Usûlî dilinden Münâcat

Tarîk-i Gülşenî içre, melâmet neş’esinde bir gül-i rânâ
Vardar Yeniceli Abdullah USÛLÎ أصولى (v. 1538)

Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadîm
Bir meş’aledir devr edilir elden ele

usuli_1

Taşrada, o dönemin Selânik vilâyetine bağlı bu küçük kaza merkezinde, bir kültür havzası inşa edecek Anadolu irfanının nerelerden mayalandığına dair mühim ipuçları olsa gerek Aşık Çelebi’nin işâretinde: “Rivâyet ederler ki Prizren’de oğlan doğsa, adından akdem mahlas koyarlar. Yenice’de doğan oğlan, baba diyecek vakit Farisî söyler. Priştine’de oğlan doğsa, dividi belinde doğar.”

İşte bu tasavvufî cereyân ile yetişen Usûlî’nin üslûbu âlem-i tekliften bile âzâde, rindmeşreb bir tavır sergiler, samîmî ve derinliği olan ruhunu, Mısır’da Dede Ömer Rûşenî halifesi İbrahim Gülşenî (v. 1533)  hazretlerinin hizmetinde geçen yıllarından alır. Biz dahi “Vâh kim gitdi Usûlî dermend” dimezden önce Fatihalar ihsân eyleyelim bende-i âl-i âbâ hazretimin aziz ruhaniyetlerine.

Buradan ikram edeceğimiz Mi’râciyesinden beyitlerle feth-i kelâm eyleyelim:

Bir avuç topraktan insân eyledi
Hem hilâfet verdi sultân eyledi

Kendi esrârından âgâh eyledi
Vâsıl-ı makbûl-i dergâh eyledi

Hâk-i nâçîzi tüvânâ eyledi
İlm verdi anı dânâ eyledi

Âfitâb-ı ruhu tâbân eyledi
Âdemin hâkinde pinhân eyledi

Gelelim münâcâtlara… lugatte “fısıldamak” anlamındaki necv kökünden türeyen münâcât “fısıldamak, sözü gizlice söylemek ve bir sırrı paylaşmak” demekse de biz burada.n tarif için aleni fısıldayacağız. Kulun her türlü sanat endişesini bir tarafa bırakarak doğrudan ve samimiyetle Allah’a yönelmesinin bir gereği olarak münâcâtlarda duygulu ve rikkatli bir üslûp ortaya çıkmıştır.

Görelim bu üslûb Usûli’den nice devr ider gönülden gönüle…

usuli_2

MÜNÂCÂT

Yâ ilâh’el-âlemin dil-hasteyem
Bu kuyûd-ı nefs ile pâ-besteyem

Bende-i gam-gînini şâd eylegil
Kayd-ı nefsâniden âzâd eylegil

Nûr-ı Ahmed hürmetiyçün ey Ehad
Habs-i zulmânîde koyma tâ ebed

Ayırıcak bu tenimi cândan
Cânımı ayırmagıl imândan

Çünki bu hâkî tenim hâk edesin
Umaram kim şirkden pâk edesin

Çün bizi hâk iken insan eyledin
Bî-nihâyet bize ihsân eyledin

Çünki ihsânını gördük bu kadar
Eyleme âhir behâyimden beter

Yolumu urdu benim nefs-i leîm
Bu belâdan beni kurtar ey Kerîm

Bir garîbem rehgüzerde kalmışam
Asîyem havf ü hatarda kalmışam

Hâb-ı gafletden beni bîdâr kıl
Rahmetin bâğında berhûr-dâr kıl

Ver bekânı et beni benden fenâ
Rabbenâ fağfirlenâ verhamlenâ

Aç dilimiz rahmetinle ey Gafûr
Tâ olalım biz dahi abden şekûr

Zâhirimi meskenetle hâk kıl
Bâtınımı lîk nûr-ı pâk kıl

Yâ ilâhî eylegil bir feth-i bâb
Gitsin ortadan bu yetmişbin hicâb

Gündüzün zerrin kabasın çâk kıl
Gecenin zülf-i siyâhın hâk kıl

Bu anâsırdan vücûdum eyle pâk
Yele versin kalmasın bir zerre hâk

Hâke sür yüzün hevâ-yı serkeşin
Koy ocağına sevâb u ateşin

Yolum üzre koma yâ Rab hiç pîç
Tâ ki senden gayri görünmeye hîç

Âline evlâdına eshâbına
Cümle-i ezvâcına ahbâbına
 ﷺ
Bin du’a vü bin selâm ü bin senâ
Bin gedâdan olsun anlardan yana

Buraya kadar olan manayı incitmeden, bir mertebeden sözü dizmek icâb iderse: Ey âlemlerin Rabbi olan Allah’ım peşinen itiraf ederim ki gönlü yaralı bir aşığınım, böyle iken dahi arzu ve heves bağıyla, nefsimin türlü kötü huyları ile kımıldayamaz olmuş, esir düşmüşüm. Bağlandığı bu dertlerden kederli esirini nefsani bağlarından, ağırlıklarından âzâd eyleyip sevindiriver.

Beden, ruhun bağıdır. Ruh, bedenden kurtulmak, o bağı çözmek ister. Fakat biz, kafeste yaşamaya alıştığımız için ölümden korkuyoruz. İnsanın alıştığı ortamdan kopması zordur. İnsan bedeni, ten sureti bir cam şişe gibidir. Kimse onu kırmadan içinde ne olduğunu bilip göremez. O camın içindeki kendi özü renksizdir. Biz o nurun gölgesinin gölgesiyiz. İçimizdeki de aynı gölgedir. O gölgenin beden camına vurması, cama bir renk vermektedir. Can, Allah’ın nuru, beden ise o nurun gölgesidir.

Uğruna alemlerin yaratıldığı Ahmed’in nuru, Ehad olan zâtının mim nuru hürmetine bu karanlık hapiste tutma, ten kafesinde bırakma, nefs alışkanlıklarında koyma sonsuza dek bırakma cehennemde.

Ehad Ahmed.. celle celaluhu sallallahu aleyhi ve sellem. Birbirini sımsıkı kucaklamış iki kelime. Ehad, birlerin içine girmeyen bir tek! Ahmed, beşer şahsiyetinin övülmesinde kullanılabilecek en zirve kelime! İki kelime arasında mim farkı… Ehad tecellisine; mim harfini ekleyince Ahmed’i görürüz. Mim henüz daha yazılışında bile boynu bükük bir harftir; secdeyi, kulun rabbine en yakın olduğu makamı sembolize eder… Ehad’e ulaşmanın yegane yolu; Rabb ile abd arasına Ahmed’e kurdurulan mim köprüsüdür. “Bir nefestir mim-i Ahmed, vâlid-i mevlüd o mim” Eski Türkçe’de Ehad ile Ahmed kelimelerinin yazılışları arasında bir “mim” farkı vardır. Mim de م‎ yuvarlak bir harftir. Hz. Mevlâna o mimi gözbebeğine benzeterek “Ahmed, Ehad’in gözbebeğidir” demiştir. “mim-i Ahmed” Ehad’den Ahmed’i ayıran mim’dir, o bütün doğumların -burada insan doğumundan bahsedilmiyor, arş, sema, kürsi, kalem ne varsa- hakiki sebebi işte o mim’dir, Ahmed’in mim’idir, yani Ahmed’dir. Ehad ile Ahmed arasında bir mim- i imkan farkı var. “Ayn-ı Ehad idi Ahmed ey cân olmaya idi arada mim-i imkân” Mîm-i Ahmed’den zuhûr-ı kâ’inât, Mîm-i Ahmed mazhar-ı sırr-ı sıfât!

Ey iman edenler… Allâh’tan (size yaptıklarınızın sonuçlarını kesinlikle yaşatacağı için) hakkıyla sakının ve ancak teslim olmuşluğunu yaşayanlar olarak, ancak müslüman olarak can verin [3:102]

Bir “Gel” nidâsı ile Emr-i Hak vâki olup bu tenim candan ayrıldığında, cânımı imandan ayırma ne olur, vereyim tâ bu iman ile cânım. İnsanı kendi ruhundan üflediğin ruh ve bir avuç toptaktan yarattığın bedenden terkip ettin, ten yeniden toprağa verildiğinde, ruhumu da şirk, iki görme hastalığından temizlendiği halde aslına döndüresin. Bir avuç toprak iken kendi ruhundan üfleyip insan etmekle sonsuz bir armağan vermiş oldun. Madem başlangıçtan beri, bu kadar lütuf ve bağışta bulundun, işin sonunu da güzel eyle, hayvandan aşağı saydıklarından beter eyleme.

Andolsun ki cin ve insten çoğunu cehennem yaşamı için yaratıp, çoğalttık! Ki onların kalpleri (şuurları) var, (hakikati) kavrayamazlar; gözleri var bunların, onlarla baktıklarını değerlendiremezler; kulakları var, onlarla duyduklarını kavrayamazlar!.. İşte bunlar hayvanlar gibidirler; belki daha aşağıda daha da şaşkın! Onlar gâfillerin (gılaf içinde – kozalarında yaşayanların) ta kendileridir! [7:179]

Kötü huyları nedeniyle kınanan, aşağılık nefsim sana varan yolumu kesti. Nefsin belâsından kurtar beni ey Kerim Allahım. Sen öylesine cömertsin ki, seni inkar ile açığa çıkanlara dahi sayısız nimetler bağışlar durursun, vuslat yolunu kesen nefsimin bağlarını da çözüver. Sana varan yol üstünde kalmış garibanın biriyim. Senin emirlerine uymayan nefsimden sebep korku ve güvensizlik içindeyim. Bu gaflet uykusundan, açık gerçeği görememe halinden uyandır. Rahmetin bağında, merhametinle muamele eyle, acıyıver de tuttuğum işten semere göreyim, netice bulayım, güzel sona ereyim.

Gerçek şu ki kullarımdan bir kısmı: ‘Rabbimiz, iman ettik… Bizi mağfiret et ve bize rahmet et… Sen Rahîm olanların en hayırlısısın’ derlerdi… [23:109]

Al beni benden, kayd-ı bedenden, ayırma senden… Beni bende öldürüp sende yaşat, bizim günahlarımızı bağışla ve bize acı Rabbimiz. Fenâ, yok olmak, geçici olmak anlamına gelen bekâ ise kalıcı olmak, ölümsüz olmak anlamına gelen Arapça kelimelerdir. Kulun benliğinin Allah’ın varlığında yok olması, eşyânın nazarından silinmesi, kendi fiilini göremez olması, kesret âleminin kayıtlarından sıyrılıp Hakk’ın tasarrufu altına girmesi hâli, fenâfillâh. Sonrasında hemen bekâbillah, ebedî ve ezelî olan Allah’ın bekâsı ile bâkî olma hâli. Olanların “Benden benliğim gitti, hep mülkünü dost tuttu” buyurduğu makam.

(Ey) Nuh ile beraber (gemide) taşıdıklarımızın torunları… Muhakkak ki O, çok şükreden bir kul, abden şekûr idi. [17:3]

Dünyada da günahlarımızı örtüver Ey Gafûr olan Rabbimiz, bu tecelli denizinden bir rahmet ile gönlümüzü aç, dilimizin bağlarını çözüver ki biz de şükreden bir kul olalım.

Dünyaya bakan dış yüzümü, aczimi, fakirliğimi, yokluğu bilmekle mütevazı eyle, her türlü külfete dayanıklı toprak gibi eyle. Lâkin iç yüzümü, sırrımı nurunla tertemiz eyle, hâlis bir kulun olayım.

Ref olup ol Şah’a yetmişbin hicâb,
Nûr-i tevhid açtı vechinden nikâb

Habibi Kibriya efendimize açtığın gibi bize de kapıları öyle bir aç ki Allahım,  aramızdaki kavuşmaya engel yetmiş bin kilit açılıversin.

Muhakkak Allah için (mahlukat ile kendi arasında) nurdan ve zulmetten yetmişbin hicap (perde) vardır. Eğer açılacak olsa, O (Mevlâ Tealâ) nın Cemalinin nuru, görmesinin ulaştığı yere kadar olan şeyleri elbette yakar (yok eder) di. Ancak fenâ ve bekâ mertebelerine erişmiş olan Arif-i billah’a manevi kuvvet verilir, keyfiyetsiz bir hâle gelir, işte bu durumda olan Zat-ı Pak-i Sübhaniyeye yaklaşabilir.

Gündüzün alem-i kesret içindeki altın renkli örtüsünü yırt aç. Gecenin, alem-i vahdetteki siyah zülfünü toz toprak eyle. Yani beni iyi, kötü kaydından, ikilikten kurtar, vahdette kesreti, kesrette vahdeti bulan tevhid ehlinden eyle. Tam da olanların “Geç ak ile karadan, halkı çıkar aradan” buyurduğu yerdir burası.

Toprak, su, hava, ateş unsurlarına bağlı kalmaktan, ten mezbelesinde yaşamaktan kurtar, kirlerimden arındır beni. Bu ağırlıklarımdan zerre kalmayacak şekilde savurup havaya atıver. Söz dinlemeyen, gem vuramadığım isyankar arzularımı yerle bir et. Sevap ve günah kaydının ocağına koy yakıver gitsin.

Sana varan bu yolum üzre hiç piç kalmasın. Piç, farsçada labirent, açmaz, içinden çıkılmadık dolaşık mesele manasına gelir. Yozlaşıp, eksik kalıp aslına ve nesline benzemeyene de piç derler. Hem iç yüzümde vuslata mani hal kalmasın, hem yolumdan nesli bozuklar gelmesin. Bu hale erdiğimde gözüme senden gayrısı görünmez olur.

Hep görünen Dost yüzü
Andan ayırmam gözü
Gitmez dilimden sözü
Çağırıram; Dost, Dost…

Görem Hu, İşidirem, Hu, Diyem Hu

Olanla Yetinmeyenler

Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı. Onlar ise, ne zaman bir mu’cize görseler yüz çevirir ve “Bu eskiden beri devam eden bir sihirdir”  derler. [Kamer:1-3]

muvassal_ahmet_refet

Çekil izzetle, uzlet kûşesinde; azîz ol, derd-i şöhretden cüdâ ol

[NEV-NİYÂZ ve DEDESİ]

Dedem hoş safalar getirdiniz meclise, destur verirseniz geçen gece, “sonunda şiir diye yazdırdılar” diye başlayan sayıklamalarımızı ikramla feth-i kelâm eyleyelim…

Hayhay efendim, buyrun

Baba elinin sıcaklığını hiç tatmadın sen,
Ben de aynı soğuk sahipsizlikten tattım.
Sen, daha sağlığında 6 evladını toprağa vermişsin,
Benden önceki kardeşlerim için annem de aynını yapmış.
Annemin ettiği dualar, babamı özlediğim ömrüm hatrına
Bir kez olsun tutsan, “ayn-ı torun” diye elimden sultanım…

İşte böyle erenlerim! an gelir hakikat çarpar insanı… Lakin eksik kalan bir yanı var gibi, sonunu getirseniz zamane naat-ı şeriflerine bir katkı olurdu…

Aman sultanım, fakirin pür taksir hayatında yegane tamam olan şey, ancak eksikliğin ta kendisidir. Daha fazla kendimizden bahs ile suyu bulandırmayalım… Girişe asmışsınız gene levhanızı.

Buyrun okuyunuz kendi anadilinizde yazılmış; Sami Efendi talebelerinden Ahmed Re’fet Efendi’nin  (v. 1949) sülüs levhâsıdır…

Şöyle bakınca çıkardığımız kelimeler var ama, sanki hazretim kemal yıllarından evvel meşketmiş bu levhayı

Sen gülsün ben bülbülüm hey Nebiyy-i mu’teber,
Hikmet-i ilmin senin kılmış şahım şak’kı kamer,
Muttasıl hattile beyti muntazam kılmak hüner
Lütf-ı Hak kılmış muhassıl ilmi hattı mu’teber,

Parmağa değil, işaret ettiği hakikate, zarfa değil zarfın içindekine geçiniz. Şair-i muazzam “Muttasıl hattile beyti muntazam kılmak hüner” yani sadece bitişik harfleri kullanarak beyitleri düzenlemek hünerdir diyor, dediğini de ayniyla icra ediyor. Malumâliniz olduğu üzre lisan-ı Arabî de bazı harfler kendinden sonra gelen harflerle birleşmezler; bu levhada “Muvassal” derler  hususi bir san’at gösterilmiş. Beyitlerde Risaletpenah Efendimiz hatrı sayılır itibarı gibi hüsn-i hat sanatının da pek muteber olduğundan bahsediliyor.

Bir de Efendimizin ayın yarılması “şakk’ul kamer” mucizesine atıf var değil mi?
Olmaz mı… Lakin söyleyen kimdir dehânından ezel esrârını…

Dehân kelimesi bize yabancı geldi…
Ah işte kültür genleriyle oynanmış neslin hali… derdimi söylesem dehâna sığmaz. İyisi mi  dehân-beste olalım, ağzımızı bağlayıp, susalım…

Affola sultanım aldık payımızı, devam buyrun.
Madem öyle size ev ödevi olsun, dehanınız alışsın,


Nev-be-nev şakku’l kâmer esrârını işrâb eder
Çarh-ı dilde mâh-ı tâbân-ı dehân-ı Mustafa

üstüne bir de Hz. Selâmî’nin naat-ı şerifinden nûş eyleyegörün şifâdır:

Öyle bir Sultân-ı a’zamdır ki Fahr-ı kâ’inat
Anın için halk olundu bu cemi’-i ka’inat
Ümmeti vü çâkeridir âsuman üzre melek
Rûy-ı arzda nev’-i ins ü cinn ü eşcar u nebât
Her nebâtı selsebil-i cennet idi gûyiyâ
Dest-i pâkinden içerdi teşneler âb-ı hayât
Bir işaretle felekde mâhı etmişdi dü-nîm
Var idi her parmağında nice dürlü mu’cizât
Ey Selâmî hürmetine afv eder Mevlâ seni
Cümle ahvâlinde olsa nice yüzbin seyyiat

Artık lugate bakmak vacib oldu…
Mutlaka alın tavsiye isterseniz; işte eser: İlhan Ayverdi’nin Kubbealtı Lugatı derler, “Misalli Büyük Türkçe Sözlük” Emin olun iyi gelecektir, hayra vesile olacaktır.

Bizim de çocukluğumuzda dinlediğimiz Mevlitlerden bir nağme düştü aklımıza

Çün işâret kıldı ol mahbûb-u Hakk
Parmağîle ay oldu iki şak
Dikti hurmayı hem ol şâh-ı cihân
Diktiği saat yemiş verdi hemân

hasanriza_levha

Nâm-ı Âhmed nusha-i icâda Bismillahdır
İki şakk olmuş yed-i icâz ile bir mâhdır

İşte böyle erenlerim, bu toprakların mayası sağlamdır… kurtsa kurt, itse it; herşey döner aslına

Yûsuf-ı gerçi görenler ellerini kesdiler
Gün yüzün gördü senin şakk oldu bedrin ayası
Beyitlerde bahsi geçen “ayın yarılması” mucizesinden bir fasıl açarsınız artık…

Aslında daha oraya gelmeden, nübüvvetin evvelinde Kureyş müşriklerinin yaklaşan hac mevsiminde, halkın İslam’a rağbet etmesine mâni olmak için, Risaletpenah hazretlerine kötüleme hususunda ağız birliği ettikleri meclise gitmek gerek. İslam davetinin Arapların kalbinde tesir bırakmaması için, Hac vesilesiyle akın akın gelen heyetlere mutlaka Muhammed (sav) hakkında bir şeyler söylemeleri lazımdı. Bu meseleyi görüşmek üzere Velid b. Mugire’nin evinde toplandılar. Velid dedi ki: “O’nun hakkında tek görüşte birleşin. Ayrı ayrı şeyler söylemeyin ki birbirinizi yalanlamış, birbirinizin sözlerini reddetmiş olmayasınız.”
-O halde sen söyle, dediler. Velid:
-Hayır … Siz söyleyin, ben dinleyeyim, dedi. Dediler ki:
-Kahin diyelim. Velid:-Hayır, Allah’a yemin ederim ki o kahin değildir. Biz kahinleri gördük. Onun sözü ne kahinlerin süslü kelamına, ne de secîli sözlerine benziyor, dedi.
-Mecnun diyelim, dediler. Velid:-Mecnun da değil o. Mecnunları da biliyoruz. Onda ne delilikten ne de vesveseden bir eser var, dedi.
-Şair diyelim, dediler. Velid: -Şair de değil. Şiirin bütün vezinlerini biliyoruz. Onun söylediği şiir de değil, dedi.
-Sihirbaz diyelim, dediler. Velid: -Sihirbaz da değil. Sihirbazları da yaptıkları büyüleri de gördük. Onun ne düğü mü var, ne de üfürükçülüğü dedi.
-Peki…o halde Sen ne diyorsun? dediler. Velid uzun uzun düşündü: -Allah’a yemin ederim ki, onun söylediği söz tatlıdır, sözünün başı üzüm salkımı gibi tatlı, sonu da altın gibi güzeldir. Siz bunlardan hangisini söyleseniz sözünüzün asılsız olduğu anlaşılır. Onun için yinede en uygun söz yine de sihirbaz demenizdir. O evlat ile baba, kardeş ile kardeş, karı ile koca, kişi ile yakınları arasını açan bir sihir getirdi, dedi. Velid’in bu sözü üzerine dağıldılar.

Demek Peygamber Efendimizi yabancılara tanıtırken, sihirbaz olduğunu söylediler…
Öyle dediler… Hazreti Mustafa (selam üzerine olsun), dolunaylı gecede Kabe’nin etrafını tavâf ederken (Mekke’de aşırı sıcak yüzünden çoğu insan gece dolaşırdı) Ebu Cehil onu görüp de öfkelenmiş, hasedi kabarıp köpürmüş de , “Allah bilir, bu sihirbaz yine ne hile peşinde?” demişti. Hz. Mustafa (selam üzerine olsun), “Hile nerede, ben neredeyim?”. Ben insanları senin gibi yolunu kaybetmişlerin, sapıkların hile ve tuzaklarından kurtarmak için geldim!” diye şefkat yollu bir cevap vermişti. Ebu Cehil “Peki sihirbaz değilsen, avucumda ne olduğunu söyle” demişti. O, avucuna kasıtlı olarak çakıl taşları almıştı. Cebrail yetişip demişti ki “Ey Muhammed, Hak sana ‘Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun ey peygamber’ diye selam ediyor ve diyor ki ‘Hiç dert etme; sana onlar varsın sihirbaz desinler. Biz sana güzel isimler taktık’ Bunların kimilerini insanlara söyledik, kimilerini de “İnsanlarla akılları ölçüsünde konuş.” [Deylemi, 1406:I/398] hükmünce, insanların anlama güçleri olmadığı için söylemedik:  O kim oluyor da sana ad takabilsin? Sihirbaz desin. Hem köleye ad koymak efendinin kârıdır. Dışardan gelmiş aşağılık köleye mi kalmış efendiye ad koymak? Taksa bile onun koyduğu adı onun kendi boynuna asarlar da cehenneme yollarlar. Avucumda ne var diye Seni mi sınıyor… Ona cevap olarak de ki “Hangisini istersin; ben mi avucunda ne olduğunu söyleyeyim, yoksa avucundakiler mi benim kim olduğumu söylesin?”

Hz. Mustafa (selam üzerine olsun), “Bismillahirrahmanirrahim” deyip bu kutlu adı dile getirerek onu cevapladı. Ebu Cehil, “Hayır. Benim avucumda olanın senin ne olduğunu söylemesi daha iyidir.” Allah’ın tertemiz adı sayesinde Ebu Cehil in elindeki her bir taş parçası ses verdi, dile geldi: “Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah’ın Elçisidir” . Bu olay üzerine bir grup insan iman etti. Ebu Cehil söylediğine çok pişman olup öfkesinden çakıl taşlarını yere çaldı ve “Gördün mü” dedi, “kendi elimle ne yaptım?”. Yine kendini toparlayarak inatla dedi ki “Lat ve Uzza’ya yemin olsun ki bu da sihirbazlıktır!”.

Dikkat buyur erenlerim buradaki mucize taşların dile gelmesinden ziyade Habibi Kibriya Efendimizin, vakıaya şahit olanların gözünden gaflet perdesini kaldırması, kulaklarından gaflet pamuğunu çıkarmasıdır. Yoksa zaten “Yedi gök, yer ve onların içinde her ne varsa O’nu tesbih eder. O’na hamd ederek, tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur. Fakat, siz onların tesbihini anlayamazsınız.”[İsrâ:44] hükmü bâkidir.

Allahuekber…
Biz Asr-ı saadete dönelim… Ebu Cehil in kimi arkadaşları kendisine dediler ki; “sihir yere etki ederde göğe etki etmez. Gel onu bununla sınayalım”… Peygamberimize gelip “Bu yaptığın sihir değil hakikatse ve Allah’tan ise şu dolunayı yar. Çünkü sihir göğe etki etmez.” Cebrail, anında yetişip dedi, “Endişelenme. Ezeli ve ebedi kadim Rabbin kutlu adını anıp “Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla” de. Şu iki kutlu parmağını birbirinden ayrı tut da kudretimizi görsünler.

O da öyle yaptı ve “Saat yaklaştı ve ay yarıldı” hükmü üzere ay anında iki parça oldu. Bir yarısı Peygamber in sağdaki parmağına doğru, bir yarısı da soldaki parmağına doğru gidiyordu. Korkunç bir ses geliyordu. Öyle ki şehirde ve çölde nice hayvan öldü. Geri kalan hayvanlarda ot yiyemez olmuş titriyordu. Bir çok insan hastalandı. Kimilerinin karınları kanla doldu. Hepsi, “Allah aşkına çabuk ayın parçalarını birleştir ve eski durumuna getirip düzelt. Yoksa anında bütün dünya altüst olur.”


Envâr-ı Muhammed doğuben tuttu cihânı
Şakku’l kamerin mûcize parmağı göründü
Uşşake dahi dostunun otağı göründü

sakki_kamer_falname

Ne mu’cizsin ki tâ yerden mâhı şakk eyledin gökde
Ne bürhân-ı celîl-i Kibriyâsın Yâ Resulallah 

Peygamber (selam üzerine olsun), “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek yine bu kutlu adı andı ve iki parmağını bitiştirdi. Allah’ın emri ve bu cana can katan adın bereketiyle ayın iki parçası birleşti. Böylece bir grup insan daha iman getirdi. Şu hali gören Ebu Cehil mel’unu bağırarak “Hâzâ sihrun mustemirr” dedi, üzüntüsü daha bir arttı. Kendini kaybetti. İnatla kendini toplayarak dedi, “Bu doğruysa, göz boyacılık değilse, kulaklarımızı bağlamadıysan, aklımızı, fikrimizi çelmediysen, başka şehirlerin de bundan haberi olması gerekir!”

Derken memleketin her yanından dostlardan dostlara, adamlar, kervanlar, haberciler, mektuplar gelmeye başladı. “Gökleri ve yeri yaratan” [Yusuf:101], bu kubbede bu iki mumu “güneşi ışıklı, ayı parlak kıldı” [Yunus:5] hükmünce tutuşturup karanlıkların perdesini bu iki mücevherin ateşiyle yaktığından beri atalarımızdan, dedelerimizden hiç kimse bu tuhaf ve garip olaya benzer olayı kesinlikle anlatmamış ve hiçbir kitap buna benzer bir olay yazmamıştır” diyorlardı. Etraftan mektup üstüne mektup geliyordu. Ebu Cehil ve benzerlerinin yüzü “Kalplerinde hastalık olanlarınsa pisliklerine pislik katarak küfürlerini arttırdı” [Tevbe:125] hükmünce her an daha bir kararıyordu. İman etmiş olanların yürekleri ve imanlarıysa “İmanlarına iman katsınlar diye…” [Fetih:4] hükmünce her geçen gün daha bir güçleniyordu…

Neşr-i envâr edince ay, köpek havlamaya başlar
Bunda ayın ne suçu var? Köpeğin huyu böyle.
Ecram-ı asuman ay ile iftihar ederken
Köpek de kim oluyor, yeryüzünde leş yiyen!

Demek kıssa burda tamam oluyor. Lakin serlevha’nın altında düşen şiire bir anlam veremedik, bilesiniz.
O beyit Üsküdar Mevlevihanesinden Ahmet Remzi Dedemindir. Zaman içre bu kadar edebi sanatlardan bahsettik, dehân içre lebdeğmez bahsine lebdeğdirmeden olmaz değil mi? Vaktiyle aşıklar dudaklarının arasına, dik pozisyonda bir iğne yerleştirip zuhurata tabi bir vaziyette, içinde b, f, p, m, v dudak harfleri bulunmayan sözcükler kullanarak hem çalarlar hem de söyleşirlermiş.

Bu mektubun ilk cümlesi yaklaşan saatten, geceye remiz aydan bahsediyordu o yüzden satırlar uzayıp gitse de mânâda da kısalık aramayasın! Bu mektup yoldan saptıran düzenbazların canına çekilmiş kılıca benzer; uzadıysa uzadı zararı yok; kılıcın uzun oluşu bir kusur sayılmaz.

Gelen gün, günlerin efendisi cuma’dır diye aşktan yana bir de dua istesek sizden?
Dervişler için “gün” mefhumu yoktur. Onlar için her gün hem bayramdır hem de Cuma. O hatıra ile ne bayramlık halleri eskir, ne de Cuma’ları. Her gün onlara bayram olunca, bayram gününe layık giyinirler, kuşanırlar; ama yünden örülmüş, süslü elbiseler giymezler. Ey benim canım! Onlar, Hak Dost’un güzelliğiyle güzelleşenler, kendi nurlarının aleme yansımasıyla alemi de bir hoş eylerler. Hem sen dua istiyorsun amma hürmetine var edildiği dünyayı yakan aşkın, sîneleri delen iştiyâkı yüzünden hiçbir dua eden yokken âlem âmin sesiyle dolmuş…
Ya Rab aşıkların deminden bir kulak nasib eyle de, o sesi can kulağımızda duyalım, ölüp de uykudan uyanmadan evvel perdeyi kaldıralım aradan…

– Gene mânâya dokunan bir kelam ettiniz efendim,

–  Vallahi ben aslında hiç ağzımı açmadım!

Sus, sözü kısa kes, o ay yüzlüyü seyre dal… öylesine aydır ki O, aya göründü mü nurundan gökyüzünde ikiye bölünür ay. [Hz. Pir-i Destgir-i Münir]