Tokadîzâde Şekib Bey

Tokadîzâde Şekib Bey (1871-1932)
“Nâsût âleminde yaşadığımızı düşünemeyen” ve devamlı şekilde “bir âlem-i melekût arayan” bir garip âşık, ilk çocuğunu küçük yaşta kaybettikten sonra tifoya tutulup ölen ikinci çocuğu Nâsır’ın acısına dayanamayarak aynı gün idâm-ı nefs eyleyen bir dertli şâir’den sızanlar:

kabe_gonul
Huzûr-ı Hilkatte (1925)
Bitsin bu belâlı râh Rabbım,
Artık yeter âh ü vâh Rabbım!
Pek güç bu dikenli yolda gezmek
Yokmuş yaşamakta neşve gerçek…
Senden ararız penâh Rabbım
Ettin bizi pek tebâh Rabbım
Yokluk bize en büyük saâdet
Varlık senin olsun âh Rabbım!
Dünyâda nedir zavallı insân?
Bir hiç ki bî-huzûr u nâlân
Bir hiç ki muztarib, meded-hâh
Ümmîd ile dâimâ der: Allâh…
Hayfâ ki bulur hayâtı pâyân
Bin derd ile âşikâr u pinhân;
İnsanları sensin, eyleyen sen
Akliyle pür-ıztırar-ı tuğyan
Bıktım yaşamaktan âh, sad âh,
Yâ Rab, ne uzun şu ömr-i kütâh,
Müncî bize bir O’dur, bu mâlûm
Olsun diyemem adem de ma’dûm
Varlık nedir anladım ben eyvâh
Bak her nefesin bir âh-ı cangâh,
Verseydin eğer beka hayâta
Bilmem ne olurdu hâlim Allâh!

Gönlüm

Mukaddestir temâsîl-i sivâdan dûr olan gönlüm
Tecellî-zâr-ı Mevlâ’dır fezâ-yı nûr olan gönlüm

Semâvî bir cihânın Kâbe-i vîrânıdır el-hak
Cenâb-ı Hakk’a her dem nâzır u manzûr olan gönlüm

Onun ezvâkı sığmaz akla, bir mest-i ilâhîdir
Benim nâlân-ı derd-i aşk iken mesrûr olan gönlüm

Tecellî-saz eder her pâresinden vech-i bâkiye
Yed-i kudrette bir âyine-i meksûr olan gönlüm

Olur her âh-ı pür-sûzuyle ehl-i hâle vech-âver
Harîm-i aşkta hem nâle-i Mansûr olan gönlüm

Değildir âşinâ remz-i celîl-i “len terânî”ye
Kelîm-i aşk için vuslat-nümâ bir Tûr olan gönlüm

Ne âlî-câhtır şâhâna arz-ı iftihâr etmez
Benim dergâh-ı Mevlânâ’da kemter mûr olan gönlüm

Yolları ne var ayrı ise! Hep sana âşık!

İnsanoğlunun en doğal, en içten sesidir şiir. Hakikate ve kendi özümüze yakın olabilmek için şiir. Ötekine hüznün, sevincin kuşlarını uçurmak için şiir. İnsan var oldukça, varlığını sürdürecek şiir. Hem şiirin yazanı yoktur; vardır yalnız okuyanı… Şâir de bir okurdur; kendi şiirinin okuyanı… Canımızı okuyan Hz. Niyâzî dilinden bir nutku şerif ile vakt-i şerifi nurlandırmak dileriz:
yollar

Şunlar ki görüp yüzünü bu dâra gelirler
Ol ahde vefâ eyleyip ikrâra gelirler

Onlar ki ezel gözleri saçında kalıpdır
Bunda seni hiç bilmeyip inkâra gelirler

Çeşmin kadehin nûş eden abdâl-ı ilâhî
Ol aşk ile bu âlem-i devvâre gelirler

Zülfün teline anda kimin gönlü dolaştı
Mansûr gibi meydâna girip dâra gelirler

Şol dâneleri gör biter eşcâr olur evvel
Sırr ile içinden yine esmâre gelirler

Her tohmu neden aldın ise eksen anı bil
Her cinsi yine bittiği eşcâre gelirler

Hiç biri izinden çıkıp âhar yola gitmez
Her birisi bir yol ile bâzâra gelirler

Yolları ne var ayrı ise hep sana âşık
Cümle seni ister, sana didâra gelirler

Elbette bu bağ içine kim girse Niyâzî
Hârın gezip evvel sonu gülzâra gelirler.

yolda_olmak
Şunlar ki görüp yüzünü bu dâra gelirler
Ol ahde vefâ eyleyip ikrâra gelirler
Onlar ki ezel gözleri saçında kalıpdır
Bunda seni hiç bilmeyip inkâra gelirler
Hazretim, insanların elest âleminden beri kendi yollarını bizzat tercih ve tayin ettiklerini ifade etmektedir. Habibi Kibriya hazretlerinin, mazhâr-ı sırrı ezel olan vücud-u pâkini, sûret-i nûrâniyesinin yüzünü gören, “Elest” bezminin ahdine vefâ ederek ikrâr etti ve o kimse Allâh’ın “Elest-ü bi-Rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim) hitâbını işitip buna karşılık, her anda “Belî” (evet) der.

Vücûdun mazhâr-ı sırr-ı ezeldir yâ Resulallah
Dilin mir’ât-i nûr-ı lemyezeldir yâ Resulallah
Seni Hakk nûr-i zâtından yarattı hubb-ı zâtıyla
Anın çün Zât-ı Pâkin bî-bedeldir yâ Resulallah

Bazıları vardır ki, o elest meclisinde görüp yüzünü bu âleme gelirler. O demdeki sözlerine vefâ eyleyip ikrâra, tasdik etmeye gelirler… Bazıları da vardır ki aynı ezel meclisinde gözleri saçında, cemâlinde takılı kalıp o güzelliğin aslını bu dâr-ı fenâ’da bulamadıklardan, seni hiç bilemeyip inkâra gelirler. Gözleri suretlere takılmıştır, o suretlerden hakikate nazar etmezler. Demek ki elest âleminde insanlara hem içindeki mazhârlarla birlikte kâinat gösterilmiş hem de kâinatın Hak yüzü olduğu öğretilmiştir. Zâten Sure-i Rahmân’ın başındaki âyetlerinden insana önce Kur’ân’ın öğretildiğini, daha sonra da insanın beden sahibi olarak yaratıldığını anlıyoruz.

sureirahmandan

O halde, kâinattaki her şeyin Allah’ın kısmi görünüşe geçişi, tecellisi olduğu insana elestte öğretilmiştir. Böylece daha o zaman insan, tevhit gerçeğinden haberli kılınmıştı. Bu haberi öğrenip benimseyenler, bu âlemde Hakk’ın yüzünü görerek, bilerek dünyaya gelmişlerdir. Böylece onlar elestte yaptıkları ahde vefa ederek imanlı olmuşlar, her mazharda Hakk’ın tecelli ettiğini bilmekten ötürü, aynı zamanda iyi ve âdil insan olma yoluna girmişlerdir. Ezelde gözleri (saraydaki padişahtan mâada altınına, süsüne takılıp) maddi nimetlerde kalmış olanlar ise sadece o mazharları görüp onlardaki iç varlığı (onlara can veren Hakk’ı) inkar yoluna sapmışlardır. İbn-i Arabi hazretlerine göre inkâr edenler aslında inkâr ederken ezelde gördükleri mutlak cemâli, Hak Teâlâ’yı aradılar. O gördüklerini bulamayınca kendilerine anlatılan ilâhı inkâr yolunu seçtiler.

Bir rivayette ise, Allah Teâlâ, kıyamet günü zâtında bulunduğu hal üzere kullarına tecellî eder. Fakat hiç kimse Allah Teâlâ’yı kabul etmez ve “Sen bizim Rabbimiz değilsin” diye kaçışırlar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, herkese herkesin zâtı hakkındaki tasavvuruna göre tecellî eder. Böylece herkes, kendi inancına göre gördüğü Allah Teâlâ’yı kabul eder. Ve O’nu ikrar ederler. Ancak Allah Teâlâ’yı hakkıyla bilmekten aciz kalmışlardır. Sadreddin Konevî kaddese’llâhü sırrah’ül azîz, bunu şöyle ifade etmiştir: “Hakk, kıyamet günü müminlere tecellî eder, onlar da Hakk ile kendileri arasındaki alâmeti görmedikleri sürece, Hakkı inkâr ederler ve ondan kaçınırlar. Söz konusu bu alâmet, Hakka dâir “O şöyledir, şöyle değildir” şeklindeki inançlarıdır. Hakk, onlar için suretlerde başkalaşır (tahavvül) ve her birisi, kendi alâmeti ile O’nu tanır.”

Çeşmin kadehin nûş eden abdâl-ı ilâhî
Ol aşk ile bu âlem-i devvâre gelirler
Zülfün teline anda kimin gönlü dolaştı
Mansûr gibi meydâna girip dâra gelirler
“Âbdâl-ı ilâhi” kaynağından aşk şerabını içen, Hakk deryasına dalmış kişi mânâsınadır. Onlar beden kılıflarına girmezden önce de Hak deryası içinde oldukları halde o deryayı görebilen kişilerdir. Bundan ötürü onlar o alemde de mânâ gözüyle (her taraftan kendilerini kuşatmış olan) Hak nurunu gördükleri için bu âlem-i devvâra(devreden, dönen bu âleme, kâinata) gelirken de bu aşkla doludurlar.

Eski edebiyatımızda aşığı bağlayan yârin saçının kendine bağlayan teli olduğu sık sık dile getirildiği için Hazretim de âşık kulu her ne yana baksa yön yön saran Hak nuru deryasını, ilahi tecellileri fark edenlerin, bu âlemde de Hallac-ı Mansur gibi darağacında olduklarını, yani kendi varlıklarının da Hak nurundan ibaret olduğunu anlayarak yokluk idrakine ulaştıklarını belirtmiştir.

Evvel dahi var idi cânımda bu aşk odu
Aşikâr etmez idim bilirdim ki dost kodu
Hazreti Yunus Emre’nin buyurduğu gibi âşıkların yolu, tâ elest âleminde iken girmiş oldukları yoldur. Orada her şeyin Hak nurundan ibaret olduğunu gören, burada da aynı şeyi görür. Orada gözü (kendisine gösterilip vaad edilen) maddeye takılıp kalan ve Hak nurunu göremeyenler, burada da göremezler. Böylece onların girdikleri ve takip edegeldikleri yol, inkar yolu olmaktadır.

Şol dâneleri gör biter eşcâr olur evvel
Sırr ile içinden yine esmâre gelirler
Her tohmu neden aldın ise eksen anı bil
Her cinsi yine bittiği eşcâre gelirler
Hiç biri izinden çıkıp âhar yola gitmez
Her birisi bir yol ile bâzâra gelirler
Hazretim, aynı şekilde tane ve tohumların da ağaçlara dönüşürken (eşcâr olurken) sır ile taşıdıkları gizli şifrelerin ait olduğu yolda esmâr (meyveler) oluncaya kadar ilerlediklerini ifade etmektedir. Bunların hiçbiri kendi yolundan çıkıp başkaca (âhar) yola gitmemektedir. Herbirisi kendilerine ait bir yol ile pazara gelirler. Pazar kelimesi ile bitkilerin dahi tohum olarak kendilerini yok edip (yani kendini Hak vücuduna verip) daha sonra da dal budak salacak, meyveye duracak ağaçlarda kendi sırları (genleri) ile açığa çıkarak vâr oldukları Hak pazarını kastetmektedir.

twitter

İnsanlar, bitkilerden ve hayvanlardan farklı olarak cüz’i iradeye sahiptirler. Bundan ötürü, peygamberler tarafından tam bir eşitlikle tebliğe tâbi tutulmuş olmalarına rağmen onların kendi cüz’i iradelerini kullanış tarzlarına göre yolları birbirinden ayrılmaktadır. İnsanın kendi tabiatını kendi iradesi ile bozması, bir sonraki alemde (ahiret) dünyaya gelirken de bu bozuk tabiatı beraberinde getirmesine yol açmaktadır. İnsanoğluda şerri tercih ederse eşkiyâ, hayrı tercih ederse evliyâ olur. Her mazhar, bir esmânın terbiyesindedir. Cemâl mazharı olan cemâl yolunu, celâl mazharı olan celâl yolunu tutar. Cemâl ehli cemâl yolunun ve celâl ehli celâl yolunun dâvetçilerine ve o yolun dâvetine icâbet eder. Cemâl yolunun dâvetçileri ulemâ ve meşâyih Hazreti Resulullâhın vekilleri, zâlimler de şeytânın vekilleridir. Çünkü “Hâdî” isminin en başta gelen mazharı “Resulullâh” (S.A.V) efendimizdir. “Mudil” isminin baş mazharı ise şeytândır.

Âdî ve şakî adamlar ham yemişe (meyve) benzer, kâmiller olgun yemiştir. Müminler, kendilerine verilen kabiliyet deposunu Kur’an ayetleri ve Peygamberlerinin sözlerini birer tohum olarak geliştirecek bereketli bir tarla gibi kullanabilenlerdir. Bu tohumlar onların gönüllerinde ve zihinlerinde serpilecek, gelişecek ve sonraki nesillere aktarılmak üzere iman ağacının tohumları, sözler, örnek hareketler ve yazılı eserlerle yeniden serpilme imkanı bulacaktır. Bu tohumlardan tekrar bir ağaç vücuda gelebilir ve binlerce yemişler verir. İnsandan bir koca kâinat çıkar. Cennet, cehennem, arş ve kürsî hep ondadır. Tabii çekirdekten ağacın ağaçtan çekirdeğin peydâ olması da “devir” demektir. Tabiatta bütün bu “kevn ü fesâd” (dünya âlemi) bir insan-ı kâmil yetiştirmek içindir.

O halde, insanların aslına (Allah’a) âşık olanları ile  suertine (maddeye) aşık olanlarının yolları ayrı ayrıdır. Hazretim bu ayrılağa işaret ettikten sonra söyle buyuruyor:

Yolları ne var ayrı ise hep sana âşık
Cümle seni ister, sana didâra gelirler
Elbette bu bağ içine kim girse Niyâzî
Hârın gezip evvel sonu gülzâra gelirler.
Kâfirler nasıl Allah’a âşık olabilirler? Evet, onlar da Allah’a aşıktırlar; ama bundan haberleri yoktur. Çünkü taparcasına sevdikleri maddi şeyler, Hak vücudundandır. Ondan ötürü bir bağ gibi, bazı zevkler hâsıl eden bu dünya, cehennemlikleri dahi gülzâra (gül bahçesine, vuslata) erdirir. Ama onlar önce hârın (dikenin, ayrılığın) yani imansızlığın acı neticesini tadarlar. Böylece cehenneme girerler. Cehennem onlar için bir gülzar olur. Çünkü dünyada iken Allah’tan haberleri yoktu, şimdi ise bundan haberdâr oldular. Tatlılardan değil de acı biberlerden zevk alan bir tabiata sahip fertler gibi cehennemin acılarına bu yüzden zevkle katlanır ve dünyaya dönmeyi de dünya daha iyi bir yer olduğu için değil sırf şimdi tanıdıkları Allah’ı hoşnut edici işler yapabilmek için isterler.

Hem, azabın geleceği günü hatırlatarak insanları uyar! O gün zalimler: “Ey bizim Rabbimiz! diyecekler, ne olur, bize kısa bir süre ver de senin çağrına uyma imkânı bulalım ve peygamberlerin izince gidelim… [İbrahim:44]

Zira Allah’ın varlığını bilmekten ve O’nun rızasını elde etmekten daha büyük hiçbir zevk yoktur.

Yaşlı, kimsesiz, pek fakir bir nine kapı kapı dolanır, halktan yiyecek, giyecek dilenirdi. Vakit temam oldu, Hakka yürüdü, sırlandı. Götürdüler onu garipler mezarlığına defnettiler. Melekler sual eylediler: “Şimdi ahirete geldin, yeni bir hayata doğdun. Dünyadan buraya ne getirdin?” Nine cevap verdi: “Dünyada hangi kapıyı çaldı isem ‘Allah versin!’ dediler kapıyı yüzüme kapadılar. Siz de burada benden nesne mi istersiniz? Hâtiften nidâ geldi: “O kuluma dokunmayın, onu bana bırakın. Gül bahçeleri cennetlerim onundur. Diken tarlasında (dünya) yaşadı, dikenlere dolandı. Ama sonunda gül bahçelerinde mekan tuttu…

Cândan geçen cânâna gelir. Cânân onda cân olur, vesselâm, veddua, velmuhabbet…