Kaybolan Gölge

Cenab-ı Pîr-i Destgîr-i Münîr’in Hakk’a hitâben olan münâcatından ikrâm olundu:
mesneviden_umutrehberi

Mâ çü çengîm û tü zahme-mîzenî
Zâri ez-mâ nî tü zârî mîkünî

Çalgıyız bizler, vuran mızrâbı sen
İnleyen hep bizleriz, inleten sen!

Bu hitâb Hak Teâlâ’yadır. Vücûd-ı mahlûkât, yaratılmışların varlığı “çeng” denilen çalgıya ve esmâ ve sıfat-i ilâhîyye de mızraba ve mahlûkâtta zâhir olan sözler ve eylemler dahi nâleye teşbîh buyrulmuştur.

Mâ çü nâyîm ü nevâ der-mâ zî tüst
Mâ çü kûhîm û sadâ der-mâ zî tüst

Nağmemiz sen; inleriz biz ney gibi
Biz dağız, her yankının sen sâhibi

Mâ çü şatrancîm ender bürd ü mât
Bürd ü mât-i mâ zi tüst ey hoş sıfât

Kaybedip ütmekte satranç oynuyuz
Kaybeden sensin üten sen; biz buyuz

Ey sıfatları güzel olan Allah’ımız! Hey’et-i mecmuası bir satranç
tahtası gibi olan bu âlemin üstündeki biz insanların arasında gâlibiyet ve
mağlubiyet nisbetleri hep sana ait isimlerin ve sıfatların izleridir hakikatte bizi oynatan sensin.

Mâlûm-u ihsânınınz çeng ve ney mûsikî âletlerinden iki âlettir. Bunların durdukları yerde sesleri çıkmaz. Çengi inletmek için tellerine dokunmak, neyi söyletmek için başpâresine üflemek lâzımdır. Kezâ dağlık yerlerde ve kubbeli mahallerde işitilen aks, kendiliğinden zuhûr etmez. Mutlaka bir ses olmalı ki o aks-i sadâ da işitilebilsin. Kezâ satranç dört köşe (çar anâsır) bir tahta üstünde; piyâde, (hayvan sıfatları) at, fil, kale, vezîr, ruh ve şâh tâbir edilen taşlar vardır. İki kişi karşı karşıya geçip de oynamaya başlayınca bu taşlar kendiliğinden hareket edemezler.

Şu halde, tevhîd-î efâl, işlerin birliği mertebesine işâretle “Allah sizi de yarattı âmellerinizi de…” [Saffât:96] nazm-ı kerîmi muktezâsınca mâdem ki bizi de fiillerimizi de halk eden sensin; biz kudret-i ilâhiye huzurunda bir mazhar ve vâsıta olmaktan başka bir şey değiliz. Hattâ:

Mâ ki bâşîm ey tü mârâ cân-i cân
Tâki mâ bâşîm bâ tû der miyân

Sen bizimçin câna cansın, biz kimiz
Bir değer olmak değildir haddimiz

Ey Zat-i azîmü’ş-şân bizim canımızın diriliği Sen’dendir; bir avuç topraktan ibâret olan bizler, varlık nokta-i nazarından kim oluyoruz ki, Sen’in varlığına karşı bizliğimizi ortaya koyup vücûdda Sana ortak olalım?

Mâ ademhâyîm ü hestîhâ-yı mâ
Tû vücûd-i mutlakî fânî nümâ

Hem yokuz hem fânîyiz iyden iyi
Gösteren mutlak vücûdsun fânîyi

İşte bu beyit, tasavvufun ruhu demek olan vahdet-i vücûd (varlığın birliği) izhâr eder vahdet-i mevcûd (varların birliği) değil

Yoku VAR ve muhteşem gösterdin, Yeli gizledin, tozu gösterdin. Geçici olanı varmış gibi gösteren gerçek varlık senden ibârettir.

Bu bahisler gâyet tehlikelidir onun için erbâbına mürâcaatle ve zevk yoluyla anlamaya çalışmalı yâhud teberrüken dinleyip geçmelidir.

Mâ hemê şîrân velî şîr-i alem
Hamle-şân ez-bâd bâşed dembedem

Resmedilmiş arslanız bayraklara
Oynarız rüzgar eserken bir ara

Biz, bayrakların bezlerine yapılmış olan arslan resimlerine benzeriz. Bu resimlerin hamleleri ve hareketleri, ara sıra rüzgar estikçe vâki’ olur. İlâhî, bizim hareket ve sekenâtımız dahi Sen’in esmâ ve sıfat rüzgârlarının te’sîri iledir.

Eskiden bâzı sancaklara arslan resmi yaparlardı. Rüzgarlı havalarda dalgalanınca üstlerine nakşedilmiş arslan resimleri hamle ediyormuş gibi görünürdü. Uzaktan, zâhirden bakılınca arslanların saldırışı müşâhede olunur fakat onları kımıldatan görünmezdi. Heyhât yelin tahriki ile kımıldayan arslanda hayat mı olurmuş!

Hamle-şân peydâ vü nâ peydâst bâd
Anki nâ peydâst hergiz kem mebâd

Arslan oynar oynatan saklıysa da
Dâimâ gelsin o rüzgârdan sadâ

O rüzgar ile hareket eden arslan resimlerinin hamleleri his gözüyle görünür; fakat rüzgar kesîf bir madde olmadığından zâhir gözüyle görünmez. Bunun gibi İlâhî, bizim kesîf olan cisimlerimiz görünür fakat Sen’in latîf olan esmâ ve sıfatın zâhir gözüyle görünmez. O hissen görülmeyen sıfat ve esmâ-i ilâhiyyenin tecelliyâtı bizim üzerimizden aslâ münkatı’ olmasın.

Bâd-ı mâ vü bûd-i mâ ez-dâd-ı tüst
Hestiî-mâ cümle ez-îcâd-i tüst

Bahşişin olmuş senin dirlik, düzen
Vârız; îcâd olmamız bir mûcizen

Sancak arslanlarını rüzgârın hareket ettirmesi gibi, bizim uzuvlarımızı da oynatan bir rüzgar vardır ki o da akıl ve tedbirimiz yani cüz’i irâdemizdir. Küllî irâde karşısında hiç de ehemmiyetli olmamakla berâber yine büyük bir nîmet bulunan o tahrîk hassasını -ki yokluğu felç olmak demektir- ve bize şu fânî varlığı veren Sensin! Vücûdumuz, yaratış ve îcâdının akıl ermez bir eseridir.

Lezzet-i hestî nümûdî nîst râ
Âşık-î hod kerde bûdî nîst râ

Tat! dedin sen, tattı yokluk varlığı
Oldu yokluk, yokluğun bir âşığı

Yok olan bizlere varlık lezzetini sen tattırdın, sonra tuttun var gibi görünen bizleri yok gibi görünen kendine âşık ettin.

İlm-i ilâhînin sûretleri olup da hariçte hakîkaten vücûdu olmayan ayân-ı sâbîte’yi şu âleme izhâr ettin ve ona velevki muvakkat ve mevhûm, geçici ve sanal olsuni varlık lezzetini tattırdın yine izâfî yokluk arasından bâzılarını kendine âşık etmek ve ona maşûk olmak saâdetini ihsân eyledin.

Hâmiş: Cenâb-ı Pîr Efendimiz, hayatın da ölüm gibi bizzat yaşanan, içinde olunan değil şâhid olunan, tadına bakılan bir şey olduğu nüktesine işâret etse gerektir.

Lezzet-i inâm-ı Hod-râ vâ megîr
Nükl ü bâde câm-i Hod-râ vâ megîr

Dâim aşk ihsânın olsun ver bize
Hem kadeh sun hem de mey sun hem meze

Verdiğin tadı, lûtf ettiğin nimeti geri alma, sunduğun mezeni, şerâbını, kadehini bizden esirgeme!

Ver bigîrî kîst cüst û cû küned
Nakş bâ nakkâş çün nîrû küned

Kim arar sen bir esirgersen hele
Nakş eder miymiş savaş nakkâş ile

Eğer o ma’nevî lezzeti, o aşkı, o feyzi esirgersen onları senden kim arayabilir? Resim, “sen beni böyle yaptın” diye nasıl olur da ressâma çıkışabilir?

Menger ender mâ mekün der mâ nazar
Ender ikrâm ü sehây-i hod nigâr

Bakma sen, her fi’limiz farz et fenâ
Sen hemen bak, kendi lûtf ihsânına

Bize bakma, istifâd ve kâbiliyetimiz olmadığına da bakma. Kendi ikrâmına, kendi cömertliğine bak, bize değil kendi şânına lâyık muâmele eyle!
Müsteid kıl yoğ ise lütfuna istîdâdım
Sana güçlük mü var, ey şâh-ı kerem mûtâdım

Mâ ne bûdîm û tekâzâ-mân nebûd
Lutf-i tû nâ güfte-i mâ mîşünûd

Yok iken biz, yok iken arzûnun biri
Duydu lûtfun en bilinmez şeyleri

Bizim söylenmemiş sözlerimizi işitiyor, senin lütfun bizi varlığa çağırıyordu!

Nakş bâşed pîş-i nakkâş ü kalem
Âciz ü beste çü kûdek der şikem

Her nakış nakkâşa râm, ondan emîn
Annenin karnında gûyâ bir cenîn

Yâni ana karnındaki bir yavru orada nasıl serbest hareketten men edilmiş ve bilakis mukayyed ise tuval üzerindeki resim yahut duvarın yüzeyindeki nakış da ressâmın fırçası önünde öyledir.

Bunun gibi kâinâtın nakşedicisi ve ilâhî kudret kaleminin zebûn-u tesvîridir. Açıkçası bir zerreyi bile Allahi nasıl istemişse öyle yaratmıştır, yaratıp durur vesselâm

Yılanı uyandırmayasın

Savm-ı sivâ’yı kim tutar
Îd-i visâl’e ol yeter
Bülbül gibi dâim öter
Gülşen olur kâşânesi
ramazan_1440

Sivâ’dan yâni Allah’tan başka şeylerden oruç tutan, sıyâm-ı mâ-sivâllâh içre her şeyden eden imsâk, vuslat bayramına erer muhakkak!

Eşyâyı Hakk’a perde etmeden, gaflete düşmeden, can kulağını açmalı, kulağı Hakk sadâsından başka sadâ işitmemeli ve gözü Hakk’tan başkasını görmemeli ve dili Hakk’tan başkasını söylememelidir ki ancak o vakit, zâhir ve bâtın bizim vücûd ülkemizde de Hak ile hemkarâr olur erenlerim

Tâ böylece göz, ancak tecellîyât-ı Hakk’ı görür, kulak enbiyâ ve evliyâ kelâmı dinler, tad alınan âzâlar Hakk’ın nehy ettiği şeylerden sakınır, akıl, fikir, hayâl hep Hak ile meşgûl olur durur.

Melâmet üzredir dâim olanlar noktadan âgâh
Tecerrüd eyleyenler mâsivâdan hep görür Allâh

Hak Dost, mâsivâ orucu(na) tut(ul)mayı nasîb eder, mümin ayı sonunda cemâliyle herdem.bayrâm idrâki ikrâm eder, birliğiyle (ir)şâd eder, esrârına hayran eder inşâallâh

Hakîkatine erilen oruç, benlik karanlığına bayram güneşinin doğması için Haktan inen “bir.gel” emridir.

Kendini terk ederek, benliği sâhibine vererek oruç tutmak marifetinin nihâyeti Hakk’ın varlığıyla bayrâm etmek olur. Hakk’ın varlığı ise insanın güneşinin doğması yâni dîdârın görülmesiyle idrâk edilir. Gerçek bayram namazı da batmayan bir güneşin doğmasıyla, gerçeğe u.yanınca, rengine aşkın cümle boyanınca kendinden kendine ikâme edilir vesselâm

İşbu manânın feth ü küşâd olunmaklığı niyeti ile, üzerimize güneşi doğan 1440 yılının Ramazân-ı mağfiret-nişânı vesîle bilerek, bu mübârek ayın ruhâniyetine pek muvâfık düşen bir kıssayı Mesnevî-i Ma’nevî dilinden ikrâm etmek dileriz

حکایت مارگیر کی اژدهای فسرده را مرده پنداشت در ریسمانهاش پیچید و آورد به بغداد
Yılancının donmuş bir ejderhayı ölü sanarak iple bağlayıp Bağdat’a getirmesi
yilan_mesnevi

Nefs ejderhâst ü key murdeest
Zân ki ez-bî-âletî efsürdeest

Ejderhâdır nefs kim demiş öldüğünü
Ortam müsâit değil ondan bu ölgünlüğü
Sakın nefsin öldüğünü zannetme, imkansızlıktan, mevsimsizlikten, ortamın müsâit olmayışından uyuşmuş kalmış yaz gelince, eline bir fırsat geçince gör nasıl canlanır!

یک حکایت بشنو از تاریخ‌گوی ** تا بری زین راز سرپوشیده بوی
Eski vakâları bilen târih söyleyiciden bir hikâye dinle de bu üstü örtülü sırdan sen de kokular alasın.

مارگیری رفت سوی کوهسار ** تا بگیرد او به افسونهاش مار
Bir yılan tutucu, efsûnlarıyla yılan tutmak üzere dağlara doğru gitti.

گر گران و گر شتابنده بود ** آنک جویندست یابنده بود
Arayan ister yavaş gitsin, ister hızlı, nihâyet aradığını bulur.
Bu beyt-i şerîfte “Men talebe vecedde vecede: Kim ki istedi ve ciddi gayret gösterip çalıştı, aradığına nâil oldu” hadîs-i şerîfine işâret buyrulur. “Kim ihlâs ile istediği şeyde gayret gösterirse, elde eder.” bir düstûr-u hakîkattir.

در طلب زن دایما تو هر دو دست ** که طلب در راه نیکو رهبرست
İki elini de aramadan çekme. Arama, yolda en iyi bir kılavuzdur.

Sen Hak yolunda iki elinle talebe yapış ve Hakk’a vusulü murâd et zîrâ aramak ve istemek aşk ve muhabbet şevkiyle olur ve böyle kemal-i muhabbetle vaki’ olan taleb Hak yolunda iyi bir rehber ve kılavuzdur. Arayıcı, arayan kimseye Farisî dilinde cûyende derler.

Aşk ile gelin tâlib ü cûyende olalım
Zevk ile safâlar sürelim zinde olalım
Hazret-i Mevlânâ’ya gelin bende olalım
Semâ safâ, câna şifâ, rûha gıdâdır

لنگ و لوک و خفته‌شکل و بی‌ادب ** سوی او می‌غیژ و او را می‌طلب
Topal olsan, sakat olsan bile, uyuklar gibi halde, hatta edepsizcesine de olsa ona doğru kımıldan, onu ara.

Ey sâlik, kalbinde Hak muhabbeti ve ona vusul talebi olsun da her ne halde olursan ol, o tarafa sürüne sürüne ve düşe kalka da olsa yürü ve behemehâl onu taleb et!

گه بگفت و گه بخاموشی و گه ** بوی کردن گیر هر سو بوی شه
Gâh lâfla gâh susarak, gâh şuraya buraya boynunu uzatarak, o padişahın kokusunu almaya çalış.

Gâh söz ile ve gâh sükût ile kalbinden onu iste! Ve gâh her tarafta o şâh-ı hakîkî olan Hakk’ın kokusunu koklamaya çalış!

گفت آن یعقوب با اولاد خویش ** جستن یوسف کنید از حد بیش
Yakup, oğullarına “Yusuf’un kokusunu haddinden fazla arayın” dedi.

Ey oğullarım! Gidin de Yusuf’u ve kardeşini (bütün duygularınızla) iyice araştırın, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez. [Yûsuf:87] ayet-i kerimesinde beyan buyrulduğu üzere, evladlarına Yusuf’u ve kardeşini taleb etmek ve aramakla emr etti. Ayet-i kerimenin ma’na-yı işârîsi Yusuf-i hakîkîyi ve cemâl-i mutlak-ı Hakk’ı taleb etmektir.

هر حس خود را درین جستن بجد ** هر طرف رانید شکل مستعد
Siz de her duygunuzu istidatlı bir hâle getirin de her yanda adamakıllı onu araştırın.

Havass-i zâhire (beş duyu) ve bâtınanızı (akıl, kalp, ruh, vicdan, latîfe) revh (rahatlık, huzur) ve rahmet-i ilahiyyeyi kemal-i ciddiyyetle aramak hususunda, müstaid bir şekilde her tarafa bir projektor gibi sürünüz. Mesela gözümüz tecelliyat-i Hakk’ı görsün, kulağımız enbiyâ ve evliyâ kelâmını dinlesin; hiss-i zâika (dil) ve şâmme (burun) ve lâmisenizi (dokunma duyusu) Hakk’ın nehy ettiği şeylerden saklayınız; kuvve-i müfekkire ve hayâliyyenizi Hak’la meşgûl ediniz.

گفت از روح خدا لا تیاسوا ** همچو گم کرده پسر رو سو بسو
Allah, “Allah lütfundan meyus olmayın, ümit kesmeyin” dedi. Çocuğunu kaybetmiş Yakup gibi sen de bucak bucak yürü.

Yani Ya’kûb (a.s.) evlatlarına “lâ teyesû min ravhi(A)llâh” [Yûsuf:87] yani “Allah’ın cana can katan rahmetinden ümit kesmeyiniz” dedi. Ve Hak Teala hazretleri bunu kelam-i şerîfinde bize ihbar buyurdu. Binâenaleyh ey salik, sen dahi bu nasihatden ibret alarak, Allah’m rahmetini aramak için, oğlunu gaîb etmiş olan kimse gibi köşe bucak gez ve durma yürü!

از ره حس دهان پرسان شوید ** گوش را بر چار راه آن نهید
Onu ağzınızla sorup soruşturun. Dört yana kulak verip onu araştırın!

“Ağız hissinin yolu”ndan murad kelamdır. “Dört yol”dan murad, şark, garb ve cenûb ve şimaldir. Ya’ni “Hakk’ın rahmetini ve insan-i kâmilin vücûdunu lisanen ehlinden sorucu olunuz ve bu haberi duymak için de kulağınızı bütün yönlere çeviriniz belki bu yollardan size bir haber-i sâdık gelir! zîrâ insan-ı kâmilin vücûdu rahmet-i ilahiyyedir. Nitekim bu Mesnevî’de Cenâb-ı Pîr efendimiz şöyle buyururlar:

زان بیاورد اولیا را بر زمین ** تا کندشان رحمة للعالمین
Allah, velîleri âlemlere rahmet olmak üzere yeryüzüne getirmiştir.

هر کجا لطفی ببینی از کسی ** سوی اصل لطف ره یابی عسی
Nereden bir güzel koku alırsan koklayın. Ne taraftan o âşinanın kokusunu alırsanız o tarafa yürüyün!

Her nereden latîf bir koku gelirse koku götürün, o sır tarafına ki, o tarafın âşinâsısınız. “Latîf koku”dan murâd, sıfat-ı kemâliyyedir. Yani her kimi sıfat-ı kemâliyye ile mevsûf görürseniz biliniz ki, sıfat-ı kemâliyye ile mevsûf olan Zat-ı Hak bu mazhardadır ve o da insan-i kamildir; binaenaleyh ondan koku aldığınız vakit, o sırr-ı zuhûr tarafuna kasd edin zira sizin hakîkatiniz o sır tarafının âşinâsıdır.

هر کجا لطفی ببینی از کسی ** سوی اصل لطف ره یابی عسی
Nerede bir kişiden lütuf görürsen o adama mukayyet ol… Belki o lütfun aslına, kaynağına yol bulursun, olur ya!

Her nerede bir kimseden, bu sıfat-i kemaliyyeden bir letâfet görursen; ola ki o letâfetin ve sıfat-i kemaliyyenin aslı olan Zat-i Hak tarafına çok yol bulasın.

این همه خوشها ز دریاییست ژرف ** جزو را بگذار و بر کل دار طرف
Bütün bu hoşluklar, derin, ulu bir denizdendir. Sen cüzü bırak da külle dön.

Bu vücûd-i izâfî âleminde gördüğün bütün hoş, güzel ve latîf şeyler, ucu bucağı bulunmayan cemâl-i mutlak-ı Hak deryâsındandır binâenaleyh O’nun cuz’i olan bu güzellikleri bırak da o cemâl-i mutlaka ve bu cüz’lerin küllüne göz dik!

Gören nûr-ı cemâl-i Mutlak’ı mir’ât-ı eşyâda
Ma‘iyyet sırrını idrâk eder sûretde ma’nâda

جنگهای خلق بهر خوبیست ** برگ بی برگی نشان طوبیست
Halkın savaşları hep güzellik içindir, hep iyilik içindir. Fakat yoksulluk azığı yok mu, asıl saadet nişanesi odur.

Halkın bütün kavgaları ve mücâdeleleri bu mecâzî güzelliği elde etmek içindir; ve nerede müzeyyen ve muhteşem birini görürler ise, onun başına üşüşürler. Halbuki bu zînet-i zâhiresizlik zâdı (surette süssüz olma rızkı) ve sermaye-i fakir (yokluk hazinesi) saadet nişânıdır ve insan-i kâmilin alâmetidir.

خشمهای خلق بهر آشتیست ** دام راحت دایما بی‌راحتیست
Halkın kızışları sulh içindir ama rahata ulaşma tuzağı, daima rahatsızlıktır, zahmetle rahata ulaşılır.

Halkın hışımları ve cenkleri, sulh ve rahatı elde etmek içindir. Halbuki rahatın
tuzağı daima rahatsızlıktır yani rahatsız olmadan, rahat elde edilemez.

Râhat ile istedim vaslını kahretti bana,
Derde düşüp ağlayınca güldü cânânım benim

Hiç şüphe yok ki, halkın hışımları ve cenkleri kendilerinin rahatsızlığıdır fakat bunu esbâb-i istirahatdan olan sulh için ihtiyar ederler. Binaenaleyh iki
zıddın birisi, diğeri için ihtiyâr olunur.

هر زدن بهر نوازش را بود ** هر گله از شکر آگه می‌کند
Her sille, okşamak içindir… Her şikâyet, insana şükretmeyi andırır.

Darb-ı şerîf, tehzîb-i ahlak içindir; babanın evlâdını dövmesi, terbiye içindir ve üstâdın şâkirdini dövmesi de ta’lîm-i san’at içindir. Tehzîb-i ahlak ve terbiye ve ta’lim-i san’at ma’nada okşamaktır. Kahr-i ilâhî de bunun gibidir. Ve keza her şikâyet kendisinin zıddi olan şükrün varlığından haber verir.

بوی بر از جزو تا کل ای کریم ** بوی بر از ضد تا ضد ای حکیم
Ey kerem sahibi, cüzden kül kokusunu al… Ey hakîm, zıttan zıddı istidlâl et!

Cüz’den küll’e, parçadan bütüne kadar koku götür; ey hakim, zıttan zıta kadar koku götür. Ey kerîm, küll olan vücûd-i hakîkinin izâfâtından bulunan bu âlem-i cüz’ideki cenk ve sulhu ve rahatı ve rahatsızlığı ve dövmeyi ve okşamayı ve şikâyeti ve şükrü ve emsâli ahvâl-i mütekâbileyi (karşılıklı halleri) gör ve bunların kokusunu ve-ila(A)llâhi turce’u-l-umûr [Bakara:210] “Bütün işler döner Allah’a varır” ayet-i kerimesinin hükmüne uyarak, küll olan vücûd-i hakîkîye kadar götür ve anla ki, bunlar o tek vücûdun sıfat ve esma-i mütekâbilesi işlerindendir. Ve ey hakîm olan kimse, zıddan zıdda kadar koku götür de eşânın zıddıyla inkişâf ettiğini (ortaya çıkıp geliştiğini) oku artık!

جنگلها می آشتی آرد درست ** مارگیر از بهر یاری مار جست
Doğrusu savaşlar, barışa sebep olur. Yılancı da kim için yılan aradı.

Yâni cenklerin ve kavgaların netîcesinde iki taraf kuvvetten düştüğü cihetle, sağ ve sâlim sulh peydâ olur. Ve kezâ yılan tutucu, o korkunç bir hizmet olan yılan aramayı ve yakalamayı ancak tuttuğu yılan kendisine yâr olmak ve o sâyede para kazanıp menfaat bulmak için ihtiyâr eder.

بهر یاری مار جوید آدمی ** غم خورد بهر حریف بی‌غمی
İnsan, geçim için, rahatlık için yılan arar, gamdan kurtulmak için gam yiyip durur.

Âdemoglu, maişetinin te’mini hususuna yarlık ve muâvenet için yılan tutmak peşinde koşar. Gamsız olan yılanın dostluğu için gam yer. “Gamsız harif”den murad yılandır zira hayvan yer ve içer ve âdemoğlu gibi uzun düşünceleri, dertg ve kaygısı olmadığı için, gıdasının faydasıı görüp semirir ve âdem ise yer ve içer ve uzun düşünceerden, arkası gelmez dertlerinden gem ve kederinden gün geçtikçe erir. Zâten meşhur sözdür: duvarı nem, insanı gam yıkar.

Âdemogğlu yılan tutup oynatacak ve para kazanıp maîşetini te’mîn ettikten sonra gamsız ve müsterîh olacaktır. İşte bu gamsızlık ümidiyle gam yiyicilik yapar.

او همی‌جستی یکی ماری شگرف ** گرد کوهستان و در ایام برف
O da o karda, kışta dağları dönüp dolaşmakta, iri bir yılan arayıp durmaktaydı.

اژدهایی مرده دید آنجا عظیم ** که دلش از شکل او شد پر ز بیم
Derken bir dağda iri bir ölmüş yılan gördü. Şekli bile gönlünü dehşetle dolduruyordu.

مارگیر اندر زمستان شدید ** مار می‌جست اژدهایی مرده دید
Yılancı, o şiddetli kış mevsiminde yılan ararken o koskoca ölü ejderhayı gördü.

مارگیر از بهر حیرانی خلق ** مار گیرد اینت نادانی خلق
Yılancı, halkı hayretlere düşürmek için yılan tutar. İşte sana halkın bilgisizliği!

آدمی کوهیست چون مفتون شود ** کوه اندر مار حیران چون شود
İnsan, bir dağa benzer, dağ nasıl meftûn olur, nasıl olur da bir dağ bir yılana hayran olur?

İnsanın taayyünü birçok zâhiri ve bâtinî kuvvânın hey’et-i mecmûasıdır ve esmâ-i ilâhîyye cem’iyyetine mazhariyyet isti’dâdındadır. Bu taayyün üzerinde türlü türlü cemâdât ve nebâtât ve hayvanât olan bir dağa benzer. Bu kuvâ arasındaki kuvve-i nefsânîyyesi yılan mesâbesindedir. Garibdir ki kendisinde bulunan birçok kuvâ-yı latîfeyi bırakip bu yılan mesâbesindeki nefsinin meftûnu ve meclûbu olur. (çekimine kapılır) Böyle bir koca dağ, nasıl olup da yılana hayrân olur?

خویشتن نشناخت مسکین آدمی ** از فزونی آمد و شد در کمی
Yoksul âdemoğlu kendisini tanımadı, bilmedi, fazilet makamından gelip bu noksan âlemine düşüverdi.

İnsan, kendisinin birçok zâhiri ve bâtinî kuvvânın hey’et-i mecmûasıdır ve esmâ-i ilâhîyye cem’iyyetine mazhariyyet isti’dâdında olduğunu bilemedi ve kendi hakîkatini tanıyamadı. O bîçâre insan böyle ziyâdelik cihetinden geldiği halde, kuvve-i nefsânîyyesine meftûn olmakla noksanlığa gitti, kendi ve kendisinin mâdûnu olan hayvanlığa meyl etti.

خویشتن را آدمی ارزان فروخت ** بود اطلس خویش بر دلقی بدوخت
İnsan kendisini ucuz sattı. Atlastı, kendini bir hırkaya yamadı gitti!

Âdem bu kadar kuvâ-yı zâhîre ve bâtineyi câmi’ iken, kendisini bu kuvâ arasında en suflî olan ve yılan mesâbesinde bulunan kuvve-i nefsânîyyesine sattı. Meselâ bir atlas idi, kendisini pejmürde bir palasa dikip yama yaptı; hiç olacak iş mi!

ای نسخهٔ نامهٔ الهی که توئی
وی آینهٔ جمال شاهی که توئی
بیرون ز تو نیست هرچه در عالم هست
در خود بطلب هر آنچه خواهی که توئی
Ey insan, sen nâme-i ilâhînin nüshâsısın; cemâl şâhının âyinesi sensin. Âlemde her ne varsa, senden hâriç değildir. Dilediğin her şeyi kendinde ara zîrâ
hepsi sensin!
alemi_kebir
دواؤك فيك وما تشعرداؤك منك وما تبصر
تحسب أنك جرم صغيروفيك انطوى العالم الأكبر
Zannedersin suretin cirmi sagîr
Sende cem olmuştur âlemi kebîr

Kendi kadrini (âlem-i kebîr) bilmemek, cehâlet olarak (cism-i sagîr) kişiye yeter.[Hz. Ali kerremallâhu vechehu]

Büyük insan odur ki bilir küçüklüğünü, küçük insan odur ki bilmez büyüklüğünü…

صد هزاران مار و که حیران اوست ** او چرا حیران شدست و ماردوست
Yüz binlerce yılan ve dağ, ona hayranken o, niçin hayretlere düştü, yılan sevdasına kapıldı?

Her biri nefs-i hayvânî sâhibi olan yüz binlerce dağın yılanları, cem’iyyet-i esmâiyyeye mazhariyyet isti’dadını hâiz olan insanın hayrânıdır ve hepsi kendilerini insanın mâdûnunda görüp kaçarlar. Hal böyle iken o insan niçin kendi nefs-i hayvânîsine hayrân ve esîr olmuş ve kendisine o yılanı dost ittihâz etmiştir?

مارگیر آن اژدها را بر گرفت ** سوی بغداد آمد از بهر شگفت
Yılancı, o ejderhayı tutup, halkı hayrete düşürmek için Bağdat’a geldi.

Bu beyt-i şerifde kıssanın zâhîri beyan buyurulur; ma’na-yı işârîi yukarıdaki
îzâhâtdan anlaşılır.

اژدهایی چون ستون خانه‌ای ** می‌کشیدش از پی دانگانه‌ای
Birkaç para elde etmek için o çadır direği gibi ejderhayı çekip sürükledi.

کاژدهای مرده‌ای آورده‌ام ** در شکارش من جگرها خورده‌ام
“Ölü bir ejderha getirdim. Avlamak için ne zahmetler çektim” diyordu.

Yâni o yulan tutucu adam, halkı başına toplayıp, işte ben böyle dehşetli ve azîm bir ejderhâyı nice zahmet ve meşakkatle avladım ve ölüdürp getirdim diye, hüner göstermek ve halkı taaccübe ve hayrete düşürmek için yılanı Bağdat’a getirdi.

او همی مرده گمان بردش ولیک ** زنده بود و او ندیدش نیک نیک
O, ejderhayı ölü sanıyordu. Fakat iyi dikkat etmemişti. Ejderha diriydi.

او ز سرماها و برف افسرده بود ** زنده بود و شکل مرده می‌نمود
Kıştan, kardan, soğuktan donmuştu. Diriydi ama ölü gibi görünüyordu.

عالم افسردست و نام او جماد ** جامد افسرده بود ای اوستاد
Âlem de donmuştur da adı cemâd olmuştur. Üstadım, câmid, donmuş (demek) olur.
Arapça cumûd “donmak”tan câmid, donmuş, cansız demektir.

باش تا خورشید حشر آید عیان ** تا ببینی جنبش جسم جهان
Mahşer güneşi doğuncaya dek sabret de âlem cisminin hareketini gör.

Ma’lum olsun ki vücûd ve varlık birdir, o da vücûd-i hakîki-i Hak’dır. Bizim âlemimiz ve fezâ-yı bî-nihâyedeki avâlim-i kesîfe o vücûd-i hakîkînin izâfâtından ve onun bi’l-kesâfe merâtibe tenezzülünden, cisim sûreti giyinmesinden ibârettir ve vücûd-i hakîkînin sıfat-ı sübûtîyyesi vardır ki, onlar da Hayat, İlim ve Sem’, Basar, İrade, Kudret ve Kelam ve Tekvin’dir. İmdi vücûd-i hakîkînin mertebe-i şehâdete tenezzülünde cemâd, nebât, hayvân ve insân olarak dört sınıf hâsıl olmuştur. Sıfat-ı Hayat, cemad sınıfında bâtın ve mestûr ve nebâtâtda nümûv (neşv ü nema bulma, büyüme) sûretiyle mahsûs, hayvânâtda zâhir ve insanda azhardır, besbellidir. Sıfat-ı sâirenin nisbetleri de boyledir. Bu âlem kesîf ve müncemid (donmuş, katılaşmış) olduğundan onlarda bu sıfatların eserleri yoktur zannolunur fakat zuhûr butûna (dış, içe, grünen, gizliye) ve mülk, melekûta münkalib olduğu vakit, müncemid ve donuk olan cism-i cihânın hayatı ve hareketi zâhir ve âşikâr olur ve dünyâda vücûdu inkâr olunan ahvâl, âlem-i melekûtta müşâhede olunur.

Nitekim âsilerin a’za ve cevârihi, isyanlarına şehâdet edip söyleyeceklerdir.
Ve bu ma’nâ sûre-i Fussilet’te beyan buyrulur:

Nihâyet oraya geldikleri zaman onlar ne yapıyor idiyseler, kulakları, gözleri, derileri kendilerinin aleyhinde şâhitlik edecektir. Derilerine (şöyle) dediler (derler): «Bizim aleyhimize neye şâhitlik ettiniz»? Onlar da «Bizi, dediler (derler), her şey’i söyleten Allah söyletdi. Sizi ilk defa O yaratmıştır. Yine ancak Ona döndürü(lüp götürü)lüyorsunuz. [Fussilet:20-21]

چون عصای موسی اینجا مار شد ** عقل را از ساکنان اخبار شد
Musa’nın elinde asâ, yılan oldu ya… Bütün âlemi de buna kıyas et.

Vaktaki cemad sınıfından olan Musa’nın (a.s.) asâsı, bu âlem-i kesâfet olan
dünyâda yılan oldu ve bâtındâki hayat zuhûra geldi, bu hal, sâkinlerin
yâni câmidlerin bâtındaki hallerinden akl-i beşere haber vermek oldu.

پاره‌ی خاک ترا چون مرد ساخت ** خاکها را جملگی شاید شناخت
Senin bir avuç topraktan ibaret olan varlığını nasıl bir cisim haline getirir? Bütün toprakları da bilgi ve anlayış sahibi bilmek gerek.

Ey insan, senin bu cismin bir toprak parçası değil midir? Ve sen cevher-i arzdan mütevellid değil misin? Sen bir câmid toprak parçası iken, Hak Teala hazretleri seni nasıl idrak ve ma’rifet sahibi bir adam yaptı? Bundan anla ki bütün topraklara da senin gibi ma’rifet ve idrak îcâb eder.

Ma’lum olsun ki, cemadat ve nebatat ve hayvanat, kendilerini halk eden Rablerini, ma’rifet-i tabiiyye-i fıtrîyye ile ârifdir ve bunun böyle olduğu fikren ve tahyilen değil, keşfen ya’ni zevkan ve şuhûden ve açık delîl ile sabittir.

İmdi kâffe-i mevcûdatın zî-hayat olduğu hakkındaki delîl-i naklî, Hak Teâlâ hazretleri’nin:

Göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez kendileri de gölgeleri de sabah, akşam Allah’a secde eder. (Ona boyun eğmeye mecburdurlar.) [Ra’d:15]

Göklerde olan ve yerde bulunanlar, Melik (mülkünde istediği gibi tasarruf eden), Kuddûs (bütün noksanlıklardan münezzeh olan), Azîz (kudreti dâimâ üstün gelen), Hakîm(her işi hikmetli olan) Allah’ı tesbîh eder. [Cum’a:1]

Yedi gök ile yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbîh eder. Ve O’na, hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat (siz) onların tesbihlerini anlamazsınız. Şübhesiz ki O, Halîm (azabda hiç acele etmeyen)dir, Gafûr (çok bağışlayan)dır. [İsrâ:44]

ayet-i kerimeleridir zira semâvât ve arzdaki mevcudatın cümlesi secde ve tesbih edebilmek için zî-hayat olmaları lazımdır ve ehl-i keşf indinde de mevcudâtın kâffesi zî-hayattır. Onlar bunu müşâhede ederler. Ve delîl-i aklî dahi budur ki, vücûd birdir; o da Hakk’ın vücûdudur; eşyânın vücûdu ise vücud-ı Hakk’a muzaf olan (bağlı) bir vücûd-i i’tibârîdir (sanal.) Vücud, Hakk-ı vâhidin vücûdu olunca, Hakk’ın Hayat’ı ve ilm’i, cemî-i zerrât-ı kevnîyyeye sâri olmuş, (varlığın bütün zerrelerine nüfûz etmiş olur. Şu kadar ki mahallin ve mazharların taayyünü müsâid olmadıkça, hayat ve idrak mazharın bâtınında kalır.

مرده زین سو اند و زان سو زنده‌اند ** خامش اینجا و آن طرف گوینده‌اند
Bunların hepsi de bu âleme göre ölü, fakat hakikat âleminde diridir. Burada susup duruyorlar ama orada söylemekteler.

Câmidler bu âlem-i mülk ve şehâdet tarafından bakılırsa ölü halindedirler
ve âlem-i melekût tarafından bakılırsa diridirler ve keza âlem-i şehâdette sâkit ve söz söylemez bir haldedirler ve fakat âlem-i melekût tarafında hepsi söz söyleyici bir haldedirler.

چون از آن سوشان فرستد سوی ما ** آن عصا گردد سوی ما اژدها
Onları hakikat âleminden bize yolladılar mı işte asâ, bize ejderha kesilir.

Hak Teâlâ hazretleri câmid olan şeyleri melekûtiyetleri cihetinden bizim tarafımıza yâni âlem-i şehâdete gönderdiği vakit, câmid olan asâ-yı Musa (a.s.) bizim tarafımızda ve âlem-i şehâdette ejderhâ olarak zâhir olur ve onun bâtınındaki hayat meydana çıkar.

کوهها هم لحن داودی کند ** جوهر آهن بکف مومی بود
Dağlar, sese gelir, Davut’la beraber ırlar, ilahi okur, demir bile avucunda mum gibi yumuşar.

Bu beyt-i şerîfte sure-i Sebe’de olan şu ayet-i kerimeye işâret buyrulur:

Andolsun ki biz Dâvuuda bizden bir imtiyaz verdik. «Ey dağlar, onunla birlikde tesbîh edin» (dedik), kuşlara da (bunu emretdik). Ona demiri de (mum gibi) yumuşatdık. [Sebe:10]

Yâni dağlar câmid (cansız, donuk) ve kuşlar gayr-i nâtık (konuşamaz) oldukları halde Davud (a.s.)in terennümât ile vaki’ olan tesbihât ve münâcâtını tekrar ederlerdi ve demirin sertliği gidip onun elinde mum gibi yumuşacık olurdu.

باد حمال سلیمانی شود ** بحر با موسی سخن‌دانی شود
Rüzgâr, Süleyman’a mensûb hamal olur, onu yüklenir, taşır; deniz Musâ ile söz bilici olur.

Süleymân’a da rüzgârı (boyun eğdirdik)! (Öyle ki) sabah gidişi bir ay(lık mesâfe), akşam dönüşü de bir ay(lık mesâfe)dir. [Sebe:12]

Bunun üzerine, Musa’ya: “Asânla denize vur!” diye vahyettik. [Musa söyleneni yapınca] deniz ortadan yarıldı; öyle ki, açılan yolun her iki yanında sular koca dağlar gibi yükseldi. [Şu’arâ:63]

Yâni rüzgâr ve deniz cemâddan oldukları halde, her birisi kendilerine tebliğ olunan emirleri idrak edip itâat eylediler.

ماه با احمد اشارت‌بین شود ** نار ابراهیم را نسرین شود
Ay, Ahmet’in işaretini emrini anlar, fermanına uyar; ateş, İbrahim’e ağustos gülü olur.

Ay, Ahmed (sav) Efendimiz’in mübârek parmaklarıyla vâki’ olan işaretini görüp
yarılır. Nitekim ayet-i kerîmede buyrulur:

Kıyamet yaklaştı, kamer (ay ikiye) bölündü. (Kâfirlerin, Hz. Peygamberden bir mucize istemeleri üzerine ayın ikiye bölünme hadisesi olmuştur.) [Kamer:1]

Ve Nemrud’un ateşi İbrahim-i Halîl (a.s.) için nesrin yâni güzel kokulu beyaz gül olur.

خاک قارون را چو ماری در کشد ** استن حنانه آید در رشد
Toprak, Karun’u yılan gibi içine çeker, yutar; Hannâne direği rüşde gelip akla, fikre sahip olur.

Karûn, Musa (a.s.) zamanında ziyâde mal sahibi bir kimse idi; Musa aleyhisselâm’a muhâlefeti yüzünden yere battı. Nitekim âyet-i kerimede buyrulur:

Ve sonunda Kârûn’u da, sarayını da yerin dibine geçirdik. [Kasas:81]

“Hannâne” nevha edici, ağıt tutucu ma’nasina olup, zaman-i saadette Nebiyy-i zîşân Efendimiz’in mescid-i şeriflerinde dayanıp hutbe okuduğu, hurma kütüğünden bir direğin adıdır. Yeni minber yapılınca, Hannâne’nin yanına gitmedi. Ondan ağlama seslerini, bütün cemâat işitti. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz minberden inip, Hannâne’ye sarılınca, sesi kesildi; “Eğer sarılmasaydım, benim ayrılığımdan kıyâmete kadar ağlardı” buyurdu.

سنگ بر احمد سلامی می‌کند ** کوه یحیی را پیامی می‌کند
Taş, Ahmet’e selâm verir; Dağ Yahya’ya haber yollar.

Yâni hadîs-i şerîfte ihbâr buyrulduğu üzre, taşlar Ahmed (sav) Efendimiz’e selam verir ve dağ, Yahudilerin elinden firarı üzerine Yahya aleyhisselâm’a “Bana kaç!” diye haber verir. Bu beyitlerde cemâdâtın kelâmlarına işâret buyrulur.

ما سمعیعیم و بصیریم و خوشیم ** با شما نامحرمان ما خامشیم
Hepsi de bunlara “ Biz size karşı duyar, görürüz… sizinle hoşuz, neşeliyiz. Fakat nâmahremlere karşı susup durmaktayız” derler.

Yukarıdan beri vâki’ olan îzâhâttan anlaşlacağı üzere cemâdât, biz işitir ve görürüz ve latîfiz fakat ey ehl-i sûret, ey kabuktan öteye yolu olmayanlar, biz sizlere karşı nâ-mahrem ve sâkit bir haldeyiz derler.

چون شما سوی جمادی می‌روید ** محرم جان جمادان چون شوید
Ama siz bir cemâd(lık tarafın)a gidiyor, ona yöneliyorsunuz. Artık cemâtların canına, sırrına nasıl mahrem olursunuz ki?

Cenâb-ı Pîr buyururlar ki: “Ey ehl-i suret, mademki siz cemâdlık ve cismânîyet tarafına meyl ediyorsunuz ve mülk âleminin tabîi kanunları mukayyed bulunuyorsunuz ve melekût âleminin ahvâli size karşı mestûr, örtülü kalıyor; o halde nasıl cemâdların canının ve bâtınının mahremi olursunuz?”

از جمادی عالم جانها روید ** غلغل اجزای عالم بشنوید
Cematlardan can âlemine gidin de âlemin cüzlerinin ahengini duyun!

فاش تسبیح جمادات آیدت ** وسوسه‌ی تاویلها نربایدت
O vakit cansız (sanılan) şeylerin tesbîhlerini apaçık duyarsın da tevîl vesveselerine kapılmazsın.

Yân Ey sâlik sen âlem-i cemâddan, âlem-i ervâha ve melekûta hâlen ve zevkan müteveccih olursan, cemadâtin tesbîhi sana açık olarak zâhir olur. Yâni zâhir ve bâtın kulakların birleşip, onların tesbîhlerini lisan-ı zâhir ile vâki’ olan tesbîhât gibi işitirsin ve artık ulemâ-yı zâhir gibi

Yedi gök ile yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbîh eder. Ve O’na, hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat (siz) onların tesbihlerini anlamazsınız… [İsrâ:44]

ayet-i kerimesiyle, emsâli ayât-i kur’anîyyeyi te’vîl vesvesesi, başka bir manây yorma hâli sana musallat olamaz. Zira ulema-yi zâhir bu ve emsali ayat-i kur’aniyyenin tefsirinde derler ki: “Cemâdât yaratıcıya ve kudretine ve hikmetine delâlet cihetinden, lisan-ı hâl ile tesbih ederler” ve güyâ bununla nutk ederler ve gayreti dinîye ile keennehu Allah Teala’ya ortak koşmaktan vesâireden tenzîh ederler.

چون ندارد جان تو قندیلها ** بهر بینش کرده‌ای تاویلها
Can âleminde kandiller yok da görmek için tevîllere yapışıyorsun.

“Kandiller”den murad, nur-i keşf ve vicdândır. Ey eşyânın zâhirini görüp bâtınlarından kör olan kimse, mâdemki senin ruhunda nur-i keşf yoktur, zikr olunan ayât-i kur’aniyyeyi, bunların tesbihlerinin görünüşü için, te’viller etmişsin yani bunların tesbîhâtu zâhiren görülemez diye te’vilâta kalkışmışsın veyahut onların görünüşü, görenin tesbîhine sebeb olur diye te’vîl edip dersin:

که غرض تسبیح ظاهر کی بود ** دعوی دیدن خیال غی بود
“Tespihten maksat, nasıl olur da zâhirî tespih olur? Bu tesbîhte bulunan, cansız şeyleri görmek de sapıklıktan başka bir şey değil.”

Ki “Cemadatin tesbihinden garaz, hiç tesbih-i zâhir olur mu? Bunların tesbihlerini işitmek ve görmek da’vası, dalâletden mütevellid bir hayâldir ve evhamdir.”

بلک مر بیننده را دیدار آن ** وقت عبرت می‌کند تسبیح‌خوان
Doğrusu şu: onları gören, ibret alır da Allah’ı tesbîh eder.

Beiki her gören kimseyi, o cemadatın görünüşü, ibret almaya sevk edip tesbîh okuyucu eder, subhânallâh dedirtir.

پس چو از تسبیح یادت می‌دهد ** آن دلالت همچو گفتن می‌بود
“Sana Allah’ı tesbîh etmeyi hatırlıyor ya… İşte bu tesbîhe delil olmaları, onlarıb tesbîh etmesi demektir” dersin.

Mâdemki cemâdâtın görünüşü senin hatrına Hakk’ı tesbih etmeyi getiriyor ve seni Hakk’in tesbihine yönlendiriyo; işte o delalet “Hayra delalet eden, o hayrın fâili gibidir” fehvâsınca, o cemâdâtın tesbîh söylemesi gibi olur.

این بود تاویل اهل اعتزال ** و آن آنکس کو ندارد نور حال
Îtizal ehlinin tevili budur işte. Hal nuruna sahip olmayan kişinin işi budur.

İşte ehl-i î’tizal’in ve zâhir ulemâsının, Kur’andaki naslar (kesin hükümler) akkındaki te’vili, bu zikr eylediğimiz vech ile olur zira onların te’villerinin esâsı budur ki: “Cemâdâtın hayatı yoktur ve nutk-ı tesbih hayatsız olmaz. Binaenaleyh murad, hakikat-i tesbih degildir belki vahdaniyyete delalet etmeleridir.” Halbuki ayet-i kerîmede

Sonra duman hâlinde bulunan göğü kasdetti de ona ve yere: “İsteyerek veya istemeyerek gelin!” dedi. (İkisi de:) “İtâat edenler olarak (isteye isteye) geldik!” dediler.[Fussilet:11]

Yâni “Hak Teala semavât ve arza tav’an (isteyerek) yahud kerhen (zorla) vücûd-pezîr olunuz, varlık gösteriniz” buyurdu; onlar da biz itaat edici olduğumuz halde geliriz dediler” buyrulduğuna nazaran cemad nev’inden olan semavat ve arzın hitab-ı izzet’i işittiklerini ve cevab verdiklerini te’vîle mahal yoktur. İmdi kendisinde nur-i hal ve müşâhede-i bâtın olmayan kimsenin vay hâline!

چون ز حس بیرون نیامد آدمی ** باشد از تصویر غیبی اعجمی
İnsan, duygudan çıkmadı mı gayb âlemine tamamıyla yabancıdır.

İnsan, zevâhir-i eşyâdan (eşyanın dış yüzünden) ma’lumat alan havass-i hamse-i zâhiresinin (beş duyu) hüküm ve te’sirinden kurtulmadıkça âlem-i gaybın hallerini tasvîrden acemî, yâni gâfil ve câhil olur.

این سخن پایان ندارد مارگیر ** می‌کشید آن مار را با صد زحیر
Bu sözün sonu gelmez… Yılancı, o yılanı yüzlerce zahmetle çeke çeke

تا به بغداد آمد آن هنگامه‌جو ** تا نهد هنگامه‌ای بر چارسو
Bağdat’a kadar geldi o maceracı adam, çarşıda bir hengâmedir koparmak için

بر لب شط مرد هنگامه نهاد ** غلغله در شهر بغداد اوفتاد
Yılanı Şat kıyısına koydu. Bağdat şehrinde bir gürültüdür koptu

Ortalığı velveleye veren o yılan tutan adam, o tuttuğu ejderhâyı Dicle nehri kenarına koydu. Halk böyle bir yılanın vücûdundan haberdâr olunca Bağdat içine bir gulgule düştü, şehir sallandı; dediler ki:

مارگیری اژدها آورده است ** بوالعجب نادر شکاری کرده است
“Bir yılancı ejderha getirmiş, acayip görülmemiş mefret (çok büyük, cüsseli) bir şey. Nasıl da avlamış?” diye…

“Birisi Dicle kenarına ejderha gibi büyük bir yılan getirmiş, acaib bir şey imiş, gidip görelim bu azîm yılanı nasıl tutabilmiştir?”

جمع آمد صد هزاران خام‌ریش ** صید او گشته چو او از ابلهیش
Yüz binlerce ahmak adam toplandı, ahmaklıklarından onlar da yılancı gibi yılana avlandılar.

منتظر ایشان و هم او منتظر ** تا که جمع آیند خلق منتشر
Onlar, yılanı görmek için bekleşiyorlardı. O da etraftaki halk tamamıyla toplansın diye bekliyordu.

Oraya toplanan halk, üzerinde örtü bulunan şu ejderha nasıl şeydir görelim diye örtünün açılmasına muntazır ve yılan tutucu adam dahi halkın daha ziyâde toplanmasına muntazır idi.

مردم هنگامه افزون‌تر شود ** کدیه و توزیع نیکوتر رود
Halk, iyice toplansın da elime geçecek para çok olsun, parsayı toplayayım diyordu.

جمع آمد صد هزاران ژاژخا ** حلقه کرده پشت پا بر پشت پا
Yüz binlerce herzevekil toplandı, halka oldular. Bir ayak, bin ayak üstüne geldi!

Birçok geveze ortada bulunan ejderhanın etrafında halka teşkil etmek suretiyle toplanmış ve bu halka bir halkanın arkasında diğer halkalar daha teşkil edilmek suretiyle vâki’ olmuş idi.

مرد را از زن خبر نه ز ازدحام ** رفته درهم چون قیامت خاص و عام
Kalabalıktan erkeğin kadından haberi yoktu. Halkla, ileri gelenler birbirlerine girmiş âdeta kıyametten bir alâmet olmuştu.

Kalabalık öyle bir derecede idi ki, erkeklerin kadınlara olan temâyülü hasebiyle onlara bakmaları lâzım gelirken, bu kalabalık yüzünden, erkeklerin kadının vücudundan haberi bile yoktu. Velhâsıl halkın izdihâmı kıyâmetden bir numûne idi.

چون همی حراقه جنبانید او ** می‌کشیدند اهل هنگامه گلو
Yılancı, yılanın üstündeki kilimi kımıldattıkça halk, parmaklarının ucuna basıp boyunlarını uzatıyordu.

Yâni yılanı tutan adam, ateş saçan bir gemi mesâbesinde olan o ejderhâyı kımıldattığı vakit, efrad-ı halk, aman ben de göreyim diye, halkanın arkasında kalanlar arlık yerlerden boyunlarını uzattılar.

و اژدها کز زمهریر افسرده بود ** زیر صد گونه پلاس و پرده بود
Ejderhâ, zemherîden donmuştu. Yüzlerce kilimin, kebenin altındaydı, eski püskü örtüler ile örtülmüştü.

بسته بودش با رسنهای غلیظ ** احتیاطی کرده بودش آن حفیظ
Yılancı, ihtiyâtı elden bırakmamış, onu kalın iplerle bağlamıştı.

در درنگ انتظار و اتفاق ** تافت بر آن مار خورشید عراق
Fakat halkın toplanmasını beklerken epeyce bir zaman geçmiş, Irak güneşi, yılanın üstüne vurmuştu.

Temaşa perdesinin açılmasına halkın müttefikan intizar için vâki’ olan bekleyip durması esnasında Irak ikliminin kızdırıcı güneşi, o soğuktan donmuş olan yılanın üzerine doğdu.

آفتاب گرم‌سیرش گرم کرد ** رفت از اعضای او اخلاط سرد
Güneş onu epeyce ısıtınca azasından soğuk ahlât sıyrılıp gitmişti.

“Ahlât” hayvanâtın vücûdunda vâki’, “dem,” “balgam,” “sevdâ” ve “safrâ” adı verilen dört akıcı unsurdan her biridir. Yâni güneşin harâretiyle, yılanın vücûdu meşbû oldu; a’zasında donmuş olan bu mezkur karışımların her biri tekrar cereyan ve deverâna başladı.

مرده بود و زنده گشت او از شگفت ** اژدها بر خویش جنبیدن گرفت
O müddet zarfında ölü bir halde bulunan ejderha dirildi, kımıldamaya başladı.

خلق را از جنبش آن مرده مار ** گشتشان آن یک تحیر صد هزار
Ölü yılanın kımıldadığını görünce halkın hayreti birken yüz bin oldu.

با تحیر نعره‌ها انگیختند ** جملگان از جنبشش بگریختند
Şaşkınlıklarından naralar atarak hep birden kaçışmaya koyuldular.

می‌سکست او بند و زان بانگ بلند ** هر طرف می‌رفت چاقاچاق بند
Ejderha, halkın gürültüsünden çatır, çatır bağlarını koparmaya başladı. İplerin her biri bir yana düştü. Kalın urgan bağlarının çatırtısı her tarafa giderdi ve her taraftan işitilir idi.

بندها بسکست و بیرون شد ز زیر ** اژدهایی زشت غران همچو شیر
İplerini koparıp kilimin altından sıyrıldı. Bir de ne görsünler, aslan gibi kükreyen çirkin, mefret bir ejderha!

در هزیمت بس خلایق کشته شد ** از فتاده و کشتگان صد پشته شد
Kaçarken halk birbirini çiğnedi, birçok kişiler ayakaltında kalıp öldüler, ölülerden yüzlerce yığın oldu.

مارگیر از ترس بر جا خشک گشت ** که چه آوردم من از کهسار و دشت
Yılancı, ben meğerse dağdan, ovadan ne getirmişim diye korkusundan yerinde katılıp kaldı.

Yılan tutucu bu dehşet vaziyeti görünce: “Eyvah! Ben dağlıktan ve sahradan bu halkın başına ne dehşetli bir felaket getirmiş oldum” diye korkusundan olduğu yerde hareketsiz bir halde kaldı, kaskatı kesildi.

گرگ را بیدار کرد آن کور میش ** رفت نادان سوی عزرائیل خویش
O kör koyun, kurdu uyandırdı. Câhil, Azrâil’in yanına kendi ayağıyla gitti.

اژدها یک لقمه کرد آن گیج را ** سهل باشد خون‌خوری حجاج را
Ejderha o ahmağı bir lokma ediverdi. Haccac’a kan dökmekten kolay ne var.

Ve Haccac, Yusuf es-Sekafî, Mervan ve Abdü’l-Melik zaman-i saltanatlarında zulmüyle meşhur bir emîrin ismidir. Haksız yere yedi bin kişiyi öldürdüğü tarihlerde mezkurdur. Yâni ejderha canlanıp etrafa saldırdığı esnada, yılan tutucuyu da bir lokma edip yuttu. Zira kan içici Haccac mesabesinde ve onun meşreb ve tabîatında olan ejderhaya adam öldürmek kolay olur.

Bu beyt-i şerifte bâtın-i Haccac’ın ejderhâ suretine memsûh olduğuna işâret buyrulur.

خویش را بر استنی پیچید و بست ** استخوان خورده را در هم شکست
Sonra da bir direğe sarılıp kendisini sıktı, karnında (eritmek için) herifin kemiklerini çatır, çatır kırdı.

نفست اژدرهاست او کی مرده است ** از غم و بی آلتی افسرده است
Senin nefsin de bir ejderhadır. O, nereden öldü ki? Dertten, eline fırsat düşmediğinden dondu, yoksa!

Nefs-i beşer, hadd-i zâtında ejderha tabiatında ve meşrebindedir; o asla ölmez eğer halim selim görünürse âletsizlik ve fırsatsızlık gamından dolayı donmuş ve mecalsiz kalmıştır.

Ejderhâdır nefs kim demiş öldüğünü
Ortam müsâit değil ondan bu ölgünlüğü

گر بیابد آلت فرعون او ** که بامر او همی‌رفت آب جو
Firavunun eline geçenler, onun da eline geçse neler yapmaz! Irmak bile, Firavunun emriyle akardı.

Firavun’un âletinden murad, saltanat ve kudret-i hükümettir. “Nehir”den murad, Nil nehridir ki, Firavun’un daire-i saltanatında cereyan ederdi. Nitekim Kur’an-i Kerîm’de Firavunun övünmesinden şöyle haber verilir:

Fir’avun ise, kavmi içinde seslenip dedi ki: “Ey kavmim! Mısır mülkü(hükümdarlığı) ve altımdan akıp giden bu nehirler, benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz?” [Zuhruf:51]

آنگه او بنیاد فرعونی کند ** راه صد موسی و صد هارون زند
Onun eline de böyle bir kudret düşse hemen firavunluğa başlar, yüzlerce Musa’nın da yolunu vurur, yüzlerce Harun’un da!

Nefs, Firavunun kudret ve saltanatını elde ettikten sonra, artık Firavunluk temelini kurar ve kendisine nasihat eden Musa ve Harun (aleyhime’s-selam) meşreplerinde olan ulemâ-i billâhı muhâlif ve düşmân addedip onlara karşı suikasta kalkışır. Hasılı hiç bir nefis sınanmadığı imtihanın masumu değildir.

کرمکست آن اژدها از دست فقر ** پشه‌ای گردد ز جاه و مال صقر
O ejderha, yoksulluk elinde küçük bir kurtçuk kesilir. Mevki ve mal yüzünden bir sivrisinek büyür, yırtıcı çaylak olur!

اژدها را دار در برف فراق ** هین مکش او را به خورشید عراق
Ejderhayı ayrılık karı içinde tut, sakın onu Irak güneşinin altına getirme.

Nefis ejderhasını dünyevi hazlardan, bedenin zevklerinden ayrılık karı içinde tut ki, donmuş bir halde kalsın, sakın o nefis ejderhasını esfel-i safilin olan dünyanın rengine aldanıp parlak ve hararetli görünün alayişin içine çekme!

تا فسرده می‌بود آن اژدهات ** لقمه‌ی اویی چو او یابد نجات
Ejderhan donmuş bir halde iken selâmettesin fakat kurtuldu, kendine geldi mi ona lokma olursun.

Sen, ejderha olan nefsini, esfel-i safilin olan dünyanin, mal ve makam güneşleri altına çekme ki, o senin ejderhan donmuş bir halde kalsın. Zira o nefis, mal ve makam güneşinin hararetiyle harekete gelip donukluktan kurtulduğunda, seni yutup helak eder.

مات کن او را و آمن شو ز مات ** رحم کم کن نیست او ز اهل صلات
Onu mat et de mat olmaktan emin ol. Ona pek acıma, o iyilik edilecek kişi değildir.

کان تف خورشید شهوت بر زند ** آن خفاش مردریگت پر زند
Üstüne şehvet güneşinin harareti vurdu mu o geberesice hemen yarasa gibi kanatlarını çırpmaya, uçmaya başlar.

می‌کشانش در جهاد و در قتال ** مردوار الله یجزیک الوصال
Ercesine onu savaşa çek, babayiğitçe onunla vuruş… Allah, sana vuslatıyla karşılık versin!

چونک آن مرد اژدها را آورید ** در هوای گرم خوش شد آن مرید
Hulâsa o adam ejderhayı getirip de o korkunç şey, sıcak havada kendine gelince,

لاجرم آن فتنه‌ها کرد ای عزیز ** بیست همچندان که ما گفتیم نیز
O fitneleri meydana çıkardı. Hattâ azizim, söylediklerimizin yüz kat üstününü yaptı!

تو طمع داری که او را بی جفا ** بسته داری در وقار و در وفا
Sen ona zahmet, eziyet vermeden uslu, rahat ve vefakâr bir halde tutmayı mı umuyorsun?

Ey sâlik-i tarik-i Hak, sen umar mısın ki, o azgın ve pek şerli nefsi, mücâhede ve riyazet cefâsı ve ezâsı olmaksızın, insanlık vakarı içinde ve emir ve nehy-i ilahinin vefasi içinde bağlı tutasın ve o dehşetli hayvanı yularsız bırakarak, ondan akıl ve mantık dairesinde hareket bekleyesin bu mümkün olur mu?

هر خسی را این تمنی کی رسد ** موسیی باید که اژدرها کشد
Bu, her aşağılık kişiye nasip mi olur? Ejderhayı öldürmeye bir Musa gerek.

صدهزاران خلق ز اژدرهای او ** در هزیمت کشته شد از رای او
Yüz binlerce halk onun tedbiriyle mağlûp oldu, ejderhasından yılıp kaçtı, ölüp gitti!

Sıfat-i nefsanîyyesine mağlûb olan her bir denîye, mücâhedesiz ve riyâzetsiz nefis ejderhâsını zararsız bir sûrette kullanmak temennîsi mümkün olur mu? Musa (a.s.) meşrebinde bir velîyy-i kâmil lâzımdır ki, o ejderhâyı, emr-i ilâhî kontrolünde istihdam edebilsin.

Mesnevî’den aynaya işâret

Bismillahirrahmanirrahim ve bihi nestâin,
Sonsuz hamd, nihâyetsiz senâ, ancak O’nadır ki, marifet âb-ı hayatını ihlas sahiplerinin gönüllerinin tâ içinden, dilerinin kıyısına akıtmıştır. Bâtındaki manânın kıyıya vurmuş en güzel hâli, ahsen-i takvîm ve hulk-ı azîm sahibi gâye insan, ufuk peygambere, azâmeti mikdârınca, kendinden kendine selâm olsun.

Bunda sonra aşk şarabıyla esriyen, Hak birliğine ulaşan güzellerden bir güzel olan Bâyezıd Sultânımız’ın sekr ve fenâ hâlinden bahsetmek dileriz. Zira insan, Allah’a bu halde ve bu hal ile yaklaşır. Hz. Bâyezîd’in sekr dediği cezbe ve vecd halinde iken söylediği şathiyeler elbet izaha muhtaçtır. “Kendimi tenzih ederim, şanım ne yücedir” “Cübbemin içindeki Allah’tan gayrısı değildir”; “İki âlemde Allah’tan başkası yok” “Çadırımı arşın hizasında kurdum” gibi cümleler onun meşhur şathiyelerinden sadece birkaçıdır.

İşte şimdi şuracıkta, Sultânü’l-ârifîn BÂYEZÎD-i BİSTÂMÎ esrârından, mesnevî-i ma’nevi elinden bir dolu ikrâm olundu, buyrunuz erenlerim:

Zevke râcidir bu hâlet, hâl iden dânâ olur
Dîde-i dilden hicâbı ref’ iden bînâ olur

Temevvüc etti çün bahr-i meânî
Dil oldu tercümân, etti beyânı

Ki ya’nî oluben ol bahre gavvâs
Çıkardım sana bunca gevher-i hâs

Dizip inci gibi koydu bu nazma
Alasın kudretin var ise hazma

با مریدان آن فقیر محتشم ** بایزید آمد که نک یزدان منم
Manevî yokluk sahibi, fakîr-i muhtelem olan o büyük zat, Şeyh Bestamî, mürîdlerine, “İşte Yezdan benim” diye geldi.

“İhtişâm”, lügatte birinden utanmak manâsınadır ve “muhteşem”, bu mastarın ism-i mef’uludür ya’ni, “İstilâ eden tecelli-i zâtî hasebiyle kendi kulluğuna mahsus vücûdunu isbât etmekden utanan ve vücûdda Hakk’ın vücûduna müftekir, muhtaç bulunan” Hz. Bâyezîd (ks) o hâlin istiğrâkı sebebiyle “İşte Yezdân benim!” diye mürîdlerinin önüne çıkıverdi ki, bu kelâm Hallâc-ı Mansûr’dan izhâr olan “Ene’l-Hak” sözünün muâdilidir.

Ağaçtan “İnni enallah” [Taha:14] buyuran, insandan da bu idrakle “Ene’l Hak” sözünü Hakk olarak söylemeye muktedirdir elbet:

Tecellî eyleyecek Hak şecerden
Tecellîsi ‘aceb mi gerçek er’den

Hem dahası:
Gûşuma “innî” hitâbı gelmede her zerreden
Zerreden seyr eyledim mihr-i cihân-ârâları

Vâkıâ “Ene’l-Hak: Ben Hakk’ım” demeyi herkes büyük iddiâdır zanneder halbuki “Ene’l-abd: Ben kulum” da’vası daha büyüktür. Ene’l-Hak da’vası azim tevazu’dur. Zira “Ben abd-i Huda’yım!” diyen kimse, iki mevcud isbat eder; birisi kendisi için ve diğeri de Huda içindir. Fakat “Ene’l-Hak!” diyen kimse, kendisini yok edip ve ber-heva eyleyip “Ene’l-Hak!” der. Ya’ni “Ben yokum, hep O’dur, Huda’dan başka mevcud yokdur. Ben külliyyen adem-i mahzım ve hiçim!” der bu makamda tevazu’ ziyadedir. Şu kadar ki halk anlamıyor, neylersin…

گفت مستانه عیان آن ذوفنون ** لا اله الا انا ها فاعبدون
O zü-fünûn-u aşk, ma’nevî fenlere sahip olan Şeyh Bâyezid, sarhoşça âşikâr olarak: “Benden başka ilah yoktur, bana ibadet edin” hitâbında bulundu.

Bu sözü söyleyen Bayezid değil, Cenab-ı Hakk idi. Bayezid’in lisanından söylemişti. Kurb-u nevafil ve kurb-u feraiz denilen iki yakınlık vardır ki, o derecelere vasıl olanların lisanından Cenab-ı Hakk söyler. Gülşen-i Raz sahibi Şeyh Mahmut Şebüsterî, der ki: “Bir ağaçtan Ene’l Hakk sözünün çıkması câiz olur da, saadet-i ezelîye sâhibi bir velinin ağzından duyulması niçin câiz olmaz?”

Şeyh Mahmud Şebüsterî, bu beyti ile Hazreti Musa’nın Medyen’den Mısır’a giderken bir ağaç üstünde nur gördüğüne ve o ağaçtan:

“Ya Musa! Âlemlerin Rabbi olan Allah benim ben” [Kasas:30] nidasını işittiğine işaret ediyor.
Sûfiye ricali bu hale “Telbis”, “Telebbüs” ve “Lebs” derler. Evliyaullahtan bazılarında zuhur eder. Hadis-i şerifte: “Hakikatte Cenab-ı Hakk, kulunun lisanından: Allah kendisine hamd edenin hamdini işitti, der” buyrulmuştur. Rükûdan kalkınca, “Semiallahu limen hamideh” deniliyor. İşte bunu bizim lisanımızdan söyleyen Hakk’tır.

Bu babdan bir diğer izâh Erzurumlu İbrahim Hakkı(ks) hazretleri’nden (v. 1780) zuhûr etmiştir:
Mansur “Ene’l Hak” söyledi
Haktır sözü Hak söyledi
Nâdân mukayyet anladı
Amma ki mutlak söyledi

Halkın vücudu ve varlığı fâni, hayal ve gölge gibidir.

“Nerede olursanız olun; O sizinle birliktedir” [Hadid:4]
manâsınca halkın her hareketi Hak ile olduğundan bütün vücudun ve varlığın hakikati Hakk’ındır demektir. Nitekim gölgenin vücudu, varlığı ve hareketi sahibinin olup gölgenin gerçekte vücudu olmadığı gibi, halkın da gerçekte vücudu yoktur, fanidir. Halk, Hakk’ın perdesidir. Perdenin arkasında gizlenip halkı gezdiren ve söyleten Hak’tir. Kör olan, halk sanıp gerçek bir müşrik olur.

Nitekim Nakşî Akkirmânî (ks) Hazretleri’nden bu sırr-ı Hak şöylece ifşâ olunur:

Eyâ sen sanma kim bu güftârı dehân söyler
Veyâ terkîb olan unsur yahud lahm-i zebân söyler
Seni ol sana bildirmek murâdın kasd edip Mevlâ
Anâsırdan giyip donlar yüzünden terceman söyler

Yarattı cümle eşyayı özün pinhan edip anda
Göründü nice bin yüzden veli kendi nihan söyler
“Sakâhum rabbuhum” hamrin içen âşıklar ey Nakşî
Erer ma’şûkuna anlar mekandan lâ-mekan söyler

Hakiki tevhid, târif olunan bu sırrı böylece anlayıp buna inanıp şeksiz iman etmektir vesselâm

چون گذشت آن حال گفتندش صباح ** تو چنین گفتی و این نبود صلاح
O hal geçip de, sabah olunca müritler Bayezid’e, “Sen böyle söyledin, bu doğru değildir” dediler.

Ateşte yeterince ısınıp rengine akın cümle boyanan demir dahi olsa o esnâda ondan “ben ateşim” duyulsa hakikattir, soğuyunca iş başkadır başka…

Vaktaki Bayezid hazretlerinden o geceki hal-i istiğrak geçti, müridler ona sabahleyin dediler ki: “Ey üstad, sen gece “Subhânî ma a’zama şânî!” dedin, bu söz fesâd-ı mahzdır, asla şeriata muvâfık değildir ve şeriata muhalif olan şey ise salah değildir!”

گفت این بار ار کنم من مشغله ** کاردها بر من زنید آن دم هله
Hz. Bayezid müridlerine hitaben buyurdu ki: “Eğer bir daha dersem ya’ni da’va-yi uluhiyyet meşgâlesi benden sâdır olursa, müteyakkız bulunun, o anda benim üzerime bıçaklar ile hücûm edip beni vurun ve kesin!”

حق منزه از تن و من با تنم ** چون چنین گویم بباید کشتنم
Allah tenden münezzehtir, benim ise, tenim vardır. Öyle bir söz söyleyecek olursam, katlim vâciptir.

Zira Subhân olan Zat-i Hak ten ve cisim olmaktan münezzehdir ve benim benliğim ten iledir; benim cisim ile olan benliğim mevcûd iken böyle bir söz söylediğim vakit, beni şer’an öldürmek lâzımdır!

چون وصیت کرد آن آزادمرد ** هر مریدی کاردی آماده کرد
O, varlık ve benlik kaydından kurtulmuş hürlerden olan Bayezid, böyle vasiyet edince, her mürit bir bıçak hazırladı.

Vaktaki o ten kaydından âzâd olup, hürriyet-i hakikîyyeye mazhâr olan merd-i Hüdâ ve nefs-i safiye sahibi bulunan Hz. Bayezid böyle vasiyet etti; her bir mürid hükm-i şer’i îfâ için bir bıçak hazırladılar.

مست گشت او باز از آن سغراق زفت ** آن وصیتهاش از خاطر برفت
Bayezid, yine o koca kadehi dikip sarhoş oldu… Tavsiyeleri aklından çıktı.

Hz. Bayezid, yine azim olan tecelli-i zâtî şerâbından sarhoş oldu, kendinden geçti; müridlerine verdiği evvelki tavsiyeleri hatrından gitti. Zîra bu tecelli-i zatî’nin icabi abdin bî-gûş, ve bî-his ve bî-fikr olmasıdır. Nitekim Mesnevi 1. cild 568. beyitte:

بی‌‌حس و بی‌‌گوش و بی‌‌فکرت شوید ** تا خطاب ارجعی را بشنوید
Ya’ni, “Ircii:Rabbine geri dön hitabını işitmeniz için hissiz ve kulaksız ve fikirsiz olunuz!” buyrulmuş idi. Binâenaleyh bu hal içinde, vasiyetlerin hatra gelmesi imkanı yoktur.

نقل آمد عقل او آواره شد ** صبح آمد شمع او بیچاره شد
Nakil geldi, onun aklı âvâre oldu. Sabah oldu, onun şem’i bîçâre kaldı.

“Avare”, mesken ve mekandan uzak olup kapısız kalan demektir. Ya’ni, mertebe-i isneyniyyetden, makam-ı ittihada nakl-i hâli geldi, kuluğa mahsus vücûdu kalktı ve aklın barındığı mesken ve makam kalmadı; binaenaleyh akıl avare oldu, şems-i zat doğdu, cismânîyet gecesinden yanan ruh şem’i biçare oldu.

عقل چون شحنه‌ست چون سلطان رسید ** شحنه‌ی بیچاره در کنجی خزید
Akıl, zâbıta memuru gibidir. Asayişin temini için hükmeder. Fakat sultan gelince, o zabıta memuru bir köşeye çekilir.

Evet vücut şehrinde, hakim olan akıldır. Fakat tecelli-i ilahî sultanı zuhur edince, onun hükmü kalmaz.

Hükümet-i zahîrîyyede zabıta me’muru kuvve-i tasarrufu, bilcümle kuvvayı kendinde cem’ eden hükümdardan alır ve hükümdârın zuhur ettiği yerde, zabıta me’murunun kuvve-i tasarrufiyyesi kalmayıp hükümdârın emri altında zebun olur ve bir köşeye sıvışır. Orada ancak sultanın tasarrufu can olur. Bunun gibi akil dahi vücûd-i insanîde zabıta me’muru gibidir, Sultan-ı hakiki olan Hakk’ın tecellisi vaki’ oldugu vakit, o da zebun olup tasarrufdan geri kalır.

عقل سایه‌ی حق بود حق آفتاب ** سایه را با آفتاب او چه تاب
Akıl, Allah’ın gölgesi; Hakk ise, güneştir. Güneşe karşı, gölgenin ne ehemmiyeti ve ne takati olabilir?

Gölge, o Hakk’ın şems-i zatı karşısında asla sebât edemez, derhal zâil olur. Nitekim Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri buyururlar: “İza karinel muhdesi bil kadim lem yebka lehu eser” Ya’ni, hadîs kadîme mukarin olduğu vakit, onun için eser baki kalmaz. Sonradan yaratılan şey, zaman ötesi ezelî olan ile bir arada bulunduğunda, kendi fani varlığından hiç bir iz kalmaz.

چون پری غالب شود بر آدمی ** گم شود از مرد وصف مردمی
Cin taifesi, insana musallat ve mutasarrıf olursa, o insandan insanlık sıfatı kaybolur yerine cinlik sıfatı gelir ve hüküm gâlibin olur.

هر چه گوید آن پری گفته بود ** زین سری زان آن سری گفته بود
O kimse, ne derse ve ne bahse dair söylerse söylesin, o sözler cinlere aittir.

Ya’ni, bir adama bir cin musallat olup, onu tasarrufu altına alırsa, onun lisanından söyleyen o cin olur.

Hoca Neş’et Efendi, (rahmetullahi aleyh) Mevlana Cami hazretlerinin Mesnevi şerhinin tercümesinde şu vak’ayi yaziyor: “1195 tarihlerinde İstanbul’da Sultan Bayezid civarında tahminen yirmi yaşında bir delikanlı var idi ve kendisine cin musallat olmuş idi. Onda arıza-i cin o vecihle meşhud olurdu ki, her gün o civardaki berber dükkanlarına çıkıp ehibbâsıyla sohbet ederdi. Bu delikanlı saf ve bir mahalle gitmemiş ve seyr u seferi ve tahsili yok ve asla kendi lisanı olan Türkçe’den başka bir dil bilmez idi. Bununla beraber ba’zı gün Arapça konuşur ve Arapça’dan başka hiçbir dilden anlamaz ve Arapça’yi ana lisanı gibi söyler idi. Ve ba’zı gün Farîsice konusur, başka dili anlamazdı ve ba’zı gün Hindçe soyler ve ihtiyacını da o lisanla ifade ederdi. Ve ba’zı günler Yahudice ve Fransızca ve Rumca ve Tatarca ve Bulgarca ve Gürcüce söyler ve ba’zı günlerde hiç kimsenin anlamadığı bir lisan tekellüm ederdi. Velhasıl herhangi lisan ile tekellüm ederse, o gün başka bir lisanla kendisine bir şey anlatmak muhal idi. Söylediğini anlamak tercüman tedârikiyle mümkün olurdu ve kendisine mâlik olduğu gün Türkçe konuşmasından malum olurdu. Ve bugün, evvelce konuştuğu lisanlardan kendisine ne söylense asla anlamaz idi. Fakat cin taifesi merkumda tasarruf edip istedikleri lisanda konuştururlar idi ve kendisinde şuursuzluk ve sair arıza da görülmez idi.

Bu kıssadan hisse vardır ki, edna mahluk-i ilahi olan cin, bir vücûdda tasarruf ettiği vakit, onun iradesini selb ve kendi iradesini infaz edince, Halik-i mevcudatin bahr-i aşkında müstağrak olup iradesini, irade-i Hak’da ifnâ eden kimseden sâdır olan ef’âl ve sıfat ve kemalât Hakk’ın olmak müsteb’ad değildir.

چون پری را این دم و قانون بود ** کردگار آن پری خود چون بود
Bir cinin bu kadar kudret ve kuvveti bulununca, onun halikı bulunan Hakk’ın kudret ve kuvveti nasıl olur?

Cenab-ı Hakk’ın kullarının lisanından söylediğini ispat için Hazreti Mevlâna, saralı bir kimse üzerinde cinin tasarrufunu, o halde iken saralı ne söylerse söz onun değil, cinin olduğunu misal olarak irat ediyor.

Mademki mahluk-i ilahi olan bir cinnin insana böyle efsun ve hilesi oluyor ve cinne mahsus olarak böyle bir asıl ve kaide vardır, o cinnin Halik’i olan Hak Teala hazretlerinin sıfat ve ef’âli ile bir bendesi üzerinde tasarrufu ve istilası niçin olmasin? Bu asla musteb’ad, ihtimal dışı bir şey değildir.

اوی او رفته پری خود او شده ** ترک بی‌الهام تازی‌گو شده
Bu haldeki bir kimsenin, o esnada benliği zail olur. Cin, onun hüviyeti yerine geçer. Bakarsın, Arapça bilmeyen bir Türk, fasih Arapça söyler.

چون به خود آید نداند یک لغت ** چون پری را هست این ذات و صفت
Tekrar kendine gelince, Arapça tek bir lügat dahi bilmez. Bir cinde, bu kudret ve bu tasarruf olunca…

پس خداوند پری و آدمی ** از پری کی باشدش آخر کمی
Artık cinin ve insanın Allah’ı, nasıl olur da onlardan aşağı olur?

Cinin de, insanın da halikı olan Allah’ın, kuluna yakınlığı ve onda tasarrufu, yani kul lisanından, “Sübhane ma azame şani” ve “Enel Hakk” gibi
sözler söylemesi olmayacak şey midir?

Perinin zatı ve sıfatı Ben-i ademe müstevlî olup, onda kendi sıfatlarını izhar ederse, perinin ve insanların Halik’i olan Allah Teala hazretlerinin tasarrufu, bunlardan aşağı kalır mı hiç!

Kamillere vaki’ olan bu tecelli, zâhir uleması ve hatta ehl-i tarik geçinen ba’zi kimseler tarafından dahi, şeriat vesile edilerek inkar olunmakda ve evliyaullahin halini, kendi halleriyle mukayese etmektedirler.

Bu mes’elenin şerîata mugayir olmadığı mezkur beyt-i şerifde edille-i şer’iyyesiyle isbat olundu ve Resul-i Ekrem Efendimiz’in, “men reâni fekad reel Hak” yani “Beni gören muhakkak Hakk’ı gördü” buyurmaları dahi bu ma’nâdandır. Mesnevi şârihlerinden İsmâil Rusûhî Ankaravî (k.s.) hazretleri bu babda daha açık bir izah olmak üzere, İbn-i Fârız hazretlerinin şu beyitlerini irad buyurmuşlardır:

Ey kimse, âgâh ol, senin nazar-ı dikkatini ashâb-ı kiramdan Dihye’ye celb ederim ki, Cebrail-i Emşn bizim Peygamberimize vahy-i nübüvvet vaktinde, o Dihye’nin suretine bürünmüş olduğu halde geldi. Söyle bana, Cibrîl suret-i beşeriyyede mehdîyyu’l-Hudâ olan Peygamberimize zâhir olduğu vakit, Dihyetü’l-Kelbi oldu mu?

Şüphe yok ki, Hz. Cibrîl Cenab-ı Dihye’tü’l-Kelbî’nin vücudu ile müttehid olmadı. Hz. Cibrîl, huzur-i Risaletpenahîde iken o başka yerde işi ile meşgûl idi ve onun suretine de hülûl etmedi belki o suret, onun hakikatine bir libas mesabesinde idi. Binâenaleyh vucud-i Hakkanînin, vücud-i abdanyi istîlası, kitap ve sünnete asla muhalif değildir. Bu tecellînin münkirleri ancak kendi evham ve hayallerinde icad ettikleri ma’na-yı şerife bu hâli sığdıramadıklarından inkar ederler. Bu hali iki vücudun birleşmesi veya iki vücuddan birinin dîğerine hülûlu zannederler zira bunların nazarında Hakk’ın varlığı muvâcehesinde kendilerinin dahi varlığı sabitdir neuzu billâh

Beni don edindi giyindi Rahmânım
Ben lâ mekânım, vücûdum mekânıdır

شیرگیر ار خون نره شیر خورد ** تو بگویی او نکرد آن باده کرد
Arslan bile tutacak derecede sarhoş olup yiğitleşen kimse, kalkıp onu öldürecek olursa, sen, “Bunu yapan o adam değildir, içtiği şarabın verdiği cesarettir” dersin.

Mesela bir arslan avcısı arslan avına çıkarken korkmamak ve cesur olmak için içki içer ve kemal-i şecâat ve cesaretle erkek arslanı avlayıp öldürür. Sen onun böyle dehşetli bir arslan olduğunu gördüğün vakit dersin ki, “Bu arslanı o avlamadı belki ona cesaret veren içki avladı!” Zira bilirsin ki, içki avcının enâniyetinde, benliğinde bir tebeddül, değişim vücuda getirmiştir.

ور سخن پردازد از زر کهن ** تو بگویی باده گفتست آن سخن
Eski altınlardan söz düzer, mükemmel söz söylerse yine dersin ki o sözü de şarap söylemiştir!
Ve keza mesela bir meclisde nutuk ve söz söyleyecek olan bir kimse, serbest ve fasîh söz söyleyebilmek için, içki içerek sıkılmaksızın halkın önüne çıksa ve eski altın gibi makbul ve mu’teber sözler söylese, sen dersin ki, “Buna o serbestliği ve fesahati te’min eden içkidir ve bu sözü içki söylemiştir.”

باده‌ای را می‌بود این شر و شور ** نور حق را نیست آن فرهنگ و زور
Böyle zoru söyletmek kudreti şarapta bulunur da, Allah’ın nurunda, o kudret ve kuvvet bulunmaz mı?

İmdi bir bâdenin ve içkinin bu derece şer u şûru ve vücud-i insanîde bu kadar tesîri olursa, Hakk’ın nur-i vücudunda o kadar hüner ve kudret olmaz mı hiç?

که ترا از تو به کل خالی کند ** تو شوی پست او سخن عالی کند
Tanrı nuru, tamamıyla seni senden alır… Sen süflî alçalır ve yok olursun da, o senden âlî, yüksek sözler söyler.

Hakk’ın varlığının senin vücûd-i izâfîn üzerinde te’siri olamaz mı ki seni, senliginden tamamıyle boşaltsın ve senin varlığının yerine, O’nun varlığı kâim olsun. Sen “hiç” mertebesine tenezzül edesin de, senden yüksek sözler söyleyen senin lisânınla Hak olsun. Nitekim hadis-i şerifde: İnnallahe yekulu ala bilisani abdihi semiallahulimen hamidehu . Allah Teala kulunun lisanıyla “Allah, hamdedenin hamdini işitir” der buyrulur. Bu makamda halk ayna oldu. Aynalarından Hakk zahir olur.

Bu kelamı söyleyerek namaz kılan, Allah’ın hamd edişi işittiğini, bu hamdı Allah’la olduğu için işittiğini idrak eder.

Allah buyuruyor ki: “Hamd edenin hamdini işittim” Kul diyor ki: “Rabbena le kel hamd” amma hem “Semi’ Allahulimen hamideh” hem de “Rabbena lekel hamd” zahren aynı ağızdan çıkıyor. Allah her an işitmektedir, her yerde hazır ve nazır olarak bizi de görmektedir, işitmektedir. Hâsılı işiten de söyleyen de kendisidir vesselam

Yakîn olarak işiten ise “Ben size şah damarınızdan daha yakınım” [Kaf:16] ve “Nerede olursanız O sizinle birliktedir” [Hadid:4] ayetlerinin hükümleri içinde müşahedededir. “Allah Kendine hamd edeni işitti” ifadesi Rabbın ifadesidir. Allah’ın verdiği kuvvet ve kudret ile, Allah ile bu ifadeyi kulun ağzından ifade eder. Kul bu mertebede “Ben kulumu sevince işiten kulağı, söyleyen dili … olurum” ifadesiyle sevilen, Hakk’la miraçta olan kişi hükmündedir. Hakk kulun işiten kulağı ve söyleyen dilidir. Namazda Hakkla olunduğunun en güzel ifadesidir. Kul, kendisinde tecelli edenin Hakk olduğunun idrakiyle bu sözü söylemektedir. Nefse ulaştırdığı bilgi ise, bu hakikati idrak etmesi, Rabbını bilmesidir. Çünkü kul, Allah’ın tecellisi içinde O’nun diliyle, kalbiyle; zahiri ve batıni olarak O’na hamd etmiştir. Bu söz insanın varlığını ve Hakkın indindeki değerini ve yerini çok güzel ifade etmektedir. Kul, “Allahümme Rabbena lekel hamd” diyerek zatı, sıfatları ve isimleri ile tecelli eden Rabbiyle konuşur. “Hamd Rabbimiz Allah içindir, O’na aittir” diyerek hamdın gerçek sahibinin Allah olduğunu, kişinin bu tecelliler olmadan hamd konusunda aciz olduğunu Rabbine bildirir. Allah’ın Zat, sıfat ve isim tecellileri olmasa, kuldan hamd tecellisinin de çıkamayacağının idrakiyle Hakk’la konuşur. Aczini ve fakrını bilerek Allah’la Allah’a hamd etmektedir. Bu hamdın sahibine teslim edilişi ile hem tenzih, hem teşbih, hemde tevhid hükümleri gerçekleşir

گر چه قرآن از لب پیغامبرست ** هر که گوید حق نگفت او کافرست
Kelam-ı İlahî olan Kur’an, Peygamberin dudağından zuhûr etmekle beraber, her kim: “O’nu Hakk söylemedi” derse, kâfir olur.

Müsteşriklerden bazıları ile bizdeki tasdikçileri, bu fikirdedirler. Kur’an-ı Kerim’i Resulullah’ın söyleyip, halka kabul ettirmek için Allah’a isnat eylediği kanaatindedirler. Hatta Aleyhissalat Efendimizin “Nübüvvetinden evvel Hira dağındaki mağarada halvet edişi, Kur’an’ı uydurmak içindi” derler. O gibilerin İslam dini ile alakalı bulunmadığını, Hazreti Mevlâna bu beyti ile beyan ediyor.

Hülasa Cenab-ı Hakk, Peygamber-i Ekber’inin ağzından Kur’an’ı söylediği gibi nebi ve velilerinin lisanlarından da bazen tekellümde bulunur. İşte Hazreti Bayezid’den zahir olan o sözler de, tekellümat-ı ilahîyeden idi. Gerçi Kur’an-ı Kerim harf ve savt ile Peygamber (a.s.)in lisan-i şerîfinden sâdır oldu ve biz ona lafzıyla ve ma’nasıyla kelâm-ı Hak’dır dedik. Eğer bir kimse bu kelamin elfâz-i zahirisinin, mahluk olan lisan-i Nebevi’den şeref sudûruna bakıp da bunu Hak söylemedi, Peygamber söyledi derse, o kimse şer’an kâfir olur. Binaenaleyh bunun gibi, ekabir-i evliyaullahın lisanından “Ene’l-Hak” diyenin Hak olduğunu inkar etmek, hamakatden başka bir şey değildir.

Mansûr “Ene’l-Hak” söyledi; Hakdır sözü Hak söyledi

Hazreti Mevlâna, bu hakikatlerin beyanından sonra, Bayezid kıssasına rücu ederek buyuruyor ki:

چون همای بی‌خودی پرواز کرد ** آن سخن را بایزید آغاز کرد
Hakk’ın tecellîsi ile bî-hodluk, kendinden geçiş Hümâsı uçmaya başlayınca, Bayezid, yine o nev’i sözleri söylemeye başladı.

عقل را سیل تحیر در ربود ** زان قوی‌تر گفت که اول گفته بود
Tecelli-i Hakk’ın muktezâsı olan hayret seli, aklını kaptı götürdü ve evvelce söylemiş olduğundan daha fazlasını, daha kuvvetlisini söyledi…

نیست اندر جبه‌ام الا خدا ** چند جویی بر زمین و بر سما
Hâl-i istiğrakda “Cübbemin içinde Huda’dan başkası yoktur, O’nu yerde ve gökte niçin arıyorsun?” dedi.

آن مریدان جمله دیوانه شدند ** کاردها در جسم پاکش می‌زدند
O müritlerin hepsi de, kendi anlayışlarına göre şer’e muhalif gördükleri bu sözleri işitince deli divane oldular. Şeyhten almış oldukları emir üzerine, o hazretin ruh-i latif haline gelen cesed-i pâkine bıçaklar vurdular.

هر یکی چون ملحدان گرده کوه ** کارد می‌زد پیر خود را بی ستوه
Her biri, “Kirdekuh” mülhitleri gibi çekinmeksizin, utanmadan, sıkılmadan kendi pirlerine bıçak vurdu.

Kirde kuh: Mülhit ve münkirlerinin çokluğuyla şöhret almış bir dağın adıdır.

هر که اندر شیخ تیغی می‌خلید ** بازگونه از تن خود می‌درید
Fakat şeyhine kılıç vuranın kılıcı, tersine dönüyor, kendisini yaralıyordu. Şeyhe bıçak saplayan kimse, şeyhin ne tarafına sapladı ise, kendi cisminin o tarafını yaraladı.

یک اثر نه بر تن آن ذوفنون ** وان مریدان خسته و غرقاب خون
O hünerli şeyhin vücudunda, bıçak darbelerinden bir iz bile yoktu. Müritler ise, yaralanmış, kana batmış ve perişan olmuştu.

هر که او سویی گلویش زخم برد ** حلق خود ببریده دید و زار مرد
Her kim şeyhi boğazından yaralamak istediyse, kendi boğazını kesilmiş gördü ve zârı zârı ağlayıp inleyerek yıkılıp öldü.

وآنک او را زخم اندر سینه زد ** سینه‌اش بشکافت و شد مرده‌ی ابد
Her kim şeyhin göğsüne bıçak sapladıysa, kendi göğsü yarıldı ve ebedî olarak ölüp gitti.

Ma’lûm olsun ki burada iki mes’ele vardır: Birisi Hz. Bayezıd’ın bıçak ile cism-i şerîfinin kesilmemesi ve diğeri ona bıçak vuranın kendi vücûdunu yaralamasıdır. Evvelki mes’elenin sırrı budur ki, böyle bir tecellî vuku’unda kamillerin vücûdunun kesâfeti letâfete münkalib olur. Nitekim “Ervahüküm eşbahüküm, eşbahüküm ervahüküm: Bizim ruhlanmiz cesedlerimizdir ve cesedlerimiz ruhlarımızdır” buyururlar ve o hal içinde onların görünen suret-i beşeriyyeleri, suret-i berzahiyye gibi latîf olur. Rü’yada görülen ecsad-ı beşeriyye bunun nazîridir.

Zira rü’yadaki suretlere bıçak saplansa müteessir olmaz ve kesilmez ve keza ayinede görülen suver-i misâliyye dahi bu kabildendir. İkinci mes’elenin sırrı budur ki, insan-i kamil kemal-i letafeti ile bir ayîne mesabesindedir ona mukabil olanlar iyi ve kötü her ne görürlerse, kendilerine ait olur ve mesela bir kimse aynaya tecavüz etse, ona mün’akis olan kendi suretine tecavüz etmiş olur. Beyt-i Misrî-i Niyâzî (k.s.):

Halk içre bir âyineyim
Her kim bakar bir an görür
Her ne görür kendi yüzün
Ger yahşi ger yaman görür

Ve devam eden beyt-i şerifde bu sır izah buyruluyor:

وآنک آگه بود از آن صاحب‌قران ** دل ندادش که زند زخم گران
Müritler içinde, şeyhin mertebesinden haberdar olan mürit ise, onu yaralamaya hiç yeltenmedi, böyle bir şeye gönül vermedi, geçen söz üzre
yalnız hafîf bir yara açmakla iktifâ etti.

نیم‌دانش دست او را بسته کرد ** جان ببرد الا که خود را خسته کرد
Onun azıcık irfanı, elini bağladı da, canını kurtardı. Yoksa kendini yaralayacaktı.

O hafif yara vuran müridin, Hz. Bayezid hakkında yarım ma’rifeti, ona ağır yara vurmak hususunda elini bağladı; binaenaleyh o yarım ma’rifetin faidesini gördü ve canını helâkden kurtardı fakat o hazrete açtığı ufak yara nisbetinde, kendini yaraladı.

روز گشت و آن مریدان کاسته ** نوحه‌ها از خانه‌شان برخاسته
Sabah olunca, eksilen, yani bazısı ölen ve bazısı da ağır yaralı bulunan müritlerin evlerinde feryatlar, ailelerinden figanlar peyda oldu.

پیش او آمد هزاران مرد و زن ** کای دو عالم درج در یک پیرهن
Şeyhin huzuruna, binlerce erkek ve kadın gelip dedi ki: “Ey dünya ve ahireti bir gömleğe sığdıran er!”

“İki âlemin bir gömlekte münderiç olması” âlem-i kesâfet ve letâfet ve âlem-i sûret ve âlem-i ma’nâ ve tenzîh ve teşbîh, insan-ı kâmilde münderiç olması, bulunması ma’nasınadır.

Hind şârihlerinden Muhammed Mir şöyle buyurur: “Ya’ni, onun huzuruna binlerce erkek ve kadın toplanıp sordular ki: “Ey Bayezid, gerçi senin vücudun, vahdet-i vücud i’tibariyle müridlerin teninin aynı idi ve senin cismin hançer ve kılıç yarasından pâk idi. Zira o ten, Hâlık Teâlâ’nın zâtıdır. Böyle olunca müridlerin teni niçin mecruh olmuşdur?” Cism-i şeyhin mecrûh olmaması, yaralanmaması mertebe-i tenzîh i’tibariyle ve müridlerin tenlerinin mecrûh olması teşbih i’tibariyledir zira kesîf olan ancak müridlerin cisimleri idi.

Nitekim bir sonraki beyitde buyururlar:

این تن تو گر تن مردم بدی ** چون تن مردم ز خنجر گم شدی
Eğer senin bu cesedin, insan teni olsaydı, insan teni gibi hançer yaraları ile mahv olur, kaybolup giderdi.

Malum olsun ki, bu bahisler gayet nazik bahislerdir; zann olunmasın ki Bayezid bu mertebe-i abdiyyetde Hak olmuştur. Zira vücud-i mutlak-i Hakk’ın her mertebede bir hükmü vardır ve vücudun her bir mertebesi, diğer mertebesinin gayridir, asla aynı değildir. Nitekim suyun “buz” mertebesi, suyun aynı değildir. Zira su ile yapılan işler, buz ile yapılamaz. Bu i’tibar ile gayrîyet pek açık ve sarîhdir; binaenaleyh insan-i kamilin vücûd-i abdanîsi, tecelli-i Hak vuku’unda nefsü’l-emirde bakidir. Bu taayyün asla batıl ve zail olmaz. Ancak bu taayyiin müşahededen kalkar çünki ilm-i ilahide sabit olan abdin sureti, vücud-i mutlakın her bir mertebesinde bir kisve ile zahir ve gayriyeti baki olur. Bu suret, mertebe-i şehadetde dünyada unsurî ve mertebe-i berzahda misâlî ve mertebe-i ervahda cevher-i mücerred-i nurânîdir. Ric’at-i kahkarîyye ile mertebe-i ilme avdet edinceye kadar zikr olunan meratibde abdin gayriyeti sabitdir ve ilim mertebesi, zat-i sirftan temeyyüz i’tibariyle bu zat-i bahtın gayri ise de onun nisebi olmak i’tibariyle de aynıdır. Mesela nısıf (yarım)sülus (üçte bir) ve rub’ (dörtte bir) ve hums (beşte bir) ve sudüs (altıda bir) gibi. Vahidin nisbetleri olmak ve vahidde mündemiç olmak i’tibariyle vahidin aynıdır ve vahidden ayrılıp nisif ve sülus ve rub’ halinde temeyyüz ettikleri vakit, o vahidin gayrıdırlar. Hak ile abd arasındaki ayniyet ve gayriyet dahi böyledir. Binaenaleyh abd kendi mertebesinde Hak ve Hak da kendi mertebesinde abd olmaz. Şu kadar ki abd, abdiyeti Hakk’in vücudunda iktisab etmişdir. Bu incelikleri anlamayanlar maatteessüf vahdet-i vücud aleyhinde bulunurlar ve ma’rifet-i nefs (kendini bilme) kapılarını kendi üzerlerine kaparlar.

İmdi bu mukaddime ma’lum olduktan sonra anlaşılır ki bu vak’ada Hz. Bayezîd’in vücud-i abdanisi zail olmadi belki tecellî-i Hak, onu kesafet-i beşeriyye mertebesinden, mertebe-i letâfete ve melekiyyete nakl etti ve bu mertebede ona zat ve sıfat ile tecelli buyurdu. Vaktaki müridler tecâvüz ettiler, onun vücud-i latifine bıçaklar te’sir etmedi.

با خودی با بی‌خودی دوچار زد ** با خود اندر دیده‌ی خود خار زد
Kendinde olan bir kimse, kendinden geçmiş olan bir zat ile karşılaşınca ve ona kast edince, kendi kendinin gözüne diken batırmış olur.

“Bâ-hod”dan murad, kendi mevhum olan varlığına yapışmış olan nefsani kimsedir; ve “bî-hod”dan murad, halen kendi mevhum olan varlığından geçmiş olan rabbanî kimsedir. Bir nefsani olan kimse, bir rabbanî olan zat-ı serife muarız ve mukabil olduğu vakit, zararı kendine olur.

Nitekim Hacı Bayram-ı Velî (k.s.) hazretleri aleyhinde bulunan bir vezîr, Edirne’de bir ziyafet tertib edip, o hazrete zehirli bir şerbet verdirir. Zât-i şerîf dahi şerbeti eline alıp vezire hitaben buyururlar ki: “Biz bu şerbeti içelim fakat mazarrat ve âfeti size râci olsun, zararı size ait olsun!”
Ba’dehu şerbeti içerler; biraz sonra biiznillah o zehrin eseri vezirde sancılar ile zahir olup terk-i hayat eder. Menâkib-i evliyâda bu gibi vakâlaın emsâli pek çoktur.

ای زده بر بی‌خودان تو ذوالفقار ** بر تن خود می‌زنی آن هوش دار
Ey kendinden geçmiş ve mahv-i vücut etmiş olana Zülfikar vuran! Aklını başına al, o Zülfikarı kendi cesedine vurursun.

Ey gâfil, sen kendinden geçmiş ve mevhum olan varlığından fâni olmuş bir veliyy-i kamile Zülfikar ya’ni çift taraflı kılıç il vurmuşsun veyahud ona eza ve cefa etmişsin. Bil ki o kılıcı kendi tenine vurdun ve o eza ve cefayı kendine ettin.

Bir mu’teriz çıkıp diyebilir ki: “Bu alemde birçok evliyaya ve hatta enbiyaya taarruz edenler oldu; onları hiçbirine, Hz. Bayezid ile müridleri arasındaki hal vaki’ olmadı! Cevaben deriz ki: Fani-fillah olanlara tecavüz edenlerin cezaları, muhtelif eşkal ve suretde olur. Ba’zan Cenab-ı Hak bir hikmete binâen mütecavizin cezassını imhal buyurur, geciktirir. Sonra ya bu alemde veyahud alem-i ahiretde el-Müntakîm ismi ile elbet tecellî eder. Bu alemdeki intikamı dahi ya mütecâvizin kendi eli ile vaki’ olur, suret-i zahirede halk buna, hata ve kaza derler veyahud diğer birinin eli ile vaki’ olur ona da cinayet derler. Zira halk iç yüzünden gâfildirler; ahiretdeki ceza ise, dünyadaki cezalara kabil-i kiyas değildir. Hak Teala bu cezalar hakkında Kur’an-i Kerîm’de “azab-ı ekber” buyurur.

(Âhiretteki) en büyük azabdan ayrı olarak, daha yakın azabdan (dünya azâbından) da onlara mutlaka tattıracağız; tâ ki (isyankâr hâllerinden) dönsünler.[Secde:21]

زانک بی‌خود فانی است و آمنست ** تا ابد در آمنی او ساکنست
Çünkü mahv-i vücut etmiş olan, kendinden geçen fâni ve emîndir; ebedî olarak emniyet kucağında oturur.

Zîrâ kendinden geçmiş olan kimse, vücûd-i Hak’da fanîdir ve kendi varlığından geçip Hakk’ın varlığında fâni olmuş olan kimse, ebede kadar ya’ni hadd-i zamanî olmaksızın eminlikde sâkindir, onlar için dünyada ye ahiretde havf ve hüzün yokdur.

Açın gözünüzü! Allah’ın dostları üzerine ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar. [Yunus:62]

نقش او فانی و او شد آینه ** غیر نقش روی غیر آن جای نه
Onun sureti fanidir; o, bir ayna olmuştur. O aynada, başkasının yüzü ve nakşından başka bir şey görülmez.

Bu beyt-i şerîfde “nefs-i safiye” mertebesine işaret buyurulur ki abdiyyet-i mahza ve cennet-i zat’a duhul mertebesidir ve bu zat nefsin bil cümle meratibini hatm etmiştir.

Nitekim ayet-i kerimede “Ey nefs-i mutmainne, Rabb’in olan “Allah” ismi tahtına raziye ve merziyye oldugun halde rücu’ et, muteakiben benim kullarım arasına gir ve cennet-i zâtıma duhul et!” buyurulur. [Fecr:27-30]

گر کنی تف سوی روی خود کنی ** ور زنی بر آینه بر خود زنی
Eğer ona tükürecek olursan, kendine tükürürsün. Aynaya vuracak olursan da, kendine vurmuş olursun.

Nitekim Kureyş kabilesi edepsizlerinden Ukbe bin Ebi Muayt, Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimizin vech-i saadetine tükürmek cüretinde bulunmuş, fakat tükürüğü kendi suratına düşüp, düştüğü yeri yakmıştı.

“Tuf” tükürürken çıkarılan ses demekdir. Ya’ni, “Ey gafil, eğer sen bî-hod olanın yüzüne “tuh” diye tükürürsen, bil ki kendi yüzün tarafına tükürmüş olursun; çünkü o aynadır ve bir kimse beğenmediği ve hoşlanmadığı şeye karşı “tüh” der ve eğer sen kamilden hoşlanmadın ise, bil ki o aynada kendini gördün ve kendi yüzüne tükürdün

Nitekim Cenâb-ı Pîr Efendimiz’in Fîhî Mâ Fîh eserinin 11. faslında şöyle buyurulur: Şeyh Muhammed Sererzî, mürîdlerin arasında oturmuş ve içlerinden birisinin canı da kelle kebabı çekmiş idi. Şeyh, “Falan derviş için kelle kebabı getiriniz!” diye emretti. “Onun kelle kebabına ihtiyâcı olduğunu ne ile bildin?” dediler, cevab verdi ki: “Otuz senedir bende ihtiyaç kalmamştır ve kendimi bütün ihtiyaçlardan pâk etmişimdir ve münezzehim. Ayna gibi saf ve nakışsız olmuşum; vaktaki hatrıma kelle kebabı geldi, bende iştihâ peyda ve ihtiyagç hâsıl oldu. Onun, filanın takazası olduğunu bildim. Zîrâ ayna nakışsızdır. Eğer aynada nakış görünürse, o gayrın nakşıdır.”

ور ببینی روی زشت آن هم توی ** ور ببینی عیسی و مریم توی
Onun yüzünü çirkin görürsen, gördüğün sensin. Meryem oğlu İsa gibi görürsen de, gördüğün yine sensin.

Nasıl ki Ebu Cehil habisi, vech-i Nebevî için “Ne kadar çirkin!” demiş; sıddık-ı ekber ise “Ne kadar güzel!” takdirinde bulunmuş, Aleyhissalat Efendimiz, her ikisine de “Doğru söyledin” demiş. Sonra Zat-ı Akdes’inin manevi bir ayna olduğunu, o aynaya bakanın kendisini gördüğünü beyan buyurmuştu.

Ey gâfil, eğer bî-hod olan insân-ı kâmilde çirkinlik hâli görürsen, bil ki o senin halinin aksidir ve eğer onda vech-i İsâ’yı ve Meryem’i görürsen yine bil ki o senin vechindir.

او نه اینست و نه آن او ساده است ** نقش تو در پیش تو بنهاده است
Mahv-ı vücûd eylemiş bir zat, ne budur ne odur. Belki senin mâhiyetini, sana gösteren bir aynadır.

چون رسید اینجا سخن لب در ببست ** چون رسید اینجا قلم درهم شکست
Bahis bu nazik mevzuya gelince, dudağın kapısı bağlandı ve kalem kırıldı.

Ya’ni insân-ı kâmilin suret-i kesîfesinin letâfete tebeddulü ve bir ayna gibi mücellâ olup muhatablarının in’ikâs-ı ahvâli ve hadd-i zatında kendisi renksiz ve sâde olup ayna gibi kendisine mun’akis olan suretlerden ârî olması, zevkî ve vicdânî bir hal olduğundan, elfâz ve ibârât ile anlatmak mümkin değildir. Bu bahse gelince söz, ağzın kapısı olan dudakları bağlar ve kalem bu bahse gelince kırılır ve yazamaz bir hale gelir. Zîrâ bu makam vahdet-i vücûd mes’elesinin inkişâf-ı hakîkati makâmıdır ve kalb-i sâlike tecelli-i zâtî vuku’u halidir. Mesnevi-i Şerîf şârihlerinden Hindli Cenâb-i İmdâdullah {k.s.) hazretleri Vahdet-i Vücûd risâlelerinde buyururlar ki: “Bu makam gitmeye lâyıkdır, söylemeye lâyık değildir. Söylemekten, bilmeye ve bilmekten görmeye ve olmaya kadar çok fark vardır.” Mevlâna Mollâ Cami (k.s.) bu makam hakkinda şu rubâiyi buyururlar:

از ساحت دل غبار کثرت رفتن
به زانکه به هرزه در وحدت سفتن
مغرور سخن مشو که توحید خدا
واحد دیدن بود نه واحد گفتن

Saha-i dilden gubâr-i kesretin gitmesi, vahdet incisini boş sözler ile delmekten daha hoşdur. Söze mağrûr olma zira tevhid-i Hudâ bir olduğunu görmekdir, bir olduğunu söylemek değildir.

لب ببند ار چه فصاحت دست داد ** دم مزن والله اعلم بالرشاد
Fesahat elvermekle beraber, daha ziyade söyleme… Allah, doğruyu daha iyi bilir.

Bu beyt-i şerîf, ma’na-yı hususîsi i’tibariyle, zat-ı şeriflerinden, yine zat-i şeriflerine hitabdir. Ma’na-yi umumisi i’tibariyle, kendilerine vahdet-i vücud sırrı zevkan ve halen münkeşif olan zevâtı kirama tavsiyedir. Ya’ni “Her ne kadar lisanındaki fesahat-i kelamîyye sebebiyle, esrâr-ı münkeşîfeyi, ehl-i zekânın akıllarına takrîben anlatmak mümkün ise de, agzını kapa ve sus! Allah Teala doğru yola sülûku en çok bilicidir.”

برکنار بامی ای مست مدام ** پست بنشین یا فرود آ والسلام
Ey mest-i müdâm, vahdet sarhoşu olan âşık! Sen dam kenarındasın. Ya sükûn eyle otur yahut aşağı in.

Ki ayağın kayıp düşmeyesin.

“Müdâm”, bâde ve içki ma’nâsınadır. Burada “müdâm”dan murâd, şarab-ı tecellî-i ilâhîdir. “Dam kenarı”ndan murad, kesâfet-i beşeriyye ile hal-i letafet arasındaki hadd-i fasıldır. Ya’ni “Ey Hakk’ın tecellîsi şarabından sarhoş olmuş olan kimse, sen şimdi kesâfet-i beşeriyye ile letafet-i ruhaniyye arasındaki hadd-i fasıldasın. Ya bu letâfete nâzır olan hâl içinde çöküp otur ya’ni sükût et veyahud yine kesâfet-i beşerîyye hâline rücû’ et vesselam!”

هر زمانی که شدی تو کامران ** آن دم خوش را کنار بام دان
Ey âşık! Sen ne vakit Maşuk-u Hakiki’nin iltifatıyla mesut olursan, o hoş zamanı dam kenarı bil.

Ve dikkatli bulun ki, ayağın kayıp yuvarlanmayasın

Sen tecelli-i ilahîye mazhar olup muradına nâil olduğun her bir vakit, o zevkî ve vicdani olan hoş ve latif anı dam kenarı bil zira bu dem bir taraftan kesafet-i beşeriyyeye ve diğer taraftan letâfet-i ruhaniyyeye nâzırdır.

بر زمان خوش هراسان باش تو ** هم‌چو گنجش خفیه کن نه فاش تو
İyi zamanda kork… O zamanı define gibi sakla, açığa vurma.

Hoş zamanında, yani mazhar-ı tecelli olduğun zamanda kork ve edebi muhafaza eyle. O iltifatı, ifşa etme. Hazine saklar gibi sakla.

Hoş ve latif olan tecelli-i Hak zamanı, dam kenarı gibi düşmekten korkulacak bir makamdır; binaenaleyh böyle bir hal vuku’unda kork ve o hali bir hazine ve define gibi sakla, nâ-mahrem ve nâ-ehil olan kimselere ifşâ etme! Zîra o gibi tecelliyat-i Hakk’ın tevâlîsinden, devâmından mahrûm kalırsın.

تا نیاید بر ولا ناگه بلا ** ترس ترسان رو در آن مکمن هلا
Ki dostluk ve muhabbetten sonra, bela gelmesin. Agâh ol da, o mertebede korkarak yürü.

Nûş edince cur’a-i câm-ı şarâb-ı aşkını
Ketm-i esrâr etmedi Mansûr kıldı terk-i ser

Nitekim Hallac-ı Mansur, mazhar olduğu tecelliyi gizleyememiş ve Ene’l Hakk demiş olduğu için birçok işkenceden sonra darağacına çekilmişti.

Ya’ni, “Ey kimse, sana vaki’ olan o latîf tecelliyat-i Hakk’ı ifşâ etme tâ ki o tecelliyatin tetâbu’u, tâkibi ve tevâlîsi, devâmı üzerine ansızın nikmet-i zeval ve inkita’ gelmesin, kesilmesin! Âgâh ol, bu gizli olan mahalde ve makam-ı ma’nevîde korka korka git! Zîrâ dam kenarı gibi tehlikelidir.

ترس جان در وقت شادی از زوال ** زان کنار بام غیبست ارتحال
Hoşluk zamanında, o neşenin geçip gitmesinden korkarsın ya hani… İşte bu, o gayb damının kenarından öteye gitmektir.

Mesela meserret vaktinde: “Aman bu zevkli haller ve zamanlar geçecek” diye insanın canında bir korku olur. İşte bu korku, mertebe-i gaybda bulunan zevâl damının kenarından emin bir mahalle irtihal ve intikal manâsınadır.

Ya’ni, sürûr içinde bulunan bir kimse, bu sürûrun geçmemesi tedbirlerine tevessül eder zira onun korkusu, dam kenarında durmak gibidir ve sükût etmek ve makamdan zail olmak havfi vardır. Bunun gibi, sâlik tecelli-i Hak sebebiyle alem-i kesâfetden halâs ve âlem-i letâfete müteveccih olup sürûra müstağrak olunca, dam kenarında bulunan gibi korkmali ve esrar-i gaybiyye damının kenarından düşmemek için, mahall-i selâmete irtihal ve intikal etmelidir ve mahall-i selamet, ketm-i esrâr halidir.

Edebü’l-mârifet, ketm-i esrâr ve setr-i ahvâldir.

Bu yolda ketm-i esrâr eylemek ağyârdan farzdır
Cehâlet perdesine zâhiren vallah bürünmektir

Tasavvuf sırrını nâ-ehline neşreyleyen zâlim
Verip nâmûsunu ağyâr eline kâre dönmektir

Tasavvuf nüshaları var yine erbâbına mahsûs
Haramdır mübtedîlere haram ile sürünmektir

Sabîlere tezevvüc lezzetin söyleyen ahmaklar
Hakîkatte olup sârik zâhir sâdık görünmektir

Görünmezden mukaddem mihr-i ma’nâ kalb-i tâlibde
Güneşten bahsi kılmaklık hayâsızlardan olmaktır

Nice yüz bin makâmâtı terakkî eylese âşık
Tasavvuf neşrine me’mur olur mu bunu bilmektir

Bu dînin âzam-ı şartı kıyâs-ı nefs ü insâfdır
Yerinde sâmit u sâbr bu babda râhı almaktır

Mutasavvıf mütevâzi olur kor yerlere yüzler
Dayanıp Lutfî Mevlâ’ya iman ile sevinmektir

گر نمی‌بینی کنار بام راز ** روح می‌بیند که هستش اهتزاز
Eğer sen, esrar damının kenarını ve oradaki tehlikeyi göremüyorsan, bak işte ruhun, onu gördüğü için tir tir titremektedir.

Ya’ni “Ey sâlik eğer sen esrar-ı gaybîyye damının kenarını ve tehlikesini akıl gözüyle görmüyor isen, ruh görüyor ve bu görüşü sebebiyle düşmek korkusundan ihtizaz ediyor ve titriyor.”

Ma’lum olsun ki, sürûr gerek cismani zevklerdem ve gerek ruhani zevklerden olsun, her insan bir sürurun zevali ve inkita’i korkusuyla içinde
gizli bir rahatsızlık duyar. İnsan kendini tetkik ederse vicdanî olan bu hali tasdîk eder. Zira bâtınlarda şâdîlerin ve sürûrların bekâsı olmadığı kanaati mündemiçtir. Bu hal yekdîgerine zıt ve mütekâbil olan tecelliyât-ı esmâiyye iktizâsıdır ve bu tecellî birbiri ardınca gelicidir. Şâd, El-Bâsıt ve gam El-Kâbız isimlerinin muktezâsıdır. Ve her birinin müntehâ-yı hükmü dam kenarı mesâbesindedir. El-Bâsıt isminin1 münteha-yı hükmünden, El-Kâbız ismi hükmünün dâiresine inme vaki’ olur ve sâir esma-i mütekabile de buna kıyas olunsun.

هر نکالی ناگهان کان آمدست ** بر کنار کنگره‌ی شادی بدست
Ansızın gelen her azap, neşe damının kenarından gelip çatmıştır

Zira şiddet-i sürur insanı edeb ve kaide haricine çıkarır. Nitekim halkın sarhoşluk halindeki rezaleti bunun delilidir. İşte bu şiddet-i sürûr dam kenarı mesabesindedir, onun igin Kur’an-ı Kerîm’de sure-i Kasas’da, “اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْفَرِح۪ينَ [Kasas:76] Ya’ni “Muhakkak Allah Teala ferahlananları, şımararak sevinenleri sevmez!” buyrulur.

جز کنار بام خود نبود سقوط ** اعتبار از قوم نوح و قوم لوط
Dam kenarının gayrisinden düşmek olmaz. Ey salik! Nuh ve Lut Aleyhisselamın kavimlerinden ibret al.

Çünkü onlar, refah içinde idiler. O refah onlar için dam kenarı gibi olmuştu. Fakat kıymetini bilmedikleri ve onu veren Allah’a şükretmedikleri, peygamberinin nasihatlerini dinlemedikleri için o dam kenarından sükût ettiler.

Zira bu ve emsali kavimler son derece nefsani zevklere dalıp, peygamberlerini inkar etmişler ve sürûr ve şâdî damının kenarına gelmişler idi. Ansızın bu dam kenarından ukûbet, cezâ ve nekal, azap dairesine sükût ettiler. Bunun zâhirde tarîhî misalleri de çoktur. Nitekim Romalılar ve Bizanslılar nefsâni zevklere dalıp son derece sürûr ve mutluluğa müstağrak idiler. Bunun neticesi olarak millî hâkimiyetlerini kaybedip, ukûbet-i esârete giriftâr oldular vesselâm