Hamd zikri ile söze başlayalım
Diken ağacına gül aşılayalım Kendini arayaan sâlikin, kalbinde gayb âlemine âit nûrun belirmesi, ilâhî feyzin müminin kalbinde zuhûr etmesine “tecellî” denir.
Vücûd, anda olduğu gibidir. Tecellîyât, zamandaki zuhûrudur yâni güneş bir ammâ tecellîsi cisme göredir. Söz, tecellîye, tecellî mazhara göredir ve aslâ tekrârı yoktur.
Tecellîden nasîb erdi kimine, kiminin maksûdu bundan içeri
Fā‘ilātün, fā‘ilātüni fā‘ilün vezninde, tecellîyât beyânında âteşîn bir murabbâ:
Kâinâta ‘ibret-ile kıl nazar
Cân gözün aç gel berü Allâh’ı gör
Mazhar-ı Hak-durur bu kamu eşyâ
Cümlesinden semme vechu’llâh’ı gör
Görünür cümle eşyâda cemâli
Sâni‘ oldur gör sun‘unda kemâli
Gören bilir anlar pes bu kâli
Pes anuñ kalbinde sırru’llâhı gör
İşidir cümle ene’l-Hak nidâsın
Cümlede hâzır görür pes Hudâsın
Verir rûhuna her demde gıdâsın
Gel berü insânda rûhu’llâhı gör
Aldanmaz pes zâhidin ferdâsına
Gavvâs olur hakîkat deryâsına
Bugün bunda vasl olur Mevlâsına
‘Ârifin kalbinde beytu’llâhı gör
Kanda nazar kılsa Mevlâ’yı görür
Cümlesinde ol Hakk’ı hâzır görür
Her nefesde ‘arş üzre cevlân kılur
Gel berü kalbinde ‘arşu’llâhı gör
Hak Mûsâ’ya eyledi oddan nidâ
Ene’llâh geldi şecerden hem sadâ
Beşerden kılsa ‘aceb mi ol Hudâ
‘Ârifin kalbinde gel Allâh’ı gör
Gönüldür beyt-i Hudâ bu bedende
Hakk’ı görmek dilersen gel gör anda
Her ne kim var-ise sendedir sende
‘Âkil-isen baķ sıfātu’llâhı gör
Kamu ‘âlemlerin bilen Hudâsın
İşidir cümlesinden Hak nidâsın
İsteyen bulur görür pes Hudâdın
‘Ârif-isen anla zâtu’llâhı gör
Benem diyen oldur pes gökde yerde
Görürsün anı neylüğünü vü yerde
Benlik ve senlik bir addur gayride
Ver özün gel fenâfi’llâh olagör
Bu mevcûdâta bakıp gayr görme
Bu nakş-ı fânîye gel özün verme
Nazar kıl gel Hak’dan yüzün çevirme
‘İbret-ile bak gel nûru’llâhı gör
Eğer gâ’ib eğer ki hâzır oldur
Eğer bâtın dahi hem zâhir oldur
Yerde gökde cümleye nâzır oldur
‘Âlim oldur andan ‘ilmu’llâhı gör
Eğer sen de erişeydin nûra
Kamu keşf olup geleydi zuhûra
Kamu gâ’ib gelirdi huzûra
Can gözün aç sırr-ı vechu’llâhı gör
Eğer ol bir-ile sen bir olaydın
Bu benlik hicâbından kurtulaydın
Sen de maksûdunu sende bulaydın
‘Âşık-isen sen de ‘aşku’llâhı gör
Eğer fânî olaydın pes özünden
Hicâb perde ref‘ olur-idi gözünden
Nikâbı ref‘ ede-y-di dost yüzünden
Kıl özün fânî gel zâtu’llâhı gör
Eğer varlık dağı olaydı fânî
Erinî olur-idi len-terânî
Yolına terk eyle gel cism ü cânı
Kalbinde pes muhabbetu’llâhı gör
Senin varlığın uş benzer hayâle
Sen ve ben gidicek ol bâkî kala
İkilik düşürür seni vebâle
Kesreti ko gel vahdetu’llâhı gör
İkilik olmaz anın vahdetinde
Dahi vahdet bulunmaz kesretinde
Kamusı gark olupdur rahmetine
Fenâdan geç gel likâu’llâhı gör
Bir ol bir-ile pes dirlik bulasın
Hayât bulup ölümden ķurtulasın
Ol dost-ile erip vuslat bulasın
‘Ârif-isen gel bekâ bi’llâhı gör
Nitekim sende senlik ola bâkî
Birleyemezsin sen anla ol Hakk’ı
Yine zâtını anun zâtı birler
Anla gel vahdet-i zâtu’llâhı gör
Cümle a‘dâddan murâd yine birdir
Cümle a‘dâd yine birden sayılur
Cümle birden görünür pes ne sırdır
Kıl nazar ‘ibret-ile sırru’llâhı gör
Görünür ol sen anı göremezsin
Pinhân sanırsın ana iremezsin
Hicâbı aradan ref‘ edemezsin
Gel berü gel nûr-ı fazlu’llâhı gör
‘Âkil-isen ‘ibret-ile kıl nazar
Cümlenin sırrını Hak sende yazar
Bursevî’den tâlib-isen al haber
Cân gözün aç ‘ârif-i bi’llâhı gör
Muhyiddin Halifetü’l Uşşâkiyyü’l Halvetî [v. 1680]
İbn-i Ali Efendi ibn-i Ahmed Câhidî Bursevî
Kerem kıl yâ Rab murâda erişsinler, tecellî ķıl cemâlini görsünler, feth eyle sana doğru yol bulsunlar, cümlesini râh-ı Hak’dan ayırma…
Serîr-i bezmgâh-ı fakrı her bir câna vermezler Değil her cânâ yâhû, belki cânâna vermezler Efendi, umma sen âb-ı hayat-ı bâdeden hisse, Anı insana tahsis ettiler, hayvana vermezler Kadem rencîde kılma, zahmet etme zâhidâ, zîrâ, Sımat-ı bezm-i irfânı kuru unvâna vermezler Gidip beyhûde bâr olma miyân-ı cur’a-nûşâna, Bu işretgâh-ı mânâda sana peymâne vermezler Vücudun hâk-ı hırmen etmeyince seng-i ğam, Fahrî! Hakîkat hırmeninden kimseye bir dâne vermezler
Meâlen izah edersek: Fakr meclisinde, baş köşeyi sıradan insana vermezler, her insana değil, belki sevgiliye bile vermezler. Ey efendi! sonsuz hayatın kapısı olan fakr bâdesinden bir hisse bekleme, çünkü o kâmil insanların hakkıdır. Onu, nefs-i emmâre seviyesinde, hayvan gibi yaşayanlara vermezler. Ey zahîd! sen ayağını yorma ve zahmet edip o meclise gitme! Zira, irfan sofrasına oturmayı, kuru unvana vermezler. O mânâ şarabından içenlerin yanına gidip boş yere onlara yük olma, o mânâ meclisinde, sana bir yudum bir şey vermezler. Ey Fahrî! gam değirmenin taşı, senin benliğini öğütüp yok etmeyince hakîkat harmanından kimseye bir dane vermezler.
Hadi ey âb-ı hayat, bir nağmeye başla da döndür değirmen gibi beni… Şu varlık buğdayı tezce un olsaydı, halkın varlık metâsı şu değirmenden dışarıda kalırdı. [Hz. Pir Mevlana]
Bir değirmen metaforudur gidiyoruz günlerdir, sadece başımız değil ömrümüz dönüyor andıkça değirmen misalini… Önce Cahit Zarifoğlu’nun bir denemesini koyalım sofraya:
Adaşım Cahidî Ahmet Efendi’nin bir beyti var, şöyle:
Akil isen can gözün aç, tut kulak bu sözüme Bir değirmendir bu dünya öğütür bir gün bizi
Elbistanlı Muzaffer Hoca’yla konuşuyoruz. -Dünya bir evcik’tir. Esas ev ötede, diyor. Bir ağabeyimiz, kendisine servetini çoğaltmasını ve saklamasını telkin eden bir rüya görüyor. Ve kendi kendine: -Herhalde bir kıtlık, bir afet, bir yokluk meydana gelecek. Zor günler gelecek. Bunun için de böyle bir rüya gördüm. Bari bundan böyle hesabımı bileyim, israfta bulunmayayım, malıma sahip olayım da zor günlerde zorluk çekmeyeyim, diyor. Ancak rüyasını ulu bir zata tabir ettirmenin daha isabetli olacağını düşünerek, böyle bir zata gidiyor ve rüyasını anlatıyor. O mübarek zat şöyle diyor: -Güzel bir rüya görmüşsün. Elbette servete sahip olmak, onu çoğaltmak gereklidir. Serveti çoğaltmak demek ise onu tasadduk etmek, muhtaçları arayıp onlara dağıtmak ve sevdiklerine hediyeler vermektir…
Bu mübarek sözlerden de anlaşılmalı ki servet, insanı bir değirmen gibi öğüten bu evcik için değil, ötedeki esas ev için. Selef-i salihîn Allah’a yalan olmakta birbirleriyle yarış ederlerdi. Cennet ve cehenneme ve bunların el’an yaratılmış olduğuna inanır ve ayet gereğince “cennete girmek için yarışırlar”dı. Kalbinde “zerre miktar iman” olan kişi, Peygamber Efendimiz’in müjdesi ile, cehennemde kalmayacağım, öte dünyada, o büyük ve esas evde cennete dahil olacağını umabilir. Evcik’te nasıl yaşanması gerektiğinin binlerce tarifinden bir tarif, bir yol, tek başına bir ışık, bir kurtarıcı olan hadisi şerif şöyle: Buyuruyor Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem: -Kalbinde zerre miktarı iman olanın cennete gireceği umulur. Bu müjdeyi duyan sahabe sorar: -Ya Resulallah, zerre miktar iman nedir? -Bir Müslüman vakit namazlarından birini elinde olmadan kaçırır, bir sonraki namazın vakti girdikten sonra hatırlar da, bundan dolayı kalbine şiş saplanmış gibi olursa, onda zerre miktar iman vardır.
Evcik, güzel, doyumsuz, ama meşakkat ve görevler dolu. Evcik sevimli bir kelime. Muzaffer hoca bu küçültme takısı ile onu sevimli gösteriyor, onun lanetlenmemesi konusundaki, gereği gibi sevilip değerlendirilmesi konusundaki görevleri hatırlatıyor. Ancak bir yandan da her şeyin iyisini ve büyüğünü isteyen insana (bize), evin de, malın da, sevabın da en çoğunu isteyeceğimizi düşünerek, evcik’le büyük ev’den söz etmeye bir yol açıyor, bize asıl menfaatin büyüğünü işaret ediyor. Gönlünüzü, enerjinizi, dikkatinizi, bu küçük kulübe ile bu evcik’le fazla eğleştirmeyin demek istiyor. Zira bu evcik, bu sevimli ve tadı şey insanları dişlileri arasına alıyor ve bağırıp çağırmalarına aldırmadan kanını kemiğine katarak öğütüp bir gün toprağa atıveriyor.
Dünya var olduğundan bu yana değirmen misali dönmekte, insanlar da iki taşın arasında öğütülen buğday tâneleri misali hayatın acı tatlı olaylarıyla ömrünü geçirmekte…
Gerçek âşık Dost yolunda ün eyler Darb-ı tevhid ile bağrın hûn eylerDeğirmen daneyi döner un eyler Derviş hu der döner kâfir mi olur?
Değirmen taneyi döne döne un eylerken tavaftaki müslüman her bir devirle özünde olmayan kirleri atıp aslına dönüyor; Lebbeyk, lebbeyk ey kerem sahibi, başımda senin sevdan var, senin suyunla değirmen taşı gibi dönüp durmadayım…
Sultânü’l-âşikîn Yûnus Emre [v. 1320] (kuddise sırruhu) hazretleri bir nutk-ı şerîfinde haremdeki tavaf manzarasını anadolu insanı gözünden ne de güzel resmediyordu… Sözcükleriyle sanki kalbime doğru sızıyor, içinden kavrayarak yüreğimi avucunun içine alıyor, beş asır sonrasından İsmail Dedemin Hicaz’daki şehnaz bestesini de alarak el ele verip devrana kalkıyoruz:
Yürük değirmenler gibi dönerler El ele vermişler Hakk’a giderler Gönül Kabesini tavaf ederler Muhammed’in kösü çalınır bunda Ol serverin demi sürülür bunda
Semâda melekler kanat açarlar Önde bir kılavuz Hakk’a uçarlar Müminler üstüne rahmet saçarlar Muhammed’in kösü çalınır bunda Ol serverin demi sürülür bunda
Hep turnalar gibi yüksek uçarlar Kanadıyla halka rahmet saçarlar Ab-ı kevser şarabından içerler Muhammed’in kösü çalınır bunda Ol serverin demi sürülür bunda
Derviş Yunus ider görün n’oldu bana Aşkın muhabbeti dokunur cana Aklını başına devşir divane Muhammed’in kösü çalınır bunda Ol serverin demi sürülür bunda
Buradan sonra sus yol almaya bak, bunu da iyiden iyiye bil ki su garibin başını değirmen gibi döndürür ha döndürür…Bir teferrüc eyleyip baktım cihânın yüzüne Her neye baktım ise ibret göründü gözüme Âkil isen cân kulağın aç nazar kıl sözümeBir değirmendir bu dünyâ öğütür bir gün seniAlt taşı değirmenin yeryüzün tutmuş karâr Göklere kılsam nazar nicedir leyl ü nehâr Nice yüz bin enbiyâ toprağa kıldı karâr Bir değirmendir bu dünyâ öğütür bir gün seniÂline aldanma sakın mekr ile hîle kılar Verdiğini geri alır sanma kim bâkî kalır İki taşın arasında dânenin hâli n’olur Bir değirmendir bu dünyâ öğütür bir gün seniHalk edipdir kudretinden kâr-âgâh ol Hudâ Çark içinde dânesin ömrü ona oldu gıdâ Bulmadı iflâh ecelden enbiyâ şâh u gedâ İki cihânın güneşi fahr-i âlem Mustafâ Bir değirmendir bu dünyâ un ider bir gün biziCâhidî geç bu hayâlden bakma dünyâ malına Zehr olur her kim ki yerse sunma onun balına Âkil isen kıl seyâhat, gir Rasûlün yoluna Bir değirmendir bu dünyâ öğütür bir gün seni
Rûhu’l-Beyân’da; “Beyt’in Rabbine kulluk etsinler” ifadesindeki “Beyt”den maksat kalptir ki o, Kabe-i Hakiki’dir. Vâridât ve ilhâmâtın metafıdır (tavaf alanıdır)” buyrulur. Şimdi Kabe-ı Muazzama’ya ziyaret farz-ı ilahidir. Nedir O? Taştan yapılmış bir binadır, O’nun şerefi yerindedir. Bina olmasa da orada yine de yeri tavaf olunur. Asıl o yerdedir mukaddeslik ama yeryüzü topraktır. Cenab-ı Hak efdal-i mahluk olarak insanı yaratmıştır. Mü’minin kamili, meleklerden de üstündür. Asıl kabe, kabe-i hakiki insan-ı kamildir… Burada gidip dönüyoruz o dönmek zahiridir. Asıl düşünen insanlara lazım olan insan-ı kamili bulup da etrafında dönmesi, hizmetinde bulunmasıdır. Bir taş binanın etrafında dönmek kolaydır, imkanı olan herkes yapar onu. Fakat kamil mümini bulup da O’nun etrafında dönmek, sohbetine nail olup sözünü dinlemek, hizmetinde bulunmak, insanı kemale o ulaştırır işte.
Peygamber efendimiz’in asr-ı saadetinde müslüman olmuş, O’nu tanımış, O’nun çevresinde dönen müslümanlara sahabe diyoruz. Sahabe-i kiram Peygamber SAS Efendimiz’i nasıl dinlermiş? Tasvir, anlatım, ta’rif şöyle: “Sanki başlarının üzerine ürkek bir kuş konmuş gibi… Sanki kıpırdandıkları zaman bu kuş ürküp kaçacakmış gibi… O kuş kaçmasın diye, hiç kıpırdamadan, nefesini bile dikkatle alıp vererek, Peygamber Efendimiz’i öyle dinlerlerdi.” Evladını gömen insanlardan asr-ı saadet içre ashab-ı kiram yapan işte Hazreti Peygambere olan tabiyetin, hizmetin, muhabbetin mükafatıdır. Nitekim Resuli Kibriya hazretleri bir gün ashabına: “Kalkınız ve savaşınız” buyurduğunda Sa’d bin Ubâde’nin “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki atlarımızla birlikte denize dalmayı emretsen hiç tereddütsüz denize dalarız” demesinde bu adanmışlık duygusu, bu hizmet aşkı vardır.
Peygamber-i ahir zamana varis olanlar kıyamete kadar eksik olmayacaktır. Kabe-i hakiki olan O varisleri bulup onların etrafında belki peyklerin döndüğü gibi dönmek, O’nun hizmetinde bulunmak, sözünü dinlemek, gösterdiği yoldan dışarı çıkmamak gerektir. Hal böyle olunca Kabe-i hakikiye götürecek olan yolları aramak her mü’min-i muvahhidin boynunun borcu olsa gerektir.