deyip Hicaz yollarına düştünüz mü hiç? Orada, mükerrem Mekke’ye varıp Harem’i Şerif’in gölgesine sığındınız mı? Işığın çevresinde çılgınca dönen pervaneler gibi aşk âteşine yanıp, kavruldunuz mu? Bembeyaz ihramlar içinde, Safa ve Merve tepelerine tırmanıp Ismailinizi görmek için koşuşturdunuz mu çıplak ayaklarınızla? Yüceler yücesi Şâh’ın, ulular ulusu Allah’ın misafiri olduğunuz için susamış dudaklarınıza sunulmuş Zemzem’i kana kana içtiniz mi? Sayısız hüccacın arasına karışıp, Arafat’ın sıcağına sarılıp, Cebel-i Rahme üstünden, âlemleri seyre koyuldunuz mu? Müzdelife’de şeytanlarınıza fırlatacağınız taşları toplayıp Mina’da en büyük bayramlarla, ananızdan yeni doğmuş gibi pîr u pâk olup sevince boğuldunuz mu?
Ah siz orada Cebel-i Nûr’a tırmanıp, en sarp yokuşları kan ter içinde çıkarak zirveye ulaştınız mı? Cibril’i Emin’in indiği yerden, gözünüzü Kâbe’ye dikip, âlemin nizamı için yeni adımlar atmaya karar verdiniz mi? Ya Cebel-i Sevr’i gördünüz, o sevgili ankebûtun, girişini ağlarıyla ördüğü kutlu mağaraya girdiniz mi? Gâr-ı Sevr üstünde uçuşan binlerce güvercinden biri olmayı hayal ettiniz mi hiç?
Şimdi size Hudeybiye’den mi bahsetsem, Taif’in çileli yollarından mı? Ah, evet siz Taif’in yollarındaki aşılmaz vadileri aşıp ta ötedeki Beni Sa’d yaylalarına ulaştınız mı hiç? Annemiz Halime’nin yurdunda; o varılması zor, kuvaşulması çetin yaylada, henüz beş yaşındaki güzeller güzeli Muhammed’in, Halime’nin kucağına doğru koştuğu vadileri gördünüz mü? Meleklerin altın leğenlerle gelip, tertemiz yüreğini bir kez daha yıkayıp arı duru hâle getirdiği Peygamberin ayak izlerini takip ettiniz mi?
Ah size Hudeybiye’den, Usfan’dan, Cumûm’dan mı bahsetsem? Usfan’daki Bi’r-i Tefle’den, Cumûm’da Mescid-i Fetih’den mi bahsetsem? Bi’r-i Racî kuyuları başında canlarını Allah’a satıp şehid düşmüş kahramanların hikâyelerini mi anlatsam?
Ah siz Hicret yollarına düşüp köylerden, vadilerden, aşılmaz kum çöllerinden yürüyerek münevver kente ulaştınız mı? Kuba’da temeli takva üzerine atılmış mescidde namaz kılıp sevgililer sevgilisine doğru yola koyuldunuz mu? Kuşların yüreği gibi pır pır çarpan kalplerinize edep ve sevgi ummanlarını doldurup kainatın Efendisinin huzurunda salât-u selâma başladınız mı? Huzurunda elpençe divan durup hâl-i pür melâlinizi nakille, yüceler yücesi Mevlânızdan, O’nun ulu şefaatini talep ettiniz mi?
İçinde on binden fazla sahabenin yattığı sıcak Baki kabristanında, gözlerinizin sımsıcak yaşlan toprağa damladı mı hiç? Uhud’a varıp, o dünya dağlarının en güzelinde, şehidlerin efendisi Hz- Hamza’ya, Mus’ab b. Umayr’e, Abdullah b. Cahş’a selâm verdiniz, dualarınızı onların aziz ruhlarına uçurdunuz mu? Kıbleniz nasıl Kâbe olmuş diye Mescid-i Kıbleteyn’e varıp, orda iki rekat şükür namazı kıldınız mı? Her karış toprağında sevgililer sevgilisi son elçinin ayak izleri bulunan, hâla rüzgarlarla rayihası miskler gibi taşınan bu kutlu kenti adım adım dolaştınız mı? Devletine sığınıp, dünya ve ukbâ saadetinin kaynağı sevgisini içinizde büyüttünüz mü? Ah siz de bu topraklar için can vermeye koşan binlerce bahadırın, sayısız âşığın, nazarları görklü evliyaların peşinde buralarda cennet ve cemâli aradınız mı?
En iyisi şimdi siz buradan seyr u sefere başlayınız ve susamış dudaklarınıza bal şerbeti gibi sunulan bu zemzemi yudumlayınız.
İnşaallah bir gün, hem de geç olmayan bir gün, siz de Aşık Yûnus gibi:
Arayı arayı bulsam izini, İzinin tozuna sürsem yüzümü Hak nasip eylese görsem yüzünü Yâ Muhammed canım arzular seni
diyerek o iki eşşiz hazine’nin, Mekke ile Medine’nin yollarına düşersiniz. Hak Celle ve âlâya binlerce hamd, Habib-i Ekremine sayısız selâm olsun diyerek…
Canda cânânı bulana, O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır… [Ahzâb,6]
Ey sevgililer sevgilisi, Ey gül yüzlü nebi, gördüğümüz rüyalar adedince selam olsun sana, rüyalarda seni beklediğimiz dakikalar adedince selam olsun sana…
Merhaba ey mevlid-i peygamberi
Gel beri ey rûh-perver gel beri
Meclis-i mevliddedir zevk u neşat
Dil o mecliste olur gamdan beri Heyhat vaktiyle bu topraklarda,12 Rebiülevvel sabahı imsaktan 1.5 saat önce salalar okunur, vakt-i mevlid-i nebi halka hatırlatılır, canların âgah olmasına vesile olunurdu…
Malumaliniz Resul-u Kibriya Efendimiz’in madde alemine teşrifi 12 Rebiülevvel 571 sabahına yakın zamanlardaydı ki biz dahi bu kutlu doğum anına yaklaşıp mektubumuzu Nur-u feyz-i Muhammedi’den hissemend eylemek gayesiyle biraz geciktirdik ya kusurlar affola erenler…
Yazaldan kalbime hüsnün kitabın Hazret-i Mevla
Beni mest eyledi fikr ü hayalin ya Resulallah
O’na olan muhabbetimizin ikrârı babından, bir asır evvelinden duyulan Hafız Mecit Efendi’nin semâvi nağmeleri ile başlayalım nâmeye
Ente şemsün ente bedrun / Ente nûrun fevka nûr Sen güneşsin sen aysın / Sen nûr üstüne nûrsun
Ente iksîrun ve ğâlî / Ente miftâhussudur Sen iksirsin ve pek değerlisin / Sen kalplerin anahtarısın
(Ente vallah Yâ Muhammed – aleyhi ekmelittehaya) (Allah’a yemin olsun ki; Sen Muhammed’sin)
Yol büyüklerimizce “Kimseye Resulu Kibriya Hazretlerini sevdiğinin” sorulmaması ikaz edilmiştir. Çün bir insanın Allah’ı veya Rasulü’nü sevdiğini söylemesi büyük bir iddiadır. Evet dese yalancı, hayır dese kafir olabilir. Çünkü her iddianın bir bedeli bir delili vardır.
Sahabe nesli bu bedeli yüz akıyla ödeyen bir nesildir. Peygamber-i Zişanımıza “Canımız sana feda olsun Ya Resûlallah” “Anam babam sana feda olsun ya Resûlallah” “‘Dahîlek ya Resûlallah” gibi ifadeleri bu mevzudaki hassasiyetlerine en güzel örnek olsa gerekir. Ne kadar seveceğimizi dahi o güzel insanlardan öğrenmedik mi? Bir gün Hz. Ömer (ra): “Yâ Resûlallah! Sen’i canım dışındaki her şeyden çok seviyorum!..” der. Efendimiz (sav) Hz. Ömer (ra)’in elini tutar ve: “Beni canından çok sevmedikçe olmaz, Yâ Ömer!” buyurur. O da hemen: ‘Canımdan da çok seviyorum Yâ Resûlallah!’ der. Bunun üzerine Efendimiz (sav): “Şimdi imanın tamam oldu.” buyurur.
“Sizden biriniz, beni anasından babasından, evlatlarından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe, tam anlamıyla iman etmiş olmaz.” [Buharî, iman 8]
Hicretin 4. yılında Medine civarındaki kabilelerden ikisi Peygamberimize başvurarak, “İçimizde İslâm’a karşı meyil var. Bize birkaç kişi gönder de İslâm’ı öğretip Kur’ân okutsunlar” dediler. Hz. Peygamber de, hiçbir şüphe duymadan, bu kabilelere sahabeden Hz. Âsım’ın başkanlığında 10 kişilik bir heyet gönderdi. Heyet, yolda “Raci’ ” denilen yere varınca 200 kişilik silahlı bir müşrik çetesinin hücumuna uğradı. Sekizi şehit edildi, Zeyd ve Hubeyb adında iki sahabi de esir edilerek Mekke’ye götürüldü ve idam edildi. Zeyd’in idamında Mekke’nin ileri gelenleri hazır bulundu. Başı uçurulacağı anda Ebu Süfyan: “Senin çoluk çocuğunun yanında olmana karşılık Muhammed’ín elimize düşmesini ister misin?” diye sordu. Zeyd: “Asla! Canımı kurtaracağımı bilsem de, Rasulullah’m değil burada öldürülmesine, Medine’de ayağına bir dikenin batmasına bile dayanamam” dedi. Ebu Süfyan, bu kuvvetli iman ve Peygamber Efendimize karşı duyulan derin sevgi ve bağlılığa hayret ederek: “Muhammed (a.s.)’in arkadaşları tarafından sevildiği kadar bir başkasının sevildiğini görmedim” dedi.
Nasıl sevilmez ki! Hz. Peygamber (sav)’in ahlâkından bahsetmesi istendiğinde Hz. Aişe (r.a) mümkün olan en ideal cevabı şöyle vermişti: “Onun ahlâkı Kur’ân’dan ibaret idi.” Maksadı şu idi: “Kur’ân hangi âdabı öğretiyorsa onları uygulardı.”
Şüphesiz ki sen pek büyük bir ahlâk üzeresin! [Kalem, 4]
buyruğunu yeni bir şevkle okuyup bu ayet-i kerimeden nasıl hissedar olabileceğimizi, bir kez daha tefekkür etmek isteriz. Elmalılı merhûm der ki: Kur’ân’da övülen yüce hasletlerin hepsi Efendimiz’de vardı. Ve orada yerilen eksikliklerin hepsinden de korunmuştu. Fikredelim bir kere; hünerli bir sanatkar elbette ki eserini seyretmekten hoşlanır. Yaptığını başka insanların da görmesini, görüp de beğenmesini ister değil mi? Bunun gibi Yüce Rabbimiz de, en güzel kıvamda yarattığı insanda; İlahî sanatının tecellilerini görmeyi ve göstermeyi murad etmiştir:
Kendi hüsnün hublar şeklinde peyda eyledin
Çeşm-i aşıktan dönüp sonra temaşa eyledin
“Gel ey gönül, hakiki bayram, Cenab-ı Muhammed’e vuslattır. Çünkü cihanın aydınlığı, O mübarek varlığın cemalinin nurundandır.” [Hz. Pir Mevlana]
Doğdu ol saatte ol sultânı dîn
Nûra gark oldû semâvât ü zemîn
Ey Nebi! Sen, bir derece daha fazlası olmayan bir insansın da, biz Senden eksik olduğumuz kadar insanlığımızdan uzak insanlarız…
Ey nebîler sultanı! Ya; “Şüphe yok ki Biz, sana apaçık bir fetih vermişizdir ” [Fetih, 1] kapısını aç da, yüzlerce zevk u safa gülistanları, yüzlerce neşe yaseminleri seyredeyim, yahut; “Senin göğsünü açıp genişletmedik mi?” [İnşirâh, 1] ayetinin ilhamlar taşan memba’ından su, şarap, süt ve bal, bu dört çesit lütuf, iyilik, ihsan, aşk manevî ırmaklarını gönlüme akıt, feyizlerle coşayım! [Hz. Pir Mevlana]
[NEV-NİYÂZ ve DEDESİ]
– Şu gelip geçen Mevlid-i Nebi hatrına bir nasihat kılsan bize canım efendim?
– İnsanlığın Peygamber Efendimiz’i son derece dikkatli bir şekilde, severek, aşk ile şevk ile takip etmesi O’nunla arayı iyi etmenin yolunu bulması lazım!
– Aşk lazım dersin gene!
– “Aşık mısın? Sevgiliyi taklid ederek aşkını kuvvetlendir. Ta ki senin kemendin Allah (c.c)ın rızasını avlasın” diyor Pakistan’ın manevi mimarı, büyük dâvâ adamı Muhammed İkbâl. Yani, sevgilinin izine öyle bir bas ve o izi öyle bir takip et ki O’nun yaptığından başka bir şeyi yapmaya elin varmasın.
– Peki biz nasıl anlayacağız bizdeki aşk-ı Habib-i Kibriyayı?
– Çok kolay, Resulullah aklına geldiğinde, ismi anıldığında, ister boğazına bir şeyler düğümlenmek, ister burnunun direği sızlanmak, yahut gözyaşlarını salıvermek hatta tatlı bir tebessüm sureti ile de olsa bir hal değişikliği yaşayabiliyorsan muhabbetin var demektir. Yemin ile teyyit ederiz ki vallahi O’nun da sana muhabbeti var çünkü O bizi sevmezse biz onu sevemeyiz; muhabbet yağmur gibi yukarıdan aşağıya akar, aşağıdan yukarı değil!
– Mademki aramızda muhabbet var, siz güzelim canların da bu günden sonraki halleri dünden farklı olsun da O’nun ümmetinden olmanın hâli ve lafzi şükrünü eda edelim.
– Ne yapalım?
– Sevgilinin yolundan gitmeye bir adım atarak başlayalım:
Gel ey konuşurken dudaklarına tebessümler karışan.
Gel ey yüzüne üzgünlerin üzüntüsünü dağıtmak yaraşan
– Habib-i Kibriya Efendimiz (sav)’in yüzünde tebessüm eksik olmazdı. O ‘na bakan rahat ederdi. Herkesin gönlünü alır, herkesi hoşnut ederdi. Ashabı ile arasında duvar örmemişti. Herkese değer verirdi. Herkese alçak gönüllü davranırdı. Kimse O’nunla birlikte olmaktan rahatsız olmamıştı.
– Senin de kendisiyle uğraşılan dertleri çözülen, sıkıntıları bitmeyen insan olmaklığın yeter! “Hazret-i insan” duruşunla huzur götür gittiğin yerlere
– Bir kardeşinin gam ve kederini gider, yüzündeki sıcak ve samimi gülümsemenle nebevi yol ve gidişten bir fidan dik maddenin kasıp kavurduğu gönüllere…
Ve şimdi bağrı yanık aşığının “Doğ kalbime bir lahzacık ey nur-u dilârâ” âhıyla başlayan duaya durmak vaktidir:
Ya Rabbi, Ehli dünya olarak O’nun ümmetinden olmakla müftehir olduğumuz, 12 Rebiülevvel’de mesrur u meserret olduğumuz gibi, “Nefsimiz puthanesi”ni yıkıp peygamberin şehrine hicret edip ahiret ehli olduğumuzda da hür ruhlarımız ile O’nun teşrifini orada da, Ona yakın olarak kutlamayı nasib eyle. Resulu Kibriya efendimizin Ruhu şerifiyle, ruhlarımızı aşina eyleyip dünyada ziyaretiyle, mana aleminde rüyalarımıza gül cemaliyle teşrifiyle, ukbada sadece şefaati ile değil de cennet komşuluğu ile de bizleri mesrûr eyleyiver.
Ya Rabbi, kalplerimizdeki bütün arzularımızı kendi rızasına, uygun hale getirip öylece ihsan eyle. O’nun rızasına uygun olmayan arzularımıza kavuşmak emellerimizden bizi vazgeçiriver!
Bu duaya amin diyen cümle canların, bize aşkı ve fedakarlığı öğreten “El-muallim” olan ol Habibi Kibriya hazretlerinin yakın talebelerinden olmaklığını da ihsan eyleyiver ya Rabbi!
Ey göklerde adı her dem anılan Nebi! Ey kulluğuyla ebediyyetin varlığına sebep olan Resul! Işığın zerreleri adedince selam olsun sana, Konuşulmuş kelimelerin harfleri adedince selam olsun sana, Sonsuz nurun gibi sonsuz selam olsun sana.
Ya Resulallah şefaat eyle Allah aşkına…
Ey gönüller derdinin dermanı sen
Ey yaratılmışların sultanı sen
Ya Habiballah bize imdad kıl
Son nefeste lutfun ile şad kıl.
Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân,
Vakt-i şerif, Aleme bayram olan veladet-i Nebi, Cuma,
ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet,
zahir ve batınlarımız hayrola, aşk ola, aşk ile dola,
Aşkullah, Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler
Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .
Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle
Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
huzur bulasınız efendim