Dilküşâ-1

Sırf bu kelimenin açılması için lugate mürâcaat edildiğinde, (ﺩﻟﻜﺸﺎ) Farsça kuşā < guşā “açan” ile gönle ferahlık veren, iç açıcı, ferahlatıcı manâsını buluyoruz, biraz daha âşinâ olmak için bir de cümle içinde kullanalım:

Yoktur daha dil-küşâ tesellî
Bir mâder önünde ağlamaktan
(Cenap Şahâbeddin’e rahmet olsun)

Bir anne kucağında içini dökmekten, daha ferahlatıcı teselli mi olurmuş?
Âdemin küçüğü olan âlemde de sıkılan yağmur bulutları da rahatlamak için yaşını yere akıtmıyor mu?

İşte hakîkate susamış taliplere, bir olup birliğe birikmek için vakti gelenlere, Baba Kaygusuz Abdal Hazretleri’nden içimizi ferahlatan mesnevîsi 15. yüzyılın arı duru öz Türkçesiyle:

DİLKÜŞÂ
(İzinsin okunması halinde mes’uliyet niyetlenendir vesselâm)

Mefāʿilün mefāʿilün feʿûlün

Gel iy kendü ḥāline yol bulanlar
Bu yolda kendü mikdārın bilenler
(Kendine varan yolda kendi değerini, niceliğini bilenler)

İrişenler bu vaḥdet menziline
Cān u baş terk idenler ʿışḳ yolına

Maʿānį burcına seyrān idenler
Vücūd-ı ḳaṭresin ʿummān idenler

Girüben ʿışḳ deñizin boylayanlar
Maʿānį izleyüp ṣoy ṣoylayanlar
(Aşk denizini bir uçtan bir uca geçip manâları izleyerek aslını tahkîk edenler)

Ne dimekdür bilen ʿilm-i ledüni
Olan ṣıdḳ-ıla bu ʿışḳuñ cünūnı
(Dâvet umûmî olmayıp sıdk ile bu aşkın cünûnu olanlaradır yâni sadâkat ve içtenlikle (öyle ucundan kenarından değil) insanın dış âlemle ilgisini kesecek şekilde, aşkın çekim alanına dâhil olanlara bir çağrı)

Bu maʿnį baḥrına zevraḳ düzenler
Bu vaḥdet ḳuşlarına faḳ düzenler
(Bu hakîkat denizine varmaya gemi, bu vahdet kuşlarına tutunmaya tuzak, tertip ve tedârik edenler yani yol hazırlığı olanlar)

İrişenler Süleymān menziline
Olanlar ʿandelįb vaḥdet güline
(Hava, hevâ, nefsi kontrol altına alanlar, hangi gülün bülbülü olduğunu bilenler)

Özüni Sulṭāna vuṣlat görenler
Sulṭānı Haḳ özüni māt görenler
(Kendini Sultan’dan ayrı görmeyip, O’nu Hak bilip huzurunda, kendini ölü (gibi birliğe teslîm olmuş) görenler)

Maʿānį meydānında bāz olanlar (oynayanlar)
Ḥaḳįḳat burcına şeh-bāz olanlar (iri beyaz avcı doğan kuşu-mürşit)

Bu maʿnį dürrine maʿden olanlar
Ḥaḳįḳat kāmil-i insān olanlar
(Asıl incinin madeni, vahdet sırrının kaynağı olan, düştüğü kuyudan kendi sularını çıkaran kâmil insanlar)

Ḳamu eşyā ki var mevcūd degül mi
Ḥaḳk’ı inkār iden merdūd degül mi
(Âdem’de gizli Hakk’ı inkâr edenler, teslîm olmaktan imtinâ edenler, şeytan misâli reddedilmiş oldular; birlik yolundan geri çevrildiler)

Ḳamusı Ḥaḳḳ-ıla birlikde yeksān (dâima)
Ḳamu vāḥid olupdur derde dermān

Ḳamu varlıḳ Ḥaḳ‟uñ bürhānı(isbâtı) olmış
Ḳamu gönül Ḥaḳk’uñ imkānı olmış

Baḳan her yaña Sulṭānı görür pes
Daḫı hįç ġayrı yoḳ cānı görür pes

Daḫı hįç ġayrı görinmez cihānda
Hemān Ḥaḳk’dur görinen her mekânda

Neye baḳsañ hemān nūr-ı żiyādur
Ḳamu yüz āyine-i cān-nümādur
(Baktığın her yüz, bir yüzdür; o cânı gösteren bir aynadır
Alan lezzât-ı birlikten halâs olur ikilikten
Niyâzî kande baksa ol heman didâr olur peydâ)

Ḳamu varlıḳ bāḳįdür yoḳ fenāsı
Ḫaṭāsı yoḳ ḳamu sözüñ ḫaṭāsı
(Çünkü kendileri için yokluk, adem sâbit olan eşyâ, şeyler varlık kokusu duymamıştır. “Varlığım seninledir ve vârım da ancak sen” diyen için ise kelâm hakîkatte O’nun sıfatı olduğundan, her dilden söyleyen de ancak O’dur ne var ki her mahalden kendi terkibine uygun söz söyler, söylediği kendi hâkim esmâsı mûcibince Haktır.

Bu Niyâzî’nin hiç vücûdunda
Zerre komadı hep bekâ düştü

Niyazi-i Mısrî Hazretleri, Hz. Pîr ne güzel buyuruyor, “Kim Seni buldu, kendi yok oldu”. Bütün dava, kavga benliktendir. Halbuki şu ne kadar kolay, her ben diyen yalnızdır. Ben “varım” dersen vasıl olamazsın. Egoizm, enaniyet, benlik ne dersek diyelim onu bir kenara koyabilsek, sen demeyi bıraktım evvela biz demeyi öğrenebilirsek dertler kalmayacak derecede azalır.)

Ne kim görsen hemān ʿayn-ı kemāldür
Ḳamu eşyā bir vücūd bir cemāldür
(Görünen dost yüzü olan tek bir vücûd olunca elbette O’na noksanlık izâfe edilemez, kemâl üzredir, her hâli cemâl üzredir. Kesb-i kemâl, seyr-i cemâl eyleyen yâriyle bir bugünden cennettedir.
Cennet-i irfana dâhil olanın
Kande baksa gördüğü didâr olur)

Gel iy ṭālib olan ḫayāli terk it
Ḫamūş ol bu ḳamu maḳālı terk it
(Şimdi ey birlik tâlibi, hayâlinde uydurduğun,vehim ve zandan ibâret sanal bir tanrı anlayışını terk et, bu hakikati anladınsa söz söylemeyi, ikilik çıkarmayı bırak; sessiz ol)

Ṣaḳın beyhūde sözlerden dilüñi
İrişdügi yire ṣunġıl elüñi
(Tevhîde muhâlif sözlerden dilini, birliğe uymayan hallerden kendini sakın; elini uzanabildiğin yere uzat)

Bu cihānda yolı zinhār yañılma
Ḥaḳk’ı sen kendüzüñden ayru bilme

Ṣaḳın göñlüñi her sevdāya virme
Özüñe gel başuñ ġavġāya virme

Cānuñ pāk eylegil ḫayāl-i ḫāmdan
Hemān Ḥaḳ’dur murād cümle cihāndan

Naṣįḥat ḳabūl eyle iblįs olma
Ḫāṣṣu‟l-ḫāṣ ol bu yolda ḫabîs olma

Eger bilmek dilerseñ sen özüñi
Ḥālüñ añla mizāna ur sözüñi
(Kendini bilerek, rabbini bilmek için bir süreliğine göründüğün âlemde, hâlini anla, senden sâdır olan söz satırlara yazılı Kurân’a, canlı Kurân olan hakîkî insana uyduğu müddetçe “aslı gibidir” o halde Kurân ile tart s.özünü)

Bu yolda yol erine yoldaş olġıl
Ayaġ olma yol içinde baş olġıl
(Aşk ve irfan yolunda, hakîkî insana yoldaş ol ki erenler ancak yolundan giderek ermiştir. Tek bir vücuttan ibâret olan âlemde sen baş ol, cemal tecellilerine tâlip ol, celâle müşteri olacak hal ve hateketlerden kaçın; ayak takımından olma)

Özüñe gel ḫaber añla sözümden
Ki ḫaberdār olasın tā özüñden

Ḥaḳk’ı sen kendüzüñden ayru görme
Özüñi ġayrı Ḥaḳḳ’ı ġayrı görme

Ḥaḳįḳat cümle ʿālem nūr-ı muṭlaḳ
Ḥaḳ isterseñ ḥaḳįḳatı budur ḥaḳ

Eger Ḥaḳ’dan utanursañ uyanġıl
Ḳo bu ḫayāli özüñe bürüngil
(Eğer bunca zamandır misâfir olduğun bu evde bu tende, ev sâhibinden utanırsan uyan artık. Hayalinde yarattığın tanrıyı dışarıda aramayı bırak, o seninle, kendine gel, dön bak aynaya, bilesin ki bir süreliğine giyindiği ten elbisesinden görünen ancak kendisi, şimdi sen de içine bak ve aslına bürün)

Özüñi cehl-ile Ḥaḳ’dan ayırma
Ḥaḳ’a ṭoġrı baḳ āḫi gözüñ ayırma
(Hak ile aranda ne bir perde ne bir mâni var; sadece cehâletle, şaşı bakışla ayrı gören bir benlik var. Ne buyurmuştu Mısrî sultânımız:
Öyle sanırdım ayriyem dost gayrıdır ben gayriyem
Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş)

Ṣaḳın aldanmaġıl sen bu ḫayāle
Eger cān-ıla müştāḳsañ viṣāle

Įmān ehli iseñ terk it gümānı
Ādemsin bil āḫir sūd u ziyānı (fayda ve zararı)

Niçün ḥayvān gibi ġāfil gezersin
Meger şeyṭān gibi Ḥaḳ’dan bezersin

Unutma Ḥaḳḳ’ı sen ḳalma ḫayālde
Zi ḫayf eger ḳalursañ bu ḥālde

Yolı gözet yolı ṣaḥrāya düşme
Ṣaḳın her beyhūde sevdāya düşme

Eger insān-ısañ añla ḫaberi
Cānuñda var-ısa ʿışḳuñ eṩeri

Ḥaḳk’ı sen kendüñe yār eyleyigör
Yoḳ eyleme özüñ var eyleyi gör

Muʿṭįʿ ol Ḥaḳḳ-ıla olma muḫālif
Eger bu yolda geçerseñ zi ḥayıf

Ḥaḳḳ’ı isteyen gezme yabanda
Hemān istedügüñ nesne çü sende
(Sağ u solu gözler idim ben dost yüzünü görsem deyü
Ben taşrada arar idim ol can içinde can imiş)

Senüñ istedügüñ sensin hemān sen
Saʿādet gevheri kān ü mekān sen
(Sureti terk eyle mana bulagör
Ko sıfatı bahr-i zâta dalagör
Ey Niyâzî şark u garba dolagör
Gayre bakma sen de iste sende bul)

Eger bilmez iseñ bileni diñle
Sözin işit nedür ḫaberi añla

Naṣįḥat diñle iy Ḥaḳḳ‟uñ ṭālibi
Tā kim olasın Allāh’uñ ḥabįbi

Ḳamu eşyā içinde doludur Ḥaḳ
Eger görmek dilerseñ gözüñ aç baḳ
(Eşrefoğlu Hazretlerine sormuşlar “Hak kandedir?” “Yer ile gök Allah ile dolmuş nereye baksan ondan gayri yok” buyurmuşlardır.)

Gözüñ aç gör Ḥaḳk’ı cümle mekānda
Doludur ḳamu vücūdı cihānda
(Ârife eşyâda esmâ görünür
Cümle esmâda müsemmâ görünür
Bu Niyâzî’den de Mevlâ görünür
Âdem isen ‘semme vechullâh’ı bul
Kanda baksan ol güzel Allah’ı bul)

Neye baḳsañ görinen ol Ḳadįm’dür
Daḫı kim var hemān Ḥayy u ʿAlįm’dür
(Her neye baksa gözün bil sırr-ı Sübhan andadır
Her ne işitse kulağın mahz-ı Kur’ân andadır)

Bu ḫaberden cānuña bir ḫaber vir
Bu yükden cān ḳuşına bāl ü per vir
(Ten elbisesi, dünya bağlarından, madde ağırlığından ancak bu “vahdet idraki” kanatlarıyla yükselerek aslına, aşk ile dönerek kurtulabilirsin)

Uyar göñlüñi bu ġaflet ḫābından
Ṣuvar cān būstānın tevḥįd ābından
(Bir süredir beden evin içinde gaflet uykusundaki gönlünü uyandır, hem o susamıştır bunca zamandır; tevhid suyundan, can bahçesini sula)

Ger tā cānuñ bāġı ola münevver
Bite göñül içinde gül-i gülzār

Ṣıfātuñda bulına Ẕāt-ı Muṭlaḳ
Saña yüz göstere göñlüñdeki Ḥaḳ
(Tevhid ile sulaya sulaya, bir görür, bir bilir, bir söyler hâle gelince, hâsılı âzaların birlik dili olunca, o mutlak zat, senin mukayyet vücudundan da görünür olur, “kıldan örülmüş ikilik duvağı” açıldığında, gönlündeki Hak sana da yüz gösterir elbet. İlâcımız yine Mısrî sultân dilinden:
Hak sana açmış durur dâim gözün
Sen yitirmişsin ha ararsın özün
Bî-cihet göstermiş eşyâda yüzün
Âdem isen sümme vechullâhı bul
Kande baksan ol güzel Allah’ı bul)

Bilesin sen nesin kendü ḥālüñi
Āḫir añlayasın ḳįl ü ḳālüñi

Özüñi bil ki nedür bilesin Ḥaḳ
ʿAyān ola saña bu sırr-ı muġlaḳ
(Aradığım candadır, canda ve hem tendedir
Bilir iken bendedir çağırırım dost dost)

Bite cānuñ bāġında tāze güller
Birike gele saña cümle ḳullar

Sen olasın ḳamu yoldaġı menzil
Senüñ ḳatuñda ḥall ola bu müşkil

Saña secde ḳıla cümle ḫalāyıḳ
Ḳamu yirdeki ḳul gökde melā‟ik
(Âdem’e gökte melekler secde etmişler, omuzlarında yürüdüğü yeryüzü ve cümle mahlukat insana itaatkâr kılınmıştır, âdemin hizmetine verilmiştir.)

Sen olasın ḳamu şey’üñ mir’ātı
Ḳamu ṣıfatlaruñ içinde ẕātı
(Sıfatın zâhiri, fiilleriyle halk, sıfâtların bâtını, sırrıyla Hak durur)

Bulına sende ol Ẕāt-ı Muṭahhar
Seni beyān ḳıla bu cümle defter

Hemān sen olasın maṭlūb ṭālibe
İrişesin diledügüñ naṣįbe

Olasın murādı cümle ʿālemüñ
Elif’i olasın içinde lām’uñ
(LÂ-yok-luk kılıcıyla can verip yokluğa erip Tevhid ile bekâ bulasın; Lâm-elif zülfikar’a benzer, Hz. Ali ve o nefesi taşıyanın elinde iş görür)

Gel iy insān işit sen bu ḫaberi
Neyesin kendüziñe ḳıl seferi

Sücūduñ sen saña ḳıl ġayra ḳılma
Hemān sensin özüñe gel daġılma

Bilür misin nedür bu sözde maḳṣūd
Saña mevcūd olupdur aḫı maʿbūd

Vücūd sensin saña yār olan oldur
Senüñ cānuñda pinhān olan oldur

Odur göñüldeki fikr [ü] ḫayālüñ
Odur vechüñdeki ḥüsn ü cemālüñ

Hemān oldur özüñi sen ṣanursın
ʿAyāndur ol saña pinhān ṣanursın

Yüzüñi yire ḳoyasın ḳatında
Ḥālüñi ʿarż idesin ḥażretinde

Sebeb oldur ki bilmezsin özüñi
Gözüñ ḳaçan görebilsün özüñi

Meger insān-ı kāmile iresin
Nedür bu ḥikmetüñ aṣlın ṣorasın

Diyesin kim neyem ben maḳṣūdum ne
Bu bāzārda ziyānum ne sūdum ne

Ser-gerdānam bilimezem özümi
İşidürem velį bilimezem sözümi

Bu söyleyeni bilmen ki benem mi
Vücūd mıyam cānān mıyam cān mı

Benüm ben kendüzümden ḫaberüm yoḳ
Dįvāne oldum uşta ḳarārum yoḳ

Ne yirden gelmişem bunda işüm ne
Āḫir ne olacaġum gerdüşüm ne (dönüşüm ne.reye)

Bilimezem ḳul mıyam ya Sulṭān mı
Nedür ḥālüm vücūd mıyam ya cān mı

Beni aldadı bu naḳş u ḫayāller
Bu cihāndaġı dürli dürli ḥāller

Azıġum yoḳ yolum ṣaḥrāya düşdi
Başum gör ne ʿaceb sevdāya düşdi

Unutdum aṣlumı ḳaldım yabanda
Giriftār olmuşam bu cism ü cānda

Bu nefs-i şūm beni aldadı ṭutdı
Bu ṭamaʿ ejdehāsı beni yutdı

Bir saġ mürebbį ister men cihānda
Hemān bu ḳur[ı] sevdā var lisānda

Sözüm özdür velį özüm ġāfilem
Neyem özümi bilmen kim ʿaḳįlim

ʿĀṣįyem yol erine muṭįʿ olmam
Tekebbürem fużūlem yola gelmem

Bu sevdādur beni ḳoyan yolumdan
Ser-gerdān eyleyen kendü ḥālümden

Sen işit iy ṭālib bu ne dimekdür
Neyi beyān ḳılur ne söylemekdür

Bu sözden sen ḳıyās itgil özüñi
Ögüñ divşür bir aç aḫı gözüñi
(Aklını başına al kardeş aç gözünü)

Nice ser-gerdān olasın cihānda
Azıġuñ yoḳ ṣuṣuz ḳalduñ yabanda

Azıḳsuz yola girme yol uzaḳdur
Bu yola girmegüñ aṣlı yaraḳdur (hazırlık)

Azıġuñ düz daḫı bir yoldaş iste
Saña ḳulaġuz olmaġa baş iste

Ġāfil olma mürebbį bul ḥālüñ ṣor
Çün öñ ṣoñ gideceksin azıġuñ gör

Nice bir bu vįrān kervān-sarāyda
ʿĀḳilsin ġāfil olmadan ne fā’ide

Nice bir ġaflet içinde yatasın
İşüñ ḳalb ḫalḳa ṣaluḳlıḳ ṣatasın
(işin bozuk sen düzgünlük satarsın)

Ṭurı-gel dir ögüñ divşür yaraḳ ḳıl
Göçer kervān ḳalursın tįzrek ḳıl

Nice bayḳuş gibisin bu vįrānda
Niçe bir ḳalasın şöyle yabanda

Ġāfil olma gözüñ aç bir ṭurı-gel
Añarı gitme Ḥaḳk’dan bir beri gel
(Öteye, öbür tarafa, uzağa gitme, durul da Haktan yana, kendine gel)

Çün ādemsin ḫaberdār ol nedür ḥāl
Kim senden ḳalacaḳdur anı ṣal

Anı götür ki bu yolda gerekdür
Ġāfil oturma kim menzil uzaḳdur

Ġāfil olma ḳalursın yoldaşuñdan
Bu uyḫuyı gider aḫı başuñdan

Uyan ki menzile yitdi seferüñ
Saña yār oldı devlet-i pāydāruñ

Açıldı perdesi sultān görindi
Baḳ aḫı cism içinde kān görindi

Ḥicāb gitdi ʿayān oldı o Sulṭān
Zihį luṭf u zihį iḥsān-ı devrān

Zihį hümā ki bu göñüle düşdi
Ḳamu ḳul bāḳį devlete irişdi

Ḳamu yolcı irişdi buldı menzil
Bi-ḥamdi‟llāh ki ḥall oldı bu müşkil

Ḳamu eşyā Ḥaḳ-ıla vuṣlat oldı
İrişdi birlige ikilik māt oldı

Şeyāṭįn ḳalmadı gitdi aradan
Yaradılmışdan bulındı Yaradan

ʿĀlemi ṭutdı bir nūr-ı tecellį
Ḳamu ʿālem bu nūr-ıla tesellį

Beḳā buldı ḳamu eşyā fenāsuz
Ḫaṭāsuz oldı bu cümle ḫaṭāsuz

Saʿādet gencini her kişi buldı
Ḳamu öz ḥāline tesellį oldı

Yaña ne oldı hep ṭālib [ü] maṭlūb
Ne zişt ḳaldı ara yirde ne maḥbūb
(Ne çirkin düşman kaldı arada ne de güzel sevgili)

Ḳamusı birlige bitdi bir oldı
Birikdi cümle şey ʿaceb sır oldı
108. beyitten sonra müsâade buyrulursa devâm ederiz elbet…

Rindlerin akşamı

İşidin ey yârenler,
Aşk bir güneşe benzer, a
şkı olmayan gönül misâl-i taşa benzer…

Halka hûblardan visâl-i râhat-efzâdur garaz
Âşıka ancak tasarruf suz temâşâdur garaz
Zâhidâ terk itme şâhidler visali râhatin
Ger ibâdetden hemin gılmân u havrâdur garaz
Hûr u kevserden ki dirler Ravza-i Rıdvânda var
Sâkî-i gül-çihre vü câm-ı musaffâdur garaz
Zevksüz lâzım çıha dünyâdan ol dünyâ-perest kim
Ana dünyâdan ancak zevk-i dünyâdur garaz
Rahat olsaydı garaz dünyâda fakr isterdi halk
Gâlibâ kim halka bir bî-hûde gavgâdur garaz
Arif ol sevdâ-yı ışk inkârın itme ey hakim kim
Vücûd-ı halkdan ancak bu sevdâdur garaz
Kıl Fuzûlî terk-i ibrâm-ı tekellüm kim yeter
Sûret-i hâlün ger izhâr-ı temennâdur garaz

Hazreti Fuzulî’nin işbu gazelinin oltasına takılıp çıktık sefere. Söz mü ağır, dağarcık mı hafif demeden manayı uzatalım ki içinden lezzeti süzüp alırsak şöyle demeye gelir:
Halkın güzellerden istediği onlara kavuşup rahata ermektir. Âşığın istediği ise, onları elde etmek değil sadece seyretmektir. Ey sofu! (Bu dünyada) azaba katlanmaktan maksadın Cennetin gılmanı ve hurisi ise, (bu dünyadaki) güzellere kavuşma rahatını bırakma. Rıdvanın bahçesinde (Cennet) var dedikleri huri ve kevserden maksat gül yüzlü sâki ile saf şarap kadehidir. Dünyaya tapan o kimsenin dünyadan zevksiz çıkması gerekir (dünyayı bıraktığına üzülür). Çünkü ona dünyadan maksat dünyanın zevkidir. Halk dünyada rahat isteseydi, fakirlik isterdi. Galiba halkın isteği boş yere kavgadır(sonu ölüm olan hayat mücadelesidir) Ey bilgin! Arif ol (gerçeği bil), aşk sevdasını inkâr etme, çünkü yaratılışın varlığından maksat bu sevdadır. Fuzûli, söz söylemekte ısrar etmeyi bırak. Eğer maksadı açıklamak istiyorsan, halin, görünüşün bunu anlatmaya yetecektir.

Ve de ziyâde yaralandığımız beyit içre daha kaç kere av oluruz bilmem…
Zâhidâ terk itme şâhidler visâli râhatin
Ger ibâdetden hemîn gılmân u havrâdur garaz
Ey ham sofu, ey kendini dünya nimetlerinden mahrum etmek azabına, cennetteki huri ve gılmanın, bahçe ve derelerin visâline ermek için katlanıyorsan dünyadaki güzellerin zevkini sür bari iki cihanda da bedbaht olmayasın!

Şairin, iman ve aşkından kaynayan bir şeydâ nehir gibi, mahşer meydanına kadar akıp gidecek Su redifli kasidesinde, aynı yerden yakalandığımız bir beyit daha vardır:

Men lebün müştâkıyem zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâre su
Nasıl sarhoşa şerab içmek, aklı başında(ayık) olana da su içmek hoş geliyorsa, ben senin dudağını özlerim, sofular da kevser isterler…

Buradan âşık (belki rind) ve zâhid ülkesine bir yolculuğa davet vardır erenler. Fuzuli, rind ve zahid tipleri konusundaki görüşlerini Farsça mensur olarak yazdığı Rind ü zahid adlı eserinde net bir şekilde ortaya koyar. Zahid baba ile Rind oğlu arasındaki muhaverede Zâhid, zâhir ilimlerinin, Rind de bâtın ilimlerinin savunucusudur. Fuzûlî, aklı ve düşüncesi ile Zâhid’e bağlıdır, gönlü ve duyuşu ile de Rind’in tarafını tutar.Ne iki yüzlü menfaatçi Zâhid’i, ne de Rind’in ayıplanan taraflarını hoş görmez. Eserin sonunda Rind, Zâhid’in ibâdet ve riyâzetle uğraşıp dünyâ meylinden sakınma, nasiple yetinme, tasaya katlanma, hevâ ve hevesten uzaklaşma, çalışıp kazanma yolundaki nasihatlarını tutarak tövbe eder; Zâhid ise kendisinin hasrette, Rind’in vahdette olduğunu anlar. Riyâ tozundan temizlenir, aradan muhalefet kalkar, birlik ve anlaşma hasıl olur.

Fuzuli aralarını bulmuş olsa da edebiyatımızdaki  rind ve zahid münakaşası bitmez.

Rind, hind vezninde vaktiyle bugünkü genç gibi her ne yapsa alkışlanır bir sınıfın adı idi. Bugün, yeni edebiyatımızda yeri kalmadı. Farsça sözlüklere bakılınca “rind”in manalarının karmakarışık yazıldığı görülür. Bunların cümlesi göz önüne alınınca görülür ki (rendîden) tahatayı kazıyıp cilâlamak fiili kökünden gelen tahta kazıma aletine “rende” denir. Rende ile kazınan kazıntıya(yonga) hind vezninde “rind” denir. Mecâzen, haysiyetsiz, alelâde adamlara bizdeki “süprüntü” gibi yaygın olarak ad olmuştur. Haysiyetini gözetmeyip meyhanelerde yiyip içen, çalıp oynayan sefa düşkünü kimseye de “rind” demişlerdir. Aslında rind, zahiri melâm ve batını selim kimseye de ıtlak olunur ki arif-i laübali-meşreb, feylesof-ı lakayd-i reviş; suret-i sade, mu’tad-ı bade ve fakat nur-ı irfan ile piraste olan hakimdir. Rind, sureta tenkide açık tarafları olsa da hakikatte aldırışsız hâl ve kıyafetle gezecek derecede dünyaya değer vermeyen bilge kişilerin ortak adıdır. Sonraları şair, edib, zarif, yeme içme ve sohbete düşkün insanlara da rind denilmiştir. Daha sonra evliyaullahdan ve tarikat ehlinden lâubâli meşrebli bir mezhebe pek bağlı kalmayan ve melâmi tabir olunan gayrı mutaasıp, sermest ve aşk-ı ilahide olan ariflere de rind vasfı câiz görülmüştür.Gerçi cümlesi te’vil götürür şeyler ise de bu zatların gerek halleri ve işleri gerek şiirleri ve gidişatı salih kimseler ve zahidlerin meslek ve meşrebine zahiren uygun olmadığından halkın rind tabirini üzerlerine almış oluyorlar… Osmanlı edebiyat tarihinde şeriatın zahirine uymayan ve tasavvuf neşvesiyle şiir yazanların cümlesi kendilerinim ilahî rindler zümresinde saymışlardır.

Türk edebiyatında geçen insan tiplerini tahlil eden merhum Prof. Dr. Mehmet Kaplan bir yazısında rindi şark dünyasının yetiştirdiği en mühim insan tiplerinden sayar. Onun hayat karşısında pasif mukavemet gösterme, felaketler karşısında istifini bozmayıp zevk ve safasına devam etme, daima mest gezme, güzel sanatlara karşı ilgi duyma, maddiyata, siyasi ve idari hayata karşı mesafeli olma, fakirlikten hoşlanma gibi mümeyyiz vasıfları olduğunu bildirir. Hakiki Türk tipi olan “akıncıya” dindar ve mistiklere de tamamen zıt bir tip olduğunu söyleyip bu insan tipinin bize Farisi medeniyetinden ithal olabileceğini anlatır.

Zühd ise, Emeviler zamanındaki şiddetli yağma hareketine karşı doğan bir cereyan olsa gerektir. Bu cereyan Risaletpenâh hazretlerinin Mekke-i Mükerreme’deki şahsiyeti şahanesinden mülhemdir. Bir nazariyeden ziyade aksiyon hareketi olan zühd hareketi dünyadan vazgeçmek, zikir ve tevekkül esaslarına dayanır. Hicri II. asırdan itibaren zahidler teşkilatlı gruplar haline gelirler.

Zâhid kelimesi, başlangıçta aşağı yukarı bugünkü mutasavvıf, sufi kelimeleri ile aynı manadaydı. Bu ilk mana zamanla kaybolmuş ve sadece cennet için ibadet eden, işin özüne aşina olmayan, imanın hakikatine ermemiş, kuru öğütleri ile insanı bunaltan, dünyaya düzen vermeye çalışan, geçimsiz ve patavatsız, aşkı inkar eden, riyakar bir insan tipi haline gelmiştir. Rind; bilâ illet marifet-i zatullah talebinde iken Zâhid, cennet nimeti için talib-i Hak olmuştur. Zâhid, zahidperesttir. Ârif ise hakikatperest…

Elbet ariflerde zühd de vardır. Lakin burada zühd kalbin Hak’tan başkasıyla meşgûl olmamasıdır.
“Zühd ü takvâya yâr idim evvel
Aşk ile benden hep cüdâ düşdü”

diyen kâmiller fenafillâh bilincine ulaştıkları için zühdden eser kalmaz. Fakat, onlar fenadan farka geldiklerinde, tekrar zühde dönerler. Bu mânâda zühd, kâmillerin örtüsü konumundadır. Mânâ yolunda zühd vardır; ama bu makamda takılıp kalmak da sâlikin perdelerindendir. Buna “hicâb-ı nûr” (nûr perdesi) da denmiştir. Şu hâlde zühd bir vasıtadır, gaye değildir. Âşıklar zühd makamında fazla oyalanmazlar, onu gaye hâline getirmezler. 

Men lebün müştâkıyem zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelür hüş-yâra su

Bu beyitte ise yine zâhid tipine karşı çıkar. Zahidlerin sadece cenneti, onun sembollerinden olan Kevser’i istediklerini kendisinin de, sevgilinin dudağını özlediğini anlatıyor. Şâir, âşık, tıpkı bir rind gibi, bu dünyanın görünen güzellikleri ve zevkleri peşindedir. Zâhidler ise “Vâde-i ferdâ” ile meşguldur. Fuzulî bu hali “sarhoşa içki içmek, ayık insana da su içmek hoş gelir” misali ile anlatıp irsâl-i mesel sanatı yapar.

Aşık, aklı ile değil, hisleri ile hareket eder ve Divan şiirinde daima mest olarak takdim edilir. Ama o daha ziyade aşk sarhoşudur. Dudak ile şerab arasında renk alakası vardır. Aşık bu yüzden dudağa benzeyen şerabı özler. (Dudak, eski edebiyatımızda âb-ı hayata benzetilir) Aklı başında olanlar (beyitte zahidler) ise su peşinde olacaktır. Çünkü onlar vuslatın ve sarhoşluğun zevkini bilmezler.

Kevser, çokluk anlamında kesret, leb ise teklik, vahdettir. Şerab sie ilahi aşktır. Zahidler kesretin yani dünayaya ait şeylerin peşindedirler. Aşık ise dudak, şerab yani ilahi aşka taliptir. Vahdete ermek ister. Beyitte ifade edilmek isteden mana zıtlar üzerine oturtulmuştur. Zahid karşısında zımnen ifade edilen âşık, helal ve haram olmaları bakımından zıt olan su ve şerab(mey) ve nihayet mest ile hûş-yâr kelimeleri ile yapılan tezat pek sanatlıdır. Ayrıca renk ve sarhoş edicilik münasebeti olan leb ile mey, içecek helal şeyler olması münasebeti ile su ile kevser vasıtasıyla leff ü neşr (söz simetrisi) sanatının inc(elik)ileri ile de zevkyâbız efendim…

Dedemiz, fakire nasihat ederken, “vücudundaki cümle eczânın hakkını veresin” buyururdu. Meğer alemde “ruh-ı nebâti, ruh-ı hayvanî, ruh-ı insanî ve ruh-ı melekî” olmak üzere dört çeşit ruh mevcut imiş. Nebati ruhun su ile, hayvani ruhun yemekle, insani ruh ise aşk ile teskin ve tatmin olurmuş hep ondan öğrendik…

Mektubun sonuna gelirken, başlarken zikrettiğimiz ser-levha beyiti yeniden okuyalım, gönüllerin aşk güneşinden hisseyâb olmaklığına vesile sözü, dua ile tatmin eylerken duruşumuzun: “Dünyada iki tuğyan vardır: İlim ve mal. Birincisinden amel, ikincisinden zühd kurtarır.” buyuran Hüseyin Razî halinden, niyazımızın:
Kimdir bizi men eyleyecek bağ-ı cinandan,
Mevrus-i pederdir gireriz hane bizimdir.
buyuran Hazreti Nâbi dilinden olduğunu beyan ederiz.  Geçmekte olan şu demde, Hazret-i Fuzulî’den isâl olunan esrâr-ı maneviyyeler ile viran gönüllerimiz, mamûr ve âbâd ola, çerağlarımız ruşen ola, Hazreti Pir-i destgir-i münirimiz ola, bi ismi zatike ya Allah huu