinde kılıcıyla nefes nefese evine döndüğünde gördü ki, adamın elinde ekmek var. Hemen sordu: “Bre sefil, kim verdi sana bu ekmeği?” Adam: “İnan bu ekmeği bana sizin zevceniz verdi”

Bu cevabı duyar duymaz derhal bıraktı elindeki kılıcı: “Seni öldürmek bana haram oldu” dedi. “Çünkü soframdan yemek yiyene, bizim ekmeğimizden yiyene kılıç çekemeyiz. Ekmeğimizi yiyenden canımızı esirgeyemeyiz. Hal böyleyken nasıl olur da canına kıyar, kanını dökerim?”

Ey yüceler yücesi Rabbim, beni yaratanım! Bu yola girdim gireli, dünyaya geldim geleli senin sofrandayım, senin ekmeğinden, sayısız nimetlerinden yeyip duruyorum. Bir kimse, birinin ekmeğinden yedi mi, ona hakkı geçer; sofra sahibi de onun hakkına riayet eder. Sense binlerce cömertlik denizinin sahibisin, minnet ve şükranla senin ekmeğini çok yedim, hakkımı gözet.

Vâr idi bir merdum-i ehl-i nazar
Dâimâ eyler idi her yana sefer

Âna bir ayyâr hîlet eyledi
Hanesine ânı da’vet eyledi

Da’vete idüb icâbet ol fakîr
Vardı ayyâr ile ol saf zamîr

Vardı ayyârın evine kıldı makâm
Kıldı onunla biraz sûk-u kelâm

Gitdi ol ayyâr tığın almağa
Ol fakîrin gerdânına çalmağa

Ol gidince avradı onun hemân
Sundu destine onun bir pâre nân

Geldi ayyar elde tığ-ı âbu-dâr
Gördü mihmânın elinde nânı var

Dedi kim kanden durur sana bu nân
Dedi kim verdi ayalin ey fülan

Bu sözü ayyar gûş itti temâm
Dedi kim kanın bana oldu harâm

Aramızda çünkü oldu hak-ı nân
Dahi öldürmek seni olur ziyân

Kim bizim her kim ki yedi nânımız
Pes diriğ olunmaz ondan cânımız

Hâlıkâ kıl bize lütf u ref’etin
Kim yedik hânende nân u ni’metin

Ekmeğin yiyene bir ayyâr-ı kâr
Tâ bu resme olur imiş hak-güzâr

Ey âlemlerin Rabbi! Acizim, mahrumiyet içinde, kanlara gark oldum, karada gemi yüzdürdüm, yıllar var ki boşa kürek çektim. Elimi tut, feryâdıma yetiş! Daha ne vakte kadar tıpkı bir sinek gibi ellerimi başıma koymuş durayım, çaresizlik  içinde bekleyeyim? Ey suçları bağışlayan, bana af dilemesini öğreten Rabbim! Bunca yandım… bin türlü tutuşup yanmadayım, niçin beni daha da yakmak istiyorsun?

Sana karşı mahcûbum, içim kan ağlıyor. Hararetinle kanım kaynamada… adamlıktan dışarı ne işler ettim… ört onları Yâ Rabbi! Ben gafletle yüzlerce günah ettim sense yüzlerce kat rahmetinle karşıladın.

Ey pâdişâhım! ben zavallı, yoksul kula lûtfedip nazar eyle… Kötülüklerimi gördüysen de onlar geldi geçti… onlara bakma da aczime, feryâdıma bak! Bilemedim, yanıldım… Sen bağışla. Şu hasta canıma, şu dertli gönlüme acı; affet. Gözlerim utancından aşikâre ağlamıyor, yaş dökmüyorsa da canım gizlice, senin sevdanla zari zari ağlamada.

Ey Yaradanım, hayır ve şer ne yaptımsa, hepsini de kendime göre hesaplayarak yaptım! Niyetimin bayağılığını hoşgör, küstahlıklarımı da bağışla!

Cüzüm ben. Sensiz hep eksiğim, lütfet de bana bir bak, bana bir bakarsan işte o zaman iltifâtınla eksiklerim temam, cüzzüm küll olur. Bir kerecik şu kanlarla dolu gönlüme bak… bütün bu dertlerden, musibetlerden çek çıkar. Kurtar beni! Bir kerecik, “Benim adam olmayan kulum” deyiversen kimsecikler izimin tozuna erişmez. Ben kim oluyorum ki, sana karşı adam olacak, adamlık taslayacağım. Senin kulun olayım da adam olmayan kulun olayım bu da yeter bana! Nasıl olur da ben, senin yüzü kara kulunum diyebilirim? Ben senin köpeğinin yanında bile yüzü kara kesilmişim. Belimde senin kulluk kemerin. Habeşli köleler gibi senin dağınla dağlandım, senin kulun olduğuma nişânem var. *** Senin yüzü kara kulun değilsem, neden bu devlete erdim, neden makbul oldum ya? Sana yüzü kara bir kulum ya ondan gözüm gönlüm aydın!

Kimde kim aşkın nişânı var durur
Âkıbet ma’şûka ânı irgürür

Kulluk nişânesi (bâtın) taşıyan bu kulu satma… bilakis kulağıma bir de kulluk halkası (zâhir) tak!

Ey eşi benzeri olmayan Sultânım, bu bir avuç topraktan ibâret olan yoksula lûtfettiğin hil’atler, sırf senin ihsanının feyz ve ikramının bolluğundandır. Rabbim, efendim, sahibim, ihsanından kimse ümit kesmez, mahrum kalmaz… Kulağıma taktığın halka, vücuduma vurduğun kulluk mührü ebediyyen yeter… bunlar kâfidir bana!

Kimin yüreğinde Allah derdi var da bu dertten hoşnut değilse, neşe yüzü görmesin… Böylesi senin adamın değildir.

Ey derdime derman olan Allahım! Bana bir zerre dert ver, bir âh ver, senin derdin olmazsa canım ölür gider. Kâfire küfür gerek, dindara din. Attâr’ın gönlüne ise derdinden bir zerre!

Yâ Rabbî, ey benim Rabbim, Yarabbi deyişlerimi bilir, duyarsın… geceleri ettiğim ahlarda, çektiğim yaslarda benimlesin. Mâtemim haddi aştı… bana katından bir neşe, bir sevinç gönder… karanlıklar içindeyim, nurundan bir nur yolla! Bu yasta sen yardımcım ol… kimsem yok; elimden sen tut! Bana İslam nurundan bir lezzet ver… karanlıklığa ait nefsimi yok ediver gitsin!

Bir gölge içinde kaybolmuş bir zerreciğim. Varlıktan bir sermâyem yok! O güneşe benzer yüceliğinden istemekteyim… belki o parıltıdan bana da birazcık ışık gelir diye… Başı dönmüş zerre gibi sıçrar; el çırpar, neşelenirim! Artık buradan çıkayım… Önümdeki o aydınlık âleme dalayım… Can boğaza gelmeden, son nefesimden önce ne çeşit olursa olsun, bir gönlüm vardı, bana yoldaşlık ederdi. Fakat can verirken senden başka kimsem yok… Son nefeste canıma sen yoldaş ol! Yerim benden hâli kalınca yoldaşım olmazsan vay bana, vaylar bana!

Ümîdim var, elbette bana refakat edersin… dilersen kâdirsin, lûtfedersen eğer, elbette edersin…

*** Eskiden hürlerden ayrılıp kölelerin belli olması için dağlandıkları anlaşılıyor. Aynı zamanda kölelerin kulaklarına halka geçirmek adeti var imiş. Hatta bu yüzden Bektâşî mücerretleriyle, Kalenderi, Haydari gibi bazı yollarda Ehl-i Beytin kulu kölesi olduğuna alamet olmak üzere dervişlerin kulaklarına küpe takması adetti.

Sen ki bahr-i cûd’sun ey pâdîşâh
Hem Kerîm u hem Rahîm u hem İlâh

Kıl bize lütfun mu’în ey Müsteân
Koyma kim bu hasret ile çıka cân

Son nefeste rahmetin kıl yoldaşım
Vaslın âbı ile söndür âteşim

Bende yâ Râb hadden artuktur zünûb
Gam değil senin içün Ğaffar ez-zünûb

Gerçi isyânda tecasür kılmışam
Sen bağışla kim itdiğümü bilmişem

Gerçi gafletden ben itdüm bin günâh
Sen ivaz kıl âna rahmün yâ İlâh

Sen O Sultânsın ki senden umaram
Kim ola kim Yezdânu senden kerem

Eyledimse cürmü, cehlimdendir ol
Kim didin bize zalûmun hem cehûl*
[33:72]

Sen çü âlimsin kamû ef’âlime*
Sen eğer rahm etmesen vây hâlime
[16:28]

Ağlamazsa gözlerim ger âşikâr
Cânım ağlar şevk ile zârı zâr

Yâ ilâhî yahşi kıldım ger yamân
Ânı kendi kendime kıldım hemân

Afv kıl kim bilmişem taksîrimi
Kahr ile kılma şehâ takdîrimi

Afv kıl bu dûn-himmet’liklerim
Cehl ile bu bî-hamiyyetlik’lerim

Yâ İlâhî, nefsin elinden el-amân
Yine kendi o kul kim yahşi yamân

Gösterib lütfunla bir râh-ı menâs
Bu keşâkeş’den beni eyle halâs

Gerçi hâr’ım sen beni gül eylegil
Nîm-cüz’üm sen beni kül eylegil

Bende kim yâ Rab senin ben rû-siyâh
Sen kulum disen olurum pâdişâh

Ben kimem kim sana kulluk arz idem
Kendimi bir yahşî âdem arz idem

Bu yeter kim sana her kim oldu kul
Kulluğuna ol beni ide kabûl

Hind-i dilem yâ Rab beni Rûmî dil it
Müdbir’im lütuf eyle nâmım mukbil it

Hiç senden kimse mahrûm olmadı
Yahşîlerden hiç yamanlık kalmadı

Derdin ile her kim ol hoş-dil değil
Olmasun hoş, bende-i mukbil değil

Zerrece derdi it bizim dermânımız
Tâ ki derdin ile hoş olsun cânımız

Hazreti Attâr ol şirîn makâl
Hoş buyurmuştur bu beyt-i hasb-i hâl

کفر کافر را و دین دین‌دار را
ذرهٔ دردت دل عطار را
Küfr-i kâfir râ vû dîn dindâri râ
Zerre-i derdet dili Attâri râ

Kafire küfrü var ve hem dindara dini
Attarın gönlüneyse derdinin bir zerresini

Dâima eyle Fedâyi’ye karîn
Derd-i aşkın yâ ilâhe’l âlemîn

Ey benim ahvâlime nâzır olan
Gîceler feryâdıma hâzır olan

Geçdi hadden mâtemüm bir sürûr vir
Zulmet içre kalmışam bir nûr vir

Pây-i merdüm yine sen olgıl hemîn
Destgîrim yine sen ol yâ Muîn

Nefs zulmetinden evvel fâik it
Nûr-i îmân lezzetinden zâik it

Sâyede bir zâyi’ olmuş zerreyem
Varlığım yok belki yokdan dahi kem

Âfitâb-ı rahmetinden sâilem
Zerre-i bir lem’a bulsam kâilem

Zerrelerle karışub cür’et idem
Afitâb-ı hazrete doğru gidem

Cân ile tâ zinde iken bu kafes
İrişüb feryâdıma elbette kes

Cân çıkub ol dem ki ten ola harâb
Kabirde bir ben kalam bir de turâb

Vây eger ol demde hem-râh olmasan
Hâl-i düşvâr’ımdan âgâh olmasan

Umaram yoldaş idesin rahmetin
Bilürem zîrâ kim vardır kudretin

Cân çıkınca senden özge yok kes’im
Tâ ki çağırdukda gûş ide sesim

Yâ Rab ol demde budur bana heves
Bana yoldaş olasın ahîr nefes

Bir kişi kim Hakk’ı sevse Hakk’ı söyler dâimâ
Sâhib-i irfân olup ol âkıbet mağfûr olur
Tuz-ekmek hakkı, paylaştığımız hoş zamanların hakkı, söyletilen güzel sözlerin hakkına, bir fatiha ihsan idip hazreti nâzımın ruhuna, her hak sahibinin hakkını gözetip hoşça bakasınız zâtınıza.

Gûş eyle bu nasîhati
Bulasın sen de râhatı
Tuz ekmek yediğin yere
Etme sakın hıyâneti

Hakk’ı her şeyde sezeriz

Melâmî, Bayramî mürşîd-i âlilerinden Osman Kemâli Hazretleri‘nin  (v. 1954) bir garîb îtirafnâmesidir:etmedim

Nâre yanıp aşk-ı pâkinden ferâgat etmedim
Mahvolup cânân yolunda cânâ rağbet etmedim

Kesmedim ümmîd vaslından, kesildi her emel
Havf-ı firkatte kalıp nâdâna minnet etmedim

Çektim el benden, bana benlik veren bildimki Sen,
Benliğimde kaldığımca zerre rahat etmedim

Bir zaman sen, ben, gönül, sevdâ, elem, derd var idi
Hiçbirinden bir zaman kalben şikâyet etmedim

Zu’m-i zâhiddir mükâfat ü mücâzat-i ibâd
Bilmedim havf ü recâ zanna ibâdet etmedim

Hâmil-i bâr-ı emânet olduğum günden beri
Hamdülillâh âcizim da’va-yı kudret etmedim

Sa’yisiz kalmış fakir, erbâb-ı sa’y olmuş gâni
Bu fikir belki cünûndur öyle cinnet etmedim

Bî-şerîk bir mülkte mümkün mü da’va-yı vücûd
Düşmedim şirk-i vücûda öyle gaflet etmedim

Zevk u ekdâr-ı cihânı serbeser gördüm velî
Hiç biriyle kalmadım nefse sahabet etmedim

Elde her nem var ise fazl u rezaletten eser
Anlamam fazlı KEMÂLİ sarf-ı himmet etmedim

Türlü dünya dertleri ile ateşten gömlek giydimse de tertemiz aşkından sarf-ı nazar etmedim, sevginden vazgeçmedim. Sana kavuşma yolunda, beşerî zaaflardan kurtulup bütün iş ve davranışlarımda Senin küllî irâdene teslim olarak benlikten geçtim, nefsime rağbet etmedim, onun isteklerine yüz vermedim.

Gönlümde yaşattığım ve gelecekte gerçekleşmesini istediğim arzularımdan vazgeçtimse de sana kavuşma ümidinden hiç vazgeçmedim. Ayrılık  endişesiyle korkarak câhillere, nobranlara el açıp, dil döküp onların iyiliği altında ezilmedim, kendimi borçlu hissettirmedim.

Kendi nefsimden ilgimi kesip, sarf-ı nazar edip öz varlığımın Sen’den olduğunu bildim zîrâ benlik iddiasında bulunduğum sürece zerre rahat etmedim. Bu yolu bilmezden evvel kesret aleminde Sen, ben, gönül, sevdâ, elem ve dert ile meşgul oldumsa da bunlara dair de içimden hiç şikâyet etmedim.

Kulluk (ibadet) mükafatı da, cezası da gerçekte zahidin boş, anlamsız zu’mundan, zannından ibarettir. Havf (korku) ve recâ (ümit) bilmediğim için yani mükâfat beklentim ceza korkum olmadığından ibadetimde herhangi şeyin zannı da yoktur. (İbadet tevhide aittir. Ancak bunun önüne sonuna ceza ve ödül endişesi beklentisi konulursa tevhide aykırılı olur. Yani ikilik ve ikirciklilik ortaya çıkar. Bu hal kulu nihayet kendi zannına yani düalizme kulluğa götürür. “‘Ene ‘ınde zanni abdî bî” diye bir hadis-i şerîf. Ben kulumun zannı üzereyim buyuruyor Cenab-ı Mevlâ. Erbab-ı Hakk herhalde bu zandan da berî. Onlar sâdece Hakk ile Hakk olarak ibadeti aslî yerine raci kılarlar. Bu beyit aslında “Mü’min havf u reca, korku ve ümit arasında olur” hakikatine muhalif imiş gibi duruyor. Lakin, “Ey îmân edenler, Allah’a olması gerektiği gibi îmân ediniz” sırrındaki îmân-ı tahkikî ve ubûdiyyet, bu hâl ve makam sahipleri için korkuyu da ümidi de ortadan kaldırır. Onlar sâdece cemâl-i ilâhîye müştaktır. Mevlâ bizi de kulluğun mükâfât ve mücâzât kaygısından halâs olup zâtı ile hemhâl olunmuş makamını, kendi dilinden anlama ikramını ihsan buyursun.)

Bu can yükü tende olduğundan, imân emanetiyle mükellef olduğumdan beri Allah’a şükürler olsun ki güçsüz, kudretsiz, zayıf bir kimseyim. Kuvvet, güç, iktidar, yetenek bendedir, fail benim gibi bir iddiam olmadı hiç. Fakirler çalışıp emek sarfetmez olmuş, gayret edip çalışanlar ise zengin olmuş. Böylesi bir düşünce insanı çıldırtabilir, Biz bu meseleye akıl sır ermez deyip o yoldan gitmedik. (Bu beyit Efendimizin “Eğer siz Allah’a hakkıyla tevekkül etseydiniz, kuşların sabah aç çıkıp akşam tok döndüğü gibi sizi rızklandırırdı” hadis-i şerifinin bir zuhûrâtıdır. Fakr ve gınayı sadece sa’y’e, çalışmaya yani sebebe hasretmek, müsebbibü’l-esbâbı unutmak şüphesiz en büyük cünûndur. Cünun malumunuz örtmek anlamına gelen cenne kökünden gelir. Aklın örtüldüğu hâldir. Ehl-i Hakk, tevekkülün ötesinde sahib-i tevfiz olurlar. Tüm işlerini Hakk’a tevdi etmiştir. Tevhid-i efal sırrı ile cümle fiilin yegâne fâilinin Hakk olduğunun idrakıyla sebeblere takılıp kalmaz. Belki ubudiyyeti icabı zahiren sebeb ile alakadar imiş görünür lâkin hiçbir sebebe, masivaya gönlünü bağlamaz. Allahu a’lem bi’s-savab.)

İdaresinde ortağı olmayan şu kâinatta, beş duyu ile bilinen, hissedilen âlemde “varlığım bendendir” iddiasında bulunmak ne mümkün. Varlık konusunda Allah’a eş ve ortak koşma gibi bir gaflete düşmedim. Bu cihanın tüm zevk ve kederlerinin tümünü gördümse de bunların hiçbirine takılmadım, nefsimi arka çıkarak sahiplenmedim.

Üzerimde gerek fazilet gerek rezalet bahsinden her ne alamet varsa hepsinden geçmişim üzerlerine düşüp bunlar için de ciddi gayret göstermedim.

Cemâline edip insanı mir’at, kemâl-i hüsnünü seyran eden Dost’un, Osman Kemâli Efendi Hazretimin(himmetleri üzerimize olsun) dilinden zuhur eden işbu mânâsı ile cümle ehibbâya ta’zim ve muhabbetle selâm olsun efendim.

Her gün.âh ile irtibâtımız

Azîz üstâdım,
Günler var ki “Günahla irtibatı kesilen iman, kemâle eremez.” çığlığı nefs/ruh arasında bir yankı bulmaksızın gidip gelir.Bize bu manayı aralasanız, gönlünüze doğandan mahrum etmeseniz fakîri? İllâ hû

Bir makamdan: Âmiş Efendi hulefâsından Tevfik Efendi hazretleri buyurmuşlar ki: “Kayseri’den İstanbul a geldim. Sadece İsm-i Gaffâr tecelli etsin diye iki sefer sinemaya gittim.” Meğer başka bir günahı yokmuş hazretin… Hakikkatte Allah, acıkma gibi bir duygu verip kullarını rızka muhtaç etmiş, er-Rezzâk olduğunu göstermiş ve bizi bu yolla da kendisine bağlamış. Biz de kul olarak bütün ihtiyaçlarımızı O’ndan istemiş, O’nu Rezzak olarak bilmiş, gerçek anlamda rızık verici olarak O’nu tanımışız. Demek ki, Rezzak ismi, acıkmamızı gerektiriyor. Aynı şekilde, biz günahkârız, Allah bağışlayandır. Biz hata işliyoruz, Allah affedendir. Biz isyana kapılıyoruz, Allah mağfiret edendir. Biz tövbe ediyoruz, Allah tövbemizi kabul edendir. Allah Gafûr’dur, Afuvv’dur, Gaffâr’dır, Tevvâb’dır. İşlediğimiz günahlar bizi Allah’ın bu isimlerine götürüyor, bizi O’na yöneltiyor. Böylece Allah’ı Gafûr ve Gaffâr isimleriyle de tanımış oluyoruz. Gaffâr ismi günahların vücudunu ve Settâr ismi kusurların bulunmasını iktiza ediyor. Açıkçası, günah işlenecek ki Allah’ın Gaffâr ismi tecelli etsin; kusur edilsin, hata yapılsın ki, Allah da kulunun kusurunu yüzüne vurmayıp örterek Settâr olduğunu göstersin. “… Şüphesiz, Allah çok tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever.” [Bakara:222] Yalnız bunu günaha bahane değil aczimizi beyanla tevbeye bahane olarak bilmek icâb eder efendim…

Başka bir makamdan: Malûmunuz Risâletpenâh hazretleri “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki; Eğer siz, günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder günah işleyen bir toplum yaratırdı. Onlar istiğfar ederler, Allah da onların günahlarını bağışlardı” buyurmuşlardır. Bu meşhur hadis-i şerif günahsızlığı değil tevbeyi önceler. İman artmaz eksilmez ama kemâl bulur. İmânın kemâli de kulun kendini tümden Huzur ı Hakk’ta yok bilip mahvolmasıdır. Günahın ardındaki tevbe kulun kendi varlığını, fiilini mahv ederek Hakkı var ve bir kabul etmesidir. Attar bunu Esrarnâme’de izâh ederken; “Muhsinlerin işi zordur çünkü onlar taatle diridirler. Dirinin ayağı her an kayabilir. Oysa mücrim, cürmünün farkında ise faniliğini daha kolay idrak eder ve bu hal ile Hakk’a en yakın haldedir” der. Sizin sualinizdeki söz marifet ehline ait olsa gerek. Marifet sahibi bu yazılanlardan ötesini de bize duyurur. İmanın hakikisi mü’minin günah ve sevap endişesinden geçmekle her ikisini de varlık alameti görerek Allah’tan haya etmesidir. Bu Hazret i Peygamberin Hakk’tan haya etmesinin bir zerresidir ki din ve sâfâ arzusu o hayâdan ve hayâ sahibinden gelir bize. Şu halde iman ettim demek bile marifet ehline göre hatadır. Çünkü bir iman eden bir de iman edilen oldukta ikilik meydana çıkar. Oysa iman birliktir.

Birlik eyle bir ile gel birliğe
İkilikte dem-be-dem savaş olur

Bundan olsa gerek Aleyhisselam efendimiz günde yüz kere istiğfar ederlermiş. Cenab-ı Mevlânâ’nın ise virdi sadece “estağfirullah el-azîm” imiş. Yalnız bu bahis bazı mistikler ile luciferian dinince de istismar edilmektedir. Ehl-i marifetin bu sözünü halktan saklamak gerekir. Nitekim luciferyanlar günah insanı olgunlaştırdığı için elzem deyip günahı çoğaltırlar. Oysa marifet ehli sevap-günah endişesini varlık kabul edip her istiğfar ederler. Gönlümden geçenler bunlar hocam. inşallah ruberu oldukta sohbet ederiz. Hata ettim ise affola. İyi söz Hakkın yanlış söz benim. Hürmetler ederim.

Diğer bir makamdan: Muhterem efendim. Bendeniz bu “günahla irtibatı kesilen iman kemale ermez” sözünü ilk defa Onur Ünlü isimli yönetmenin bir filminde duydum. Tabii filmde yönetmen bunu gayet nefs ve hevasina münasip yorumlamış. Sizin tefekkür çilenizin yanından dahi geçmeden zahiri manayı “günah işle bir şey olmaz!” kolaycılığı ile yansıtmış. Gariptir, İbn-i Arabi hazretlerinin eserlerinde geçtiği söylenen bu söz fakirin dikkatini hiç çekmemişti daha evvel. Bunu nasıl anlayalım derseniz; zannederim “günahla irtibat”tan kasıt, günah fikri ile irtibat olsa gerek günah fiili ile değil. Yani kişinin ameline, ibadetine, zühd ü takvâsına itimât ile kendisini günahsız addetmesi hâli… Kendi nefsini tebyiz edip, nefsine günah ihtimalini dahî yakıştırmaması. Bu hâl takdir buyurursunuz ki bırakın imanın kemaline mâni olmayı, imanın zevaline sebebiyet verir maazallah. Bir diğer ciheti de; “hasenatu’l-ebrar, seyyiati’l-mukarrabin” hakikati olsa gerek. Ebrar için hasenat olan bazı ameller, mukarrabin için günah mesabesindedir. Bu da ehlinin her daim günah fikri ile tevbe ve istiğfara yapışma vesilesi olsa gerek. Ve dahî malumunuz en büyük günah vücudunuz, yani varlığınızdır buyurmuş Resulullah efendimiz. Varlığın his alemindeki zuhuru nefistir. Kişi nefsin hangi mertebesine gelmiş olursa olsun, nefs-i emmârenin bir ciheti ile tehdidi altındadır. Bu bağlamda nefsi ile gaflet manasında irtibatını kesen, nefsine ziyadesiyle güvenen kimse de imanın kemalinden mahrum kalma ihtimalindedir sanki… Allahul alem bissavab (En doğrusunu ancak Allah bilir)

Başka makamdan: Günah bulunulan seviyeye göre değişir kimine kumar, kimine zinâ günahken kimine gaflet dahi günahtır. Günah da bulunulan makama göre olduğundan o seviyenin bir altındaki duruş dahi bizatihi günah olacaktır. O makamın kemali de haliyle bulunulan seviyenin bir üstü. Yoksa o sizdeki çığlık herkesi nefs-i levvame’ye mahkum kılardı. Gerçek kemal nedir diye sorarsan onun da cevabı şudur ki bizler için her hedefin mutlaka daha da ötesi vardır. İnşirah suresi 7. ayeti bunu söyler “Öyleyse bir işi bitirince diğerine giriş” meâlinde. Menzile daha çok var, artan bir cehd ü gayret ile yürümeye devam vesselam.

Diğer bir makamdan: Fakîr’e göre, kemâl-i îmân “tahkîk” ve “şuhûd”dan ibârettir…”Huzûr”da olan vâlih ü hayrân olur…Nasıl günâh işlesin…Olsa olsa “Huzûr”da olmayanlar onun mestâneliğin günâha teşbîh eder…Hû…

varlik_gunahi

Dilâ mahşerde tuhfe hazrete rû-yı siyâhum var
Günahkârem hakîrem rahmeti çok bir İlâhum var
Egerçi ‘abd-i ‘âsiyem velî lutf ıssı şâhum var
Günâhum çok ise ne gam anun gibi penâhum var
Vücudumdur günâhum ol sebebden her gün âhum var
Vücudum üstine hergiz kıyâs itmem günâhum var

İlâhî lutf idüp kurtar beni benlik hicâbından
Halâs eyle beni benlik su’âlinden cevâbından
Cehennem dahi korkar yâ Rab ikilik ‘azâbından
Geçür kendümden içür bana lutf it Vahdet âbından
Vücudumdur günâhum ol sebebden her gün âhum var
Vücudum üstine hergiz kıyâs itmem günâhum var

Murâdum Hak’dan oldur kim ne cism olsun ne cân olsun
Aradan ben gidem bâki ol Rabbü’l-müste’ân olsun
Dimişler ‘âşık olan bî-murâd u bî-nişân olsun
Ne haddi yâre dimek ol falân olsun filân olsun
Vücudumdur günâhum ol sebebden her gün âhum var
Vücudum üstine hergiz kıyâs itmem günâhum var

Yüri ta’n itme ey sôfi ele her dem cefâyı ko
‘İbâdet ehli ol takva ile zerk u riyâyı ko
Tarik-ı ‘âşk-ı Hakk’a sâlik ol nefs ü hevâyı ko
Bekâ Hakk’undur ancak sen fenân iste bekâyı ko
Vücudumdur günâhum ol sebebden her gün âhum var
Vücudum üstine hergiz kıyâs itmem günâhum var

Günâh ü küfrden pâk olmak âsândur kişi bilgil
Velî benlik günâhından halâs olmak durur müşkil
Enaniyyetle vuslat olmaz cehd eylesen bin yıl
Fenâ oldu Hüsâm kendünden el çek Hakk’ı bâki bil
Vücudumdur günâhum ol sebebden her gün âhum var
Vücudum üstine hergiz kıyâs itmem günâhum var

“Sen hele kirinden nedâmet getir” buyurdu erenlerim “kim O’nun ağarttığından daha temiz olabilir ki?

Tevbeyi sadece günahkârların yapacağını sanmak büyük bir hatadır. Kimi her gün.âhından, kimi gafletinden, kimi bütün boş işlerden, kimi ibâdetine güvenmenin verdiği aldatıcı gururdan, kimi de bizzat tevbesinden tevbe eder. Kulun yaratılış gayesinin farkına varması ve bu ulvî gâye ile yaşadıkları arasındaki çelişkiyi kaldırmaya çalışması tevbenin ta kendisidir.

Derviş, beden ve ruh, akıl ve kalp bütünlüğüne ermiş, tam bir insandır… “bir lokma bir hırka” ezberine indirgenmiş biri değildir. Hayatın içinde yer alır, yaşadıklarından kalbine tesir eden fiillerin sahibi olmayı yeğler… tabii ki, zaman gelir düşer ama düştüğü yerden kalkmayı da bilir… çünkü o, “Eğer siz hiç günah işlememiş olsaydınız, Allah sizi helak eder, yerinize günah işleyip sonra tövbe eden kimseleri yaratırdı…” hadîs-i şerif’inin içinde yaşar… bu mânâda tövbe kapısında geçen bir ömür demektir dervişlik…

Kulun hiçbir ayıbı, Allah’ın bağışlayıcılığından büyük olamaz!
Kulun hiçbir dileği, Allah’ın kudretini ve lütufkârlığını aşamaz!
Kulun hiçbir beklentisinin, Allah’ın cömertliğinin yanında esamisi okunmaz.
Kulun gönlüne düşen hiçbir güzellik, Allah’ın kulu için murad ettiğinden gayrı değildir.

Yâ Afüvv, biz, bize yakışan kusuru işledik; sıra, sana yakışanın senden zuhur etmesinde…

Adın koydular bu nutkun “Her gün.âh ile irtibâtımız” yâ niçün?

Benlik “ben”ini var sanmak…
Senin benliğin en büyük günah…
Âhsız geçen günlerindir sana günah!

Açtığınız kapılar, kurduğunuz köprüler ile ikram ettiğiniz lâtif mânâlar için müteşekkiriz, Mevlam ilminizi, fehminizi, idrakinizi, rüşdünüzü artırsın; nurunuzu tamamlasın, en sevdiğiyle bu cihanda o cihanda bir eylesin efendim, hû…