Cüzî İrâde

… Muhakkak ki Rabbin irade ettiğini fiile dönüştürür! (dilediğini dilediği gibi yapan ancak O’dur) [Hûd:107]

Dostunu tanı; O’nun selbî ve sübûtî sıfatları vardır. Sübûtî sıfatlarından irâde (dileme), kudret (güç yetirme), tekvin (yaratma) sıfatlarının ifade ettiği gibi O, her dilediğini anında yaratmaya muktedîr olandır. O, bir şeyi yaratmak isterse ona yalnız “OL” [Bakara:117, Âl-i îmrân:47, En’âm:73, Nahl:40, Meryem:35, Yâ-sin:82, Mü’min:68] demesi yeter. Ol dediği şey hemen oluverir.

Buradan da mâlûm olacağı üzere irâde yâni dilemek Allâh’ın bir sıfatıdır. Eğer Arap dilinde Cüz’î lâfzı Küll’den ayrılmış bir parça mânâsına ise bu irâde-i cüz’iye tâbiri ilim bakımından sakâmetle (bozukluk, sakatlık) mâlûl görünür. Çünkü bu cüz’î tâbirinden Allâh’ın küllî irâdesinden ayrılıp da öteye beriye dağılmış mânâsı anlaşılır. Hâlbuki Allâh’ın bu sıfatları hiçbir vechile kâbil-i taksîm değildir. Zira O, Ehad ve Samed’dir. Kendisinden ikinci bir varlık zuhura gelmemiş, tecezzi ve tekessürü (parçalara ayrılma, çoğalma) mümkün olmayan som ve tek bir bütün.

irade

Nitekim Hayat, İlim, Semi’, Basar, İrâde, Kudret, Kelâm, Tekvin gibi İslâmiyet’te inanılması farz olan sekiz sıfatın insanlık âyinesinden görülmesi Hakk ile halk arasında bir münâsebet bulunduğuna muhkem bir burhandır. Bu sıfatlara Sıfat-ı Subûtiye denilmesi, subût bulacakları, zuhûr edecekleri muhîtin, tafsil i’tibâriyle âlem ve icmâl cihetiyle de âlemin özü olan Âdem olmasındandır. Âdem dediğimiz meyva âlem denilen ağacın mahsûlüdür. İşte bu sıfatlar tamâmıyla Hakk’ındır. Bunları kendine nisbet etmeye kimsenin hakkı yoktur. Yalnız bunların, insanda tecellîsi mazhariyet alâkasına göredir.

Her sıfat kim sende var izle anı
Gör ne sırdan feyz alır gözle anı
Erişince zâtına özle anı
Gayre bakma sende iste sende bul
Çünkü Hakk’ın ef’al, sıfat ve zatı seninle zâhirdir. Ef’al sıfata, sıfat zata delildir. Şimdi bir iş sıfatsız açığa çıkabilir mi? Meselâ, ilimsiz iş açığa çıkmış olur mu? Böylece irade, kudret, işitme, görme, kelâm ve hayat olmadan bir iş açığa çıkabilir mi? Çıkamaz demek olur ki işler sıfatın vücuduna delildir. Böylece sıfat sıfatlanan (mevsuf) olmadan olur mu? Her sıfata bir mevsuf lâzımdır. Meselâ, irade mürid olmadan, kudret kadir olmadan olur mu? Olmaz. Bu halde sıfat da Hakk’ın vücuduna delil olmuş olur. Her şahıs kendinde zâhir olan ef’al, sıfat ile yüce Hakk’a delil yapabilir.

Bunlar tıpkı Güneş’in ziyâsı gibidir. Odayı aydınlatan ziyâ pencerelerin kâbiliyetine göre Güneş’indir. Yoksa küll olan Güneş’den ayrılıp da parça parça öteye beriye taksîm olunmuş değildir. Öyle tasavvur olunursa o vakit asıl irâdenin sâhibinden, bu sıfat eksile eksile biter. O vakit bir işin başlangıcında Besmele çekip Allâh’dan istiâne etmenin yâhut Allâh dilerse olur mânâsına gelen “inşâallâh” demenin hiç bir mânâsı kalmaz. Çünkü bu babda her ne yolda mütâlea edilirse edilsin araya bunun yarısı Hakk’dan, yarısı kuldan, yâhut çoğu Hakk’dan, birazı da kuldan gibi koyu koyusuna bir nevi ortaklık giriyor ki bu da [gizli] şirkten başka bir şey değildir.

Bunun için akla, zevke, tam bir kanaat verecek derecede öteden beri hallinde güçlükler çekilen, hattâ halli imkân hâricinde görünen bu irâde-i cüz’iye meselesini eğer câiz görülürse âfakî bir misâl ile izah edip kısa keselim:

Tavla oynanırken “se-yek 3-1” atmak istenir. Çünkü işe o yarar lâkin oynayan kimse elindeki zarları attığı vakit hiç istemediği ve işine yaramayan “şeş-beş 6-5” gelir oturur. Şimdi ne yapmak lâzım? İstenilen, “se-yek” mi oynanır, yoksa hiç istenilmediği hâlde kendi elimizle kondurduğumuz “şeş-beş” mi oynanır? Tabiî zarlar ne oynamayı hükmettiyse onu oynamaktan başka çâre yoktur. İşte elindeki zarları yine kendi eliyle atmak irâde-i cüz’îyesini sarf etmek demektir ki bir nevi tedbîrdir. Fakat atılan zarlar ne geldiyse o da takdîrdir. Tedbîr takdîre uymazsa kazâya rızâdan başka elden ne gelir?

Takdire bağlanup demişiz beli,
İrade-i cüz’ den çektik biz eli,
Dümeni şikeste keşti-i dili,
Nihayet engine saldık bakalım 

Şu hâlde “İrâde-i cüz’îye elimdedir, istediğimi yaparım” dâvâsiyle lâ-şuurî (bilinçsiz) bir hâlde Kader’in hükmüne karşı savaşa çıkan kahramanların benimsedikleri irâde-i cüz’îyenin ilimde kazandığı kıymet işte bu kadarcıktır.

Şu hakîkat her şeyden evvel bilinmelidir ki Allâh’ın Kur’ân’ında, Habib-i Kibriyası’nın hadîslerinde, gerçek ve yüksek âlimlerin eserlerinde insanlara böyle bir irâdenin verildiğine dair hiç bir işâret yoktur. Bilâkis Kur’ân-ı Kerîm’de “Bir ağacın herhangi bir dalını kesseniz, yâhut kesmeyip de o dalı yine öylece ağacında bıraksanız, bu her iki hâl Allâh’ın izniyle olur” [Haşr:5] meâlindeki âyetin hükmüne bakılırsa bu iki şıktan gerek vukua gelen kesme fiilinin, gerek zuhûra gelmeyip de yalnız tasavvurda kalan kesmemek niyetinin ikisi de Allâh’ın irâdesiyle olduğu işâret buyurulmuştur.

Diğer âyetlerde ise “Sizin istediğiniz olmaz ancak Allâh’ın istediği olur” [İnsan:30] ve “Her hareket edenin nâsiyesi (idare ve tasarrufu) Allâh’ın elindedir” [Hûd:56] ve “Sizi ve yaptığınız işleri yaratan Allâh’tır” [Sâffât:96] ve “Hiçbir şey için “Onu yarın kesinlikle yapacağım” deme (çünkü Allâh’ın onu inşa edip etmeyeceğini bilemezsin)! Sadece “İnşâ Allâh = Allâh dilerse, inşa ederse” kaydıyla demen, müstesna! Unuttuğunda Rabbini (hakikatin olan Esmâ mertebesini) zikret (hatırla)! Ve de ki: “Umarım Rabbim beni kurbunda (mâiyet sırrının yaşandığı Tecelli-i Sıfat mertebesi) olgunluğa erdirir.” [Kehf:23-24] buyuruluyor.

“Allİh mü’minlerin nefislerini, mallarını satın aldı. Mukâbilinde kendilerine cennet verildi” [9:111] meâlindeki âyet-i kerîmede verildiği işâret buyurulan cennet nefis ve hevâ erbâbının husûsiyle amellerinin mukâbilinde ücret bekleyen sofuların imrenip de ağızlarının sularını akıttıkları cennet değildir. Bu cennet Allâh’ı gerçekten seven âşık-ı sâdıklardan, yüksek mânâ erlerinden Yunus Emre’nin:

Cennet Cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç hûri;
İsteyene ver sen ânı bana seni gerek seni
diye candan özlediği ve yine bu mânâ erlerinden Mısrî Niyâzî’nin:

Ne hâsıl ey Niyâzî Cennet-i İrfân’a varmazsan
Tutalım Hakk senin anda yerin Dârü’n-naîm etmiş
buyurduğu mânâ ve irfân cennetidir.

İşte bu cennet kendilerinde varlık benimsemeyen, kuvvet ve kudreti mâbudlarından bilen, Lâ havle’yi Allâh’ın istediği gibi okuyan kimselerin girebileceği cennettir.

Bir de şu âyet-i kerîmeye bakalım da ibret alalım; benliğimizle küs kütük kalmıyalım; fırsat var iken yol alıp maksada ermeye çalışalım. İbret almak istediğimiz âyet-i celîlenin meâli şöyledir: “Allâh, peygamberlerin hepsini toplayıp gönderildikleri oldukları ümmetlerden ne yolda cevap aldıklarını soruyor: Peygamberlerin hepsi birden: Biz ne yaptığımızı bilmiyoruz. Gaybı bilen ancak sensin” [Mâide:109] diye cevap veriyorlar.

Bu mubâreklerin dinî, ahlâkî, medenî, içtimaî bakımdan vücûda getirdikleri inkılâblar beşeriyetin kudreti fevkindedir. Bununla beraber Allâh’ın kendilerine tevcih ettiği bu suale karşı yaptıkları hârikulâde işlerin hepsini kendilerinde fâil ve mutasarrıf olan mâbudlarının tecellîsi olduğunu hep bir ağızdan ikrâr8 ve tasdîk ettiler. Kendilerine irâde-i cüziye nâmiyle bir pay ayırıp “Biz de şunu yaptık, bunu yaptık” diye bir şey söylemediler. Bu sınamaya karşı ilim ve edeb öğrendikleri muallimlerinden tam numarayı aldılar. Ve yine onun izniyle meb’us oldukları kavmi cehlin karanlıklarından ilmin aydınlıklarına çağırdılar.

İşte nefislerini, mallarını Allâh’a satan Allâh’ın hâlis mü’min kulları bunlardır. İşte beşeriyet mağarası, içinde Allâh’ın sağa sola çevirdiği Ashâb-ı Kehf bunlar olduğu gibi taayyün kubbeleri içinde kendilerini Allâh’dan başkası bilmeyen ve kendilerinde irâde-i cüziye tasavvur etmeyen velîler de bunlardır ve bunların izlerinden ayrılmıyan bahtiyârlardır.

Bu mubâreklerin ahlâk ve evsâfı aynı Kur’ân’dır. Peygamberimizin vefâtından sonra ashâbdan bâzı kimseler, Aîşe vâlidemizden, Peygamber efendimizin evde bulundukları müddetçe ahlâk ve etvârından bazı şeyler sordukları zaman, vâlidemizden “O’nun ahlâkı Kur’ân idi” cevâbını almışlar ve bu ârifâne ifâdeden istifâde etmişlerdir.

Ana karnındaki bir çocuğun teşekkül eden âzâ vâsıtaları çıkacağı muhitteki maksadlara uygun bir sûrette nasıl tertib olunmuşsa, meselâ görmek maksadına göz, işitmek maksadına da kulak vâsıta olduğu gibi Kur’ân ile insan arasında da aynı mutâbakat tesis edilmiştir. Onun için Kur’ân insâniyet mefhûmunun en kıymetli bir cevheridir.

İnsan da bu mukaddes cevherin parlak mayasiyle bezenmiş bir mahfazasıdır. Nasıl ki, hadîs-i şerîfde: “İnsan ve Kur’ân ikiz kardeştir” buyurulmuştur. Fakat yalnız sûrete bağlanıp da insanın Kur’ân ile ne yolda bir münâsebet tesis etmiş olduğunun zevkini tatmayanlar Kur’ân ile ikiz doğmuş sayılmazlar. Çünkü “Rahmân (El Esmâ ül Hüsnâ ile işaret edilen tüm özelliklerin sahibi), Talim etti Kurân’ı (Esmâ mertebesindeki özellikleri oluşturdu). Halketti İNSAN’ı, Öğretti ona beyanı (Esmâ özelliklerini insanda açığa çıkardı); (Hz. Âli’nin deyişiyle “‘İnsan’, konuşan Kur’ân” oldu.)” [55:1-4] meâlindeki âyetin dizilişine bakılırsa ilk önce Kur’ân tâlim ediliyor. Sonra insan yaratılıyor mânâsı anlaşılıyor. Hâlbuki buna karşı insan yaratılmadan evvel Kur’ân kime tâlim olunuyor suali de vârid görünüyor.

Bu âyetin şu şekilde dizilmesine basîret gözüyle bakılacak olursa insanın yaratılması kendisine Kur’ân tâlim olunmaya bağlıdır, Kur’ân’ın ancak insan mefhûmunu takrîr ettiğini ilmî ve ahlâkî bir sûrette zevk ve o mânâda tahakkuk eden o anda insan olarak yaratılmış olur mânâsı bu âyetin bu sûretle dizilişinden pek açık olarak anlaşılır. İşte o vakit Kur’ân ve insan nüshaları birbiriyle birleşir ve “Bu kitapta şüphe yoktur” [Bakara:2] kanaatine şüphesiz bir îman ile varılmış olur.

Halkı Allah’ın izni ile bırak, yine O’nun emri ile arzularından geç. Bir ayet-i Kerimede şöyle buyrulur: “Eğer inanıyorsanız, Allah’a güvenin…” [Mâide:23] Kendini Allah’ın fiiline, iradesine terket. Saydıklarımızı yaparsan ilahi emirlere bir kab olursun. Halkı bırakmak; onların elinde hiçbir iyilik veya kötülük olmadığına ve olamayacağına inanmakla olur. Bütün kuvveti Allah’tan görüp halkın elinde mevcut olan bir şey görmeden Allah’ın kudretini tasdik etmekle mümkün olur. Kendini bırakmana gelince Hakk’a teslim olman ve sebepleri bir yana atmanla olabilir. Kendinden hiçbir hareket görme, gücüne kuvvetine mağrur olma. Bu halinde kendini hor görüp, özünden nefret etme. Hakk’a teslim ol, O’nun emirlerine göre hareket et. Şunu iyi bil ki, her şeyi evvel ahir yapan Allah’tır. Sen ana karnında bilinmez bir nesne iken, O besledi ve bu aleme getirdi. Ve yine sen, beşikte her şeyden habersiz yatarken esirgeyen O oldu. İşte o eski hallerini düşün ve Hakk’a güven. [Hz. Pir Abdulkâdir-i Geylânî]

Hâsılı Ahmed Amiş Efendi Hazretleri ne güzel beyan buyurmuşlar hakikati: “İrâde-i külliyye’nin efrâd-ı beşerde zuhûruna o ferdin irâde-i cüz’iyyesi denir. İyyâke Na’büdü ve iyyâke nestain (Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım buluruz) irâde-i cüz’iyeyi silmiş süpürmüştür. Ârifler için irâde-i cüz’iyye’yi tasdik etmek küfürdür. Mahcuplar için de irâde-i cüz’iyye’yi adem-i tasdîk küfürdür.”

Ne edeyim Ya Rabbenâ cümle irâdet sendedir
Vermedin bir zerre kuvvet gayra kudret sendedir

Zâhirinden söyleyen sen dinleyen sensin Şehâ
Zâhir ve bâtın senindir ‘îş ve ‘işret sendedir

Nahnu akrabu fıkhına akreb olduğu içindir bize
Gayrı yok kurbdan müberrâsın hüviyyet sendedir

Çarşı-yı kesret içre açtı hikmet bir dükkân
Vezin eden sensin teraziyi meşiyyet sendedir

Zâhirindir bu cihân her âlemin sen cânısın
‘Reânî’ yoktur ara yerde ayn-ı ru’yet sendedir

Pertev-i nûr-i tecellî kurdu bir nev bârigâh
Hem müşebbeh hem münezzeh fasl-ı vuslat sendedir

Ne edip ne zann edip Şeyhî deyû söylediğim
Hep senindir hep senin bu nutk u sohbet sendedir

Hak evveldir ve âhirdir. Ezeldir ve ebeddir. Hakkın girdiği kalb ölmez. Ölmezler işte bunlardır. Ezelde Hak’ta idik. Hak’tan geldik, Hakka yürüdük. Gelmek gitmek; ab- dın ihtiyârında değil, Hakkın irâdesindedir. Mürîd demek; Hakkın irâdesine bilâ-kayd u şart boyun kesmiş, teslîm olmuş, eyvallah etmiş demektir. Buna «ikrâr» derler. İkrârı Hakka verenlerin, bu âlemde karârı kalmaz. Çünki karârını ezelden vermiştir. Nasîbini almış- tır ve (elhamdülillah) demiştir.

Allâh’ın irade ve kudretinin bittiği yer neresidir ki; orada “beşerin irade ve kudreti” başlasın cânım efendim…

İrâde-i cüz’iyye olduğu zaman fânî,
Zât’ından tulû eder İrâde-i Sultânî.

Bakî selâmette olunuz erenlerim, ferman “fa’âlün limâ yürîd” hazretlerinindir.

Ne eyleyeyim Sensiz beni; Beni benden al ki
Sen ben’de, ben de Sende olayım.
Andan sonra da Âdem olayım.
İrâde buyur da mürîd olayım.
Fermân buyur da derviş olayım.
Hak Dost, Dost Hak.
Dostu buldum.
İstemem ne tâc, ne post
Gönül, Dosta oldu post

Şükür elhamdülillâh
Hâzâ min fazl-ı Rabbî

Elimiz bu kadarına uzandı, söz tamam oldu
Nâ-tamamların elinden lütfun tutar oldu

Hem bir avuç toprakta kusurdan başka ne ola ki…

Ümidin hayâli

Göz gördü, gönül sevdi seni ey yüzü mâhım, kurbânın olam var mı benim bunda günâhım…

naatVücudu daha latîf, cismi daha zarîf, canı daha şerîf ve nefsi daha nefîs olan kimsenin, cevherinden doğan görünüşünde, o mâdenin nuru (Peygamberî Cemâl) pek zâhirdir. Beğenilen herşeyde o güzelliğin tesiri vardır. Çünkü kâinatın her bir zerresi, Hakk’ın fiilinden kaynaklanan bir cana sahiptir. O’nda, mahsûsen beğenilen şeylerdeki tecelli-i zât ve sıfatlar nimetine mübâşir olan bir taraf ve Hakk’tan başkasını görmeyen bir göz vardır.

Cemal mâdenine ne kadar yaklaşırsa aşk ahdine de o kadar yakınlaşmış olur. Akıl cennetinin çayırındaki aslan ve fazilet dağındaki avcının -salavatların en faziletlisi ve tahiyyatların en kâmili O’nun üzerine olsun-, aşkın tazeliğinden dolayı, Ma’şûkun nezdindeki bahçelere ne kadar yeni gelmiş olursa olsun, O’nu süratle öptüğünü ve alnına koyduğunu görmezsin. Onu öpmek, aşkın şehvetinden kaynaklanan kadim bir fiilin ruhla mübaşereti; alna koymak ise yakının da yakınını istemek anlamına gelmektedir. Gözün, gözden başka, cemal seyrinden mâada hazzı yoktur. Çünkü gözde, o kaynaktan bakan göz görüşür. Zira göze, canın penceresi olma vazifesi yüklenmiştir. Ruh, bu pencereden mülk âlemini seyreder.

gulsun

Cevher-i cânsın letâfet maden olmuştur sana
Nakd-i ömrümsün ki sînem mahzen olmuştur sana
Malum maden ocağından cevher çıkar, bakır madeninden bakır. Eğer hoşluk ve güzellik bir maden olsaydı, bu kaynaktan elde edilen cevher senin canın olurdu. Benim de ömrümün sermayesi, varlığı sensin. Bu değerli hazineyi bir maden, bir ambar, bir mahzen olan kalbimde saklıyorum.

Gün gibi tenvîr eder bu nükteyi şems-i ruhun
Matla’-ı mihr-i kıyâmet revzen olmuştur sana
Ruhunun ışığı, bu ince manayı güneş gibi nurlandırırken kıyamet güneşinin doğduğu yer pencerendir. Kıyametin büyük alametlerinden olan, güneşin batıdan doğacak olmasından mülhem Ganiyy-i Muhtefi hazretlerinden:
“Şemsin garbdan doğması” ne büyük bir saadet!
Nefsinde tulû’ eden bu vak’adan um medet.
Budur Rûh’un bedenden ayrılma habercisi;
Mi’râc’ına attığın adımın birincisi.

Târ ü bûd-ı pertevinden âftâb-ı ‘iffetin
Bir perend îcâd olunmuş dâmen olmuştur sana
Senin iffet ve temizlik güneşinin ışığından, dokumadaki atkı ve çözgü iplikleri bir araya gelip yeni bir kumaş icad olunmuştur ki vücudunun alt kısmı için bir örtü olmuştur sana.

Hak seni izhâr için bir ruh tasvîr eylemiş
Sonra gül-berg-i hayâ pîrâhen olmuştur sana
Hak seni açığa çıkarıp göstermek için bir ruh tasvir etmiş, bir gül yaprağı mesâbesinde olan hayâ da sana gömlek olup mübarek vücudunun üstünü örtmüştür.

Reng-i gül bûy-ı semen rûh-ı revân nûr-i basar
Birbiriyle itmiş âmiziş ten olmuştur sana
Gülün rengi, yâseminin kokusu, ruhun akıcılığı, ferahlığı, gözün nuru, birbiriyle güzelce karışıp ten olmuştur sana.

Ferve-i sammûrda mir’ât-ı cismindir ‘ıyân
Âb-ı hayvânsın ki zulmet mesken olmuştur sana
Cisminin yansıması, görünüşü elmas değerindeki samurun kürkü gibidir. Sen ebedi hayat kaynağısın, karanlık meskenin olmuştur. Kürk ile kesret ve zulmet arasında tevhidin hakikati açısından mühim bir irtibat vardır. Buna göre cisminin yansıması, dış görünüşü samurun kürkü gibi gayet sık (kesret) fakat karanlıktır (vahdet). İbn-i Arabi hazretlerinin kabulüne göre hakikatin kaynağı karanlıkta saklıdır. (Taayyünden önce ama). Tevhid, samur kürkünün içinde, yani kesretin ötesindedir. Kesretten vahdete, ince bir yoldan tevhidin hakikatine varılır.

Nûr-i subh-ı gülşen-i cennet beyâz-ı çeşm-i hûr
Şir ü şekkerle karışmış gerden olmuştur sana
Cennet kızının gözünün beyazlığı ile cennetin gül bağında sabah vaktiyle doğan nur, süt ve şekerle karışmış da gerdan olmuştur sana.

Nûrdan bir gülsün ey ser-mest-i âteş-rûy kim
Ümmîd-i zârın hayâli gülşen olmuştur sana
Ey ateş gibi parlak ve yakıcı yüzünden sarhoş olduğum sevgili sen öyle bir nurdan gülsün ki ümit içinde ağlayıp inleyen, zayıf ve dermansız aşığının hayali, bir  gül bahçesi olmuştur sana.

… Memnûn-ı visâl eyle beni gel kereminle, yansın hased âteşlerine baht-ı siyâhım …