Esrarnâme’den

به نام آنک جان را نور دین داد
خرد را در خدا دانی یقین داد

Can’a, din nûru verenin adıyla,
Akla, kendisini tanıması için yakîn verenin adıyla

خداوندی که عالم نامور زوست
زمین و آسمان زیر و زبر زوست

Bütün âlem, adını O’ndan almıştır
Yer, gök, alt, üst; hep O’ndan olmuştur

دو عالم خلعت هستی ازو یافت
فلک بالا زمین پستی ازو یافت

İki âleme varlık elbisesini giydirdi O
Yeri alçalttı, göğe yükseklik verdi O

فلک اندر رکوع استادهٔ اوست
زمین اندر سجود افتادهٔ اوست

Felek ayakta rükû eder O’na
Yeryüzü yer kapanmış secde eder O’na

ز کفک و خون برآرد آدمی را
ز کاف و نون فلک را و زمی را

Çamurdan ve kandan yarattı Âdem’i
Kaf ve Nûn’dan yarattı âlemi

ز دودی گنبد خضرا کند او
ز پیهی نرگس بینا کند او

Gökkubbeyi dumandan yaratan O
Bir yağdan gözleri görür eden O

ز نیش پشه سازد ذوالفقاری
چنان کز عنکبوتی پرده داری

Sivrisinek iğnesinden Zülfikar çıkarır
Örümcekten bir perdedâr yaratır

ز خاکی معنی آدم بر آرد
ز بادی عیسی مریم برآرد

Topraktan Âdem’in manâsını çıkarır
Bir yelden Meryem’in İsâ’sını çıkarır

ز خون مشک و ز نی شکر نماید
ز باران در ز کان گوهر نماید

Kandan misk, kamıştan şeker gösterir
Yağmurdan inci, mâdenden cevher gösterir

یکی اول که پیشانی ندارد
یکی آخر که پایانی ندارد

Öyle bir Evvel’dir ki O’nun öncesi yoktur
Öyle bir Âhir’dir ki sonu, sonrası yoktur

یکی ظاهر که باطن از ظهورست
یکی باطن که ظاهر تر ز نورست

Öyle bir Zâhir’dir ki Bâtındır zuhûru
Öyle bir Bâtındır ki nurdan daha Zâhir’dir nûru

نه هرگز کبریایش را بدایت
نه ملکش را سرانجام و نهایت

O’nun ululuğuna başlangıç, bidâyet yoktur
O’nun saltanatına, zevâl ve nihâyet yoktur

خداوندی که اوداند که چونست
که او از هرچ من دانم برونست

Kendinin nasıl olduğunun bilen kendi
Bildiğim herşeyden münezzehtir kendi

چو دید و دانش ما آفریدست
که دانستست او را و که دیدست

Yaratan O’dur görüşümüzü de, bilişimizi de
Öyleyse O’nu nasıl bilebilir, nasıl görebilir bir kimse

ز کنه ذات او کس را نشان نیست
که هر چیزی که گوئی اینست آن نیست

Kimse erişemez zâtının künhüne
Budur dediğin herşey değildir O yine

اگرچه جان ما می پی برد راه
ولیکن کنه او کی می‌برد راه

Cânımız gitse de ancak O’na
Nasıl kavuşacak yine de zâtına

چو بی آگاهم از جانم که چونست
خدا را کنه چون دانم که چونست

Daha kendi canımı bilmiyorum ki nasıldır?
Allah aşkına ne bileyim O kendi nasıldır!

چنان جان را بداشت اندر نهفت او
که هرگز سر جان با کس نگفت او

Canı öyle bir gizledi ki O
Can’ın sırrından kimseye demedi O!

تنت زنده بجان و جان نهانی
تو از جان زنده و جان را ندانی

Tenin zindedir canla, gizli yine canı
Can yüzünden canlısın, bilmezsin canı

زهی صنع نهان و آشکارا
که کس را جز خموشی نیست یارا

Ne büyük bir sanat gizliyken âşikâr
Susmaktan başka kimseye yok yarar

هزاران موی را بشکافتم من
طریق این خموشی یافتم من

Binlerce kez kılı kırk yardım da ben
Susmaktan özge kâr bulmadım ben

چو نتوانی بذات او رسیدن
قناعت کن جمال صنع دیدن

O’nun zâtına ulaşamazsın mâdem
Yarattığı cemâl seyriyle yetin sen

اگر تو راست طبعی در صنایع
برآی از چار دیوار طبایع

Doğruysa gidişin, varlığın seyrinde
Dört duvardan sıyrıl da gel yerine

خدایت را نیفتادست کاری
چه سازی از طبایع کردگاری

Hudâ’nın sana düşmez bir işi
Hudâyî tabiatle yapabilir misin bir işi

اگر آبست اصل آبی بروبند
فرا آبش ده و لختی بروخند

SU, asılsa durdur suyunu
TOPRAKsa asıl, koy kapı önüne onu

وگر باد است بیدادیش پندار
ببادش برده و بادیش پندار

HAVAysa, adaletsiz say sen onu
Rüzgar götürmüştür yok say sen onu

وگر اصل آتش است آبی بروزن
چو آبش بر زدی آتش درو زن

Ateş asıl ise, su çarp üstüne
Çekersen suyunu ateş sal üstüne

طبیعت راست داری بی ریاباش
طبیعی نیستی مرد خدا باش

Tabiâtın doğru ise bî-riyâ ol
Tabiî değilsen merd-i Hudâ ol

چو در هر دو جهان یک کردگار است
ترا با کار چار ارکان چه کار است؟

Her iki cihânda bir yaradan var
Dört unsur ile senin ne işin var

یکی خوان و یکی خواه و یکی جوی
یکی بین و یکی دان ویکی گوی

O Bir’i çağır, O Bir’i ara, O Bir’i iste
O Bir’i gör, O Bir’i bil ve O Bir’i söyle

یکیست این جمله چه آخر چه اول
ولی بیننده را چشم است احول

Birdir hepsi ister sonra gelsin ister evvel
Ama biri, iki görenin gözüdür ahvel (şaşı)

نگه کن ذره ذره گشته پویان
بحمدش خطبه تسبیح گویان

Dikkatlice bak, akıp giden her bir zerre
O’nun tesbihinde, O’nun övgüsünde

زهی انعام و لطف کار سازی
که یک یک ذره را با اوست رازی

Bu ne büyük bağıştır ne büyük lütuf bu
Her zerrenin bir sırrı var O’nunla yâ hu

زهی اسم و زهی معنی همه تو
همی گویم که ای تو ای همه تو

Ne güzel isim, ne güzel manâ, hepsi sen!
Dilimde dâim; Ey sen, Ey her şey senden olan sen!

نبینم در جهان مقدار مویی
که آن را نیست با روی تو روئی

Âlemde görünen her bir zerrenin
Yüzünde izi var senin güzelliğinin

اگر با تو نبودی روی ما را
فرو بردی سر یک موی ما را

Yüzümüz dönük olmasaydı eğer sana
Zerre miktar döner miydin bu yana

اگر لطفت نپیوستی بیاری
نبودی ذره‌ای را پایداری

Lütfun yardım etmeseydi bâri
Zerrede ne gezerdi bekâ imkânı

همه باقی بتست و تو نهانی
درون جان و بیرون جهانی

Her şey seninle kâim ama sen gizlisin
Cihandan taşrasın amma candan içresin!

همه جانها ز تو حیران بمانده
تو با ما در میان جان بمانده

Hayran iken bütün canlar sana
Sen durursun bizim canımızın ortasında

ز راهت حد و پایان کس ندیدست
که تو در جانی و جان کس ندیدست

Sana giden yolun sonunu yok gören
Can içindesin, canı yok gören

جهان از تو پرو تو در جهان نه
همه در تو گم و تو در میان نه

Cihan seninle dopdolu, değilsin sen cihanda
Her şey sende kaybolmuş, sen yoksun ortada!

نهان و آشکارایی همیشه
نه در جا و نه بر جایی همیشه

Hem gizlisin hem âşikârsın dâimâ
Ne bir yerdesin, ne bir yerin dışındasın ama

خموشی تو از گویایی تست
نهانی تو از پیدایی تست

Bunca sestir, suskunluğunun sebebi
Her görünendir, örtünmenin sebebi

تویی معنی و بیرون تو اسم است
تویی گنج و همه عالم طلسم است

Manâ sensin, senden başka her şey isimden ibâret
Hazîne sensin, bütün âlem tılsımdan ibâret

زهی فر و حضور نور آن ذات
که بر هر ذرهٔ می‌تابد ز ذرات

Zâtının nûru, gözlerin feri, hazır
Her bir zerreye verir ışığı, nâzır

ترا بر ذره ذره راه بینم
دو عالم ثم وجه الله بینم

Sana giden bir yol görünür her bir zerrede
İki âlemde “nereye dönersek dönelim yüzün her yerde”

دوی را نیست ره درحضرت تو
همه عالم توی و قدرت تو

Huzurunda yer bulunmaz ikiliğe
Bütün âlem sensin, kudretin yine

ز تو بی خود یکی تا صد بمانده
دو عالم از تو، تو ازخود بمانده

Bir’den Yüz’e dek her şey kalmış senden
İki âlem sana ait, sen ise kendiliğinden

وجود جمله ظل حضرت تست
همه آثار صنع و قدرت تست

Bütün varlık hazretinin (hazır-nazır zatının) gölgesidir
Her şey senin sanatının ve kudretinin eseridir

جهان عقل و جان حیران بمانده
تو در پرده چنین پنهان بمانده

Cihanda akıl ve candır olan sana hayrân
Yine sensin perde ardında kalan pinhân

جهان پر نام تو وز تو نشان نه
بتو بیننده عقل و تو عیان نه

Dünya nâmınla dolu, senden işaret yok
Akıl seninle görür, görünürde sen yok

عیان عقل و پنهان خیالی
تعالی الله زهی نور تعالی

Hayâlden saklısın akla görünür durursun
Yüce Tanrım sen ne yüce bir nursun

نبینم جز تو من یک چیز دیگر
چو تو هستی چه باشد نیز دیگر

Görmüyorum ben senden başka bir şey
Sen varken ne olabilir ki başka bir şey!

نکو گوئی نکو گفتست در ذات
که التوحید اسقاط الاضافات

Güzel söyleyen biri, zâtına dair demiş
Tevhîd, izâfeleri iskattır demiş

در آن وحدت چرا پیوند جویم
تویی مطلوب و طالب چند گویم

Vahdetine neden dayanak arayalım
Matlûb sensin, tâlib olarak ne diyeyim

چو من دیبای توحید تو بافم
چنان خواهم که جان را بر شکافم

Senin tevhîd ipeğini dokuyorum
Cânımı olsun fedâ istiyorum

زهی سبقت که با آن اولیت
ندارد هیچ موجودی معیت

Öyle bir ezeldir ki, evveliyet yoktur ona,
Hiçbir varlık yaklaşamaz ezelî yalnızlığına!

زهی وحدت که مویی درنگنجد
در آن وحدت جهان مویی نسنجد

Öyle bir vahdet ki, vahdetine kıl giremez
O vahdette şu cihan bir tek kıla bile değmez

زهی هیبت که گر یک ذره خورشید
بیابد گم شود در سایه جاوید

Ne yücedir ki O’nun heybetinin zerresi;
Güneşe vursa, olamaz güneş bile o heybetin gölgesi!

زهی قدرت که گر خواهد بیک دم
زمین چون موم گرداند فلک هم

Ne kudrettir ki azametiyle dilerse
Feleği de muma çevirir, yeryüzünü de!

زهی لذت که پاکان مطهر
کنند از وی مشام جان معطر

Öyle bir lezzeti vardır ki tertemiz erler
Canlarına her an O’nun kokusunu çekerler

همه بیچاره‌ایم و مانده بر جای
برین بیچارگی ما ببخشای

Hepimiz kalakalmışız çaresizlik içinde
Sen bizi şu âcizliğimizden ötürü affeyle

خداوندا همه سرگشتگانیم
مصیبت دیده و آغشتگانیم

Yâ Rabbî biz âvâre varlıklarız
Musibete uğramış perişanlarız

نداری دل که در دلداری ما
دمی دل سوزدت بر زاری ما

Gönlümüzü teselli edecek bir gönlün yok mu?
Perişan halimize bir an acıyacak yok mu?

دلت چون نیست چون سوزد ز زاری
چه می‌گویم همه دلها تو داری

Bir gönle sahip değilsen de sen bizim gibi
Ne diyeyim, sen değil misin bütün gönüllerin sahibi!

تویی فی الجمله مستغنی ز عالم
سخن کوتاه شد والله اعلم

Sensin müstağni olan cümle âlemden
Sözü kısa kesmeli, Allah’tır bilen

Ekmeğimden yiyen

Mâ sûfiyân-ı râhîm mâ tabla-hâr-ı şâhîm
Pâyende-dâr yârab în kâserâ vu hanrâ

Biz vahdet yoluna düşmüş sûfileriz. Biz pâdişahın sofrasına oturmuşuz; Hakk’ın nimetini yiyenleriz biz. Yarabbî, şu kâseyi, şu sofrayı, nîmeti ebedî kıl, bir ucu cennete varan, şükrü edâ edilmiş sofralardan eyle…

attar_hikaye

Getirir yerine vallâhi tuz ekmek hakkın
Ekmek isterse yarama ol yâr nemek

Tuz ekmek, nân u nemek hakkı için, merd insanların vefâsı hakkı için bir hikâyet idelim hele şöyle…

Birbirlerini tanımayan iki kişi bir münasebetle birbirlerinin ekmeklerini, yemeklerini yerler. Aynı sofradan alınan nasiple ikram edilenin minneti, onlara bütün bir ömür unutulmayacak samimiyetin ve dostluğun kapılarını açar. Bu samimiyet ve dostluk onları “bir kalp” yapar. Artık birbirlerine kötülük edemezler. Karşılıklı itimadın ve civanmertliğin asil bir örneği olan bu ruh ve fikir birliği bir “yemin” hükmünde ve değerindeki hüviyetiyle kutsallaşır. Tuz ve ekmek her ikisinin de insanın muhtaç olduğu temel gıdalar olmasından kaynaklanmalı “nân u nemek” (tuz ve ekmek) Türkler ve İranlılar arasında azîz kabul edilir, bir insanın biraz tuz ve bir parça ekmek kadar küçük bir iyilik görmüş olsa dahi o iyiliğin yüceliğini ve değerini vurgulamak için kullanılırdı. İbârede tuz ve ekmek kelimelerinin hem Türkçesi hem de Farsçasına yer verilmiş olup “nân u nemek hakkına” (tuz ve ekmek hakkı için) ifadesi ‘Allah hakkı için’ gibi bir ant verme şekli olarak kullanılmıştır.

Temsîlî Hikâye

Zâmanın birinde, hîlekâr bir hırsız, azılı bir eşkıyâ var idi. İşte bu hırsız, zavallı bir adamcağızı yakaladı, elini kolunu sıkıca bağlayıp evine götürdü. Başını kesmek için kılıcını almaya gitti. Tam o sırada hırsızın karısı, insâfa gelip tutukluya bir parçacık ekmek verdi. Hırsız, elinde kılıcıyla nefes nefese evine döndüğünde gördü ki, adamın elinde ekmek var. Hemen sordu: “Bre sefil, kim verdi sana bu ekmeği?” Adam: “İnan bu ekmeği bana sizin zevceniz verdi”

Bu cevabı duyar duymaz derhal bıraktı elindeki kılıcı: “Seni öldürmek bana haram oldu” dedi. “Çünkü soframdan yemek yiyene, bizim ekmeğimizden yiyene kılıç çekemeyiz. Ekmeğimizi yiyenden canımızı esirgeyemeyiz. Hal böyleyken nasıl olur da canına kıyar, kanını dökerim?”

Ey yüceler yücesi Rabbim, beni yaratanım! Bu yola girdim gireli, dünyaya geldim geleli senin sofrandayım, senin ekmeğinden, sayısız nimetlerinden yeyip duruyorum. Bir kimse, birinin ekmeğinden yedi mi, ona hakkı geçer; sofra sahibi de onun hakkına riayet eder. Sense binlerce cömertlik denizinin sahibisin, minnet ve şükranla senin ekmeğini çok yedim, hakkımı gözet.

Vâr idi bir merdum-i ehl-i nazar
Dâimâ eyler idi her yana sefer

Âna bir ayyâr hîlet eyledi
Hanesine ânı da’vet eyledi

Da’vete idüb icâbet ol fakîr
Vardı ayyâr ile ol saf zamîr

Vardı ayyârın evine kıldı makâm
Kıldı onunla biraz sûk-u kelâm

Gitdi ol ayyâr tığın almağa
Ol fakîrin gerdânına çalmağa

Ol gidince avradı onun hemân
Sundu destine onun bir pâre nân

Geldi ayyar elde tığ-ı âbu-dâr
Gördü mihmânın elinde nânı var

Dedi kim kanden durur sana bu nân
Dedi kim verdi ayalin ey fülan

Bu sözü ayyar gûş itti temâm
Dedi kim kanın bana oldu harâm

Aramızda çünkü oldu hak-ı nân
Dahi öldürmek seni olur ziyân

Kim bizim her kim ki yedi nânımız
Pes diriğ olunmaz ondan cânımız

Hâlıkâ kıl bize lütf u ref’etin
Kim yedik hânende nân u ni’metin

Ekmeğin yiyene bir ayyâr-ı kâr
Tâ bu resme olur imiş hak-güzâr

Ey âlemlerin Rabbi! Acizim, mahrumiyet içinde, kanlara gark oldum, karada gemi yüzdürdüm, yıllar var ki boşa kürek çektim. Elimi tut, feryâdıma yetiş! Daha ne vakte kadar tıpkı bir sinek gibi ellerimi başıma koymuş durayım, çaresizlik  içinde bekleyeyim? Ey suçları bağışlayan, bana af dilemesini öğreten Rabbim! Bunca yandım… bin türlü tutuşup yanmadayım, niçin beni daha da yakmak istiyorsun?

Sana karşı mahcûbum, içim kan ağlıyor. Hararetinle kanım kaynamada… adamlıktan dışarı ne işler ettim… ört onları Yâ Rabbi! Ben gafletle yüzlerce günah ettim sense yüzlerce kat rahmetinle karşıladın.

Ey pâdişâhım! ben zavallı, yoksul kula lûtfedip nazar eyle… Kötülüklerimi gördüysen de onlar geldi geçti… onlara bakma da aczime, feryâdıma bak! Bilemedim, yanıldım… Sen bağışla. Şu hasta canıma, şu dertli gönlüme acı; affet. Gözlerim utancından aşikâre ağlamıyor, yaş dökmüyorsa da canım gizlice, senin sevdanla zari zari ağlamada.

Ey Yaradanım, hayır ve şer ne yaptımsa, hepsini de kendime göre hesaplayarak yaptım! Niyetimin bayağılığını hoşgör, küstahlıklarımı da bağışla!

Cüzüm ben. Sensiz hep eksiğim, lütfet de bana bir bak, bana bir bakarsan işte o zaman iltifâtınla eksiklerim temam, cüzzüm küll olur. Bir kerecik şu kanlarla dolu gönlüme bak… bütün bu dertlerden, musibetlerden çek çıkar. Kurtar beni! Bir kerecik, “Benim adam olmayan kulum” deyiversen kimsecikler izimin tozuna erişmez. Ben kim oluyorum ki, sana karşı adam olacak, adamlık taslayacağım. Senin kulun olayım da adam olmayan kulun olayım bu da yeter bana! Nasıl olur da ben, senin yüzü kara kulunum diyebilirim? Ben senin köpeğinin yanında bile yüzü kara kesilmişim. Belimde senin kulluk kemerin. Habeşli köleler gibi senin dağınla dağlandım, senin kulun olduğuma nişânem var. *** Senin yüzü kara kulun değilsem, neden bu devlete erdim, neden makbul oldum ya? Sana yüzü kara bir kulum ya ondan gözüm gönlüm aydın!

Kimde kim aşkın nişânı var durur
Âkıbet ma’şûka ânı irgürür

Kulluk nişânesi (bâtın) taşıyan bu kulu satma… bilakis kulağıma bir de kulluk halkası (zâhir) tak!

Ey eşi benzeri olmayan Sultânım, bu bir avuç topraktan ibâret olan yoksula lûtfettiğin hil’atler, sırf senin ihsanının feyz ve ikramının bolluğundandır. Rabbim, efendim, sahibim, ihsanından kimse ümit kesmez, mahrum kalmaz… Kulağıma taktığın halka, vücuduma vurduğun kulluk mührü ebediyyen yeter… bunlar kâfidir bana!

Kimin yüreğinde Allah derdi var da bu dertten hoşnut değilse, neşe yüzü görmesin… Böylesi senin adamın değildir.

Ey derdime derman olan Allahım! Bana bir zerre dert ver, bir âh ver, senin derdin olmazsa canım ölür gider. Kâfire küfür gerek, dindara din. Attâr’ın gönlüne ise derdinden bir zerre!

Yâ Rabbî, ey benim Rabbim, Yarabbi deyişlerimi bilir, duyarsın… geceleri ettiğim ahlarda, çektiğim yaslarda benimlesin. Mâtemim haddi aştı… bana katından bir neşe, bir sevinç gönder… karanlıklar içindeyim, nurundan bir nur yolla! Bu yasta sen yardımcım ol… kimsem yok; elimden sen tut! Bana İslam nurundan bir lezzet ver… karanlıklığa ait nefsimi yok ediver gitsin!

Bir gölge içinde kaybolmuş bir zerreciğim. Varlıktan bir sermâyem yok! O güneşe benzer yüceliğinden istemekteyim… belki o parıltıdan bana da birazcık ışık gelir diye… Başı dönmüş zerre gibi sıçrar; el çırpar, neşelenirim! Artık buradan çıkayım… Önümdeki o aydınlık âleme dalayım… Can boğaza gelmeden, son nefesimden önce ne çeşit olursa olsun, bir gönlüm vardı, bana yoldaşlık ederdi. Fakat can verirken senden başka kimsem yok… Son nefeste canıma sen yoldaş ol! Yerim benden hâli kalınca yoldaşım olmazsan vay bana, vaylar bana!

Ümîdim var, elbette bana refakat edersin… dilersen kâdirsin, lûtfedersen eğer, elbette edersin…

*** Eskiden hürlerden ayrılıp kölelerin belli olması için dağlandıkları anlaşılıyor. Aynı zamanda kölelerin kulaklarına halka geçirmek adeti var imiş. Hatta bu yüzden Bektâşî mücerretleriyle, Kalenderi, Haydari gibi bazı yollarda Ehl-i Beytin kulu kölesi olduğuna alamet olmak üzere dervişlerin kulaklarına küpe takması adetti.

Sen ki bahr-i cûd’sun ey pâdîşâh
Hem Kerîm u hem Rahîm u hem İlâh

Kıl bize lütfun mu’în ey Müsteân
Koyma kim bu hasret ile çıka cân

Son nefeste rahmetin kıl yoldaşım
Vaslın âbı ile söndür âteşim

Bende yâ Râb hadden artuktur zünûb
Gam değil senin içün Ğaffar ez-zünûb

Gerçi isyânda tecasür kılmışam
Sen bağışla kim itdiğümü bilmişem

Gerçi gafletden ben itdüm bin günâh
Sen ivaz kıl âna rahmün yâ İlâh

Sen O Sultânsın ki senden umaram
Kim ola kim Yezdânu senden kerem

Eyledimse cürmü, cehlimdendir ol
Kim didin bize zalûmun hem cehûl*
[33:72]

Sen çü âlimsin kamû ef’âlime*
Sen eğer rahm etmesen vây hâlime
[16:28]

Ağlamazsa gözlerim ger âşikâr
Cânım ağlar şevk ile zârı zâr

Yâ ilâhî yahşi kıldım ger yamân
Ânı kendi kendime kıldım hemân

Afv kıl kim bilmişem taksîrimi
Kahr ile kılma şehâ takdîrimi

Afv kıl bu dûn-himmet’liklerim
Cehl ile bu bî-hamiyyetlik’lerim

Yâ İlâhî, nefsin elinden el-amân
Yine kendi o kul kim yahşi yamân

Gösterib lütfunla bir râh-ı menâs
Bu keşâkeş’den beni eyle halâs

Gerçi hâr’ım sen beni gül eylegil
Nîm-cüz’üm sen beni kül eylegil

Bende kim yâ Rab senin ben rû-siyâh
Sen kulum disen olurum pâdişâh

Ben kimem kim sana kulluk arz idem
Kendimi bir yahşî âdem arz idem

Bu yeter kim sana her kim oldu kul
Kulluğuna ol beni ide kabûl

Hind-i dilem yâ Rab beni Rûmî dil it
Müdbir’im lütuf eyle nâmım mukbil it

Hiç senden kimse mahrûm olmadı
Yahşîlerden hiç yamanlık kalmadı

Derdin ile her kim ol hoş-dil değil
Olmasun hoş, bende-i mukbil değil

Zerrece derdi it bizim dermânımız
Tâ ki derdin ile hoş olsun cânımız

Hazreti Attâr ol şirîn makâl
Hoş buyurmuştur bu beyt-i hasb-i hâl

کفر کافر را و دین دین‌دار را
ذرهٔ دردت دل عطار را
Küfr-i kâfir râ vû dîn dindâri râ
Zerre-i derdet dili Attâri râ

Kafire küfrü var ve hem dindara dini
Attarın gönlüneyse derdinin bir zerresini

Dâima eyle Fedâyi’ye karîn
Derd-i aşkın yâ ilâhe’l âlemîn

Ey benim ahvâlime nâzır olan
Gîceler feryâdıma hâzır olan

Geçdi hadden mâtemüm bir sürûr vir
Zulmet içre kalmışam bir nûr vir

Pây-i merdüm yine sen olgıl hemîn
Destgîrim yine sen ol yâ Muîn

Nefs zulmetinden evvel fâik it
Nûr-i îmân lezzetinden zâik it

Sâyede bir zâyi’ olmuş zerreyem
Varlığım yok belki yokdan dahi kem

Âfitâb-ı rahmetinden sâilem
Zerre-i bir lem’a bulsam kâilem

Zerrelerle karışub cür’et idem
Afitâb-ı hazrete doğru gidem

Cân ile tâ zinde iken bu kafes
İrişüb feryâdıma elbette kes

Cân çıkub ol dem ki ten ola harâb
Kabirde bir ben kalam bir de turâb

Vây eger ol demde hem-râh olmasan
Hâl-i düşvâr’ımdan âgâh olmasan

Umaram yoldaş idesin rahmetin
Bilürem zîrâ kim vardır kudretin

Cân çıkınca senden özge yok kes’im
Tâ ki çağırdukda gûş ide sesim

Yâ Rab ol demde budur bana heves
Bana yoldaş olasın ahîr nefes

Bir kişi kim Hakk’ı sevse Hakk’ı söyler dâimâ
Sâhib-i irfân olup ol âkıbet mağfûr olur
Tuz-ekmek hakkı, paylaştığımız hoş zamanların hakkı, söyletilen güzel sözlerin hakkına, bir fatiha ihsan idip hazreti nâzımın ruhuna, her hak sahibinin hakkını gözetip hoşça bakasınız zâtınıza.

Gûş eyle bu nasîhati
Bulasın sen de râhatı
Tuz ekmek yediğin yere
Etme sakın hıyâneti

Hakk’ı her şeyde sezeriz

Melâmî, Bayramî mürşîd-i âlilerinden Osman Kemâli Hazretleri‘nin  (v. 1954) bir garîb îtirafnâmesidir:etmedim

Nâre yanıp aşk-ı pâkinden ferâgat etmedim
Mahvolup cânân yolunda cânâ rağbet etmedim

Kesmedim ümmîd vaslından, kesildi her emel
Havf-ı firkatte kalıp nâdâna minnet etmedim

Çektim el benden, bana benlik veren bildimki Sen,
Benliğimde kaldığımca zerre rahat etmedim

Bir zaman sen, ben, gönül, sevdâ, elem, derd var idi
Hiçbirinden bir zaman kalben şikâyet etmedim

Zu’m-i zâhiddir mükâfat ü mücâzat-i ibâd
Bilmedim havf ü recâ zanna ibâdet etmedim

Hâmil-i bâr-ı emânet olduğum günden beri
Hamdülillâh âcizim da’va-yı kudret etmedim

Sa’yisiz kalmış fakir, erbâb-ı sa’y olmuş gâni
Bu fikir belki cünûndur öyle cinnet etmedim

Bî-şerîk bir mülkte mümkün mü da’va-yı vücûd
Düşmedim şirk-i vücûda öyle gaflet etmedim

Zevk u ekdâr-ı cihânı serbeser gördüm velî
Hiç biriyle kalmadım nefse sahabet etmedim

Elde her nem var ise fazl u rezaletten eser
Anlamam fazlı KEMÂLİ sarf-ı himmet etmedim

Türlü dünya dertleri ile ateşten gömlek giydimse de tertemiz aşkından sarf-ı nazar etmedim, sevginden vazgeçmedim. Sana kavuşma yolunda, beşerî zaaflardan kurtulup bütün iş ve davranışlarımda Senin küllî irâdene teslim olarak benlikten geçtim, nefsime rağbet etmedim, onun isteklerine yüz vermedim.

Gönlümde yaşattığım ve gelecekte gerçekleşmesini istediğim arzularımdan vazgeçtimse de sana kavuşma ümidinden hiç vazgeçmedim. Ayrılık  endişesiyle korkarak câhillere, nobranlara el açıp, dil döküp onların iyiliği altında ezilmedim, kendimi borçlu hissettirmedim.

Kendi nefsimden ilgimi kesip, sarf-ı nazar edip öz varlığımın Sen’den olduğunu bildim zîrâ benlik iddiasında bulunduğum sürece zerre rahat etmedim. Bu yolu bilmezden evvel kesret aleminde Sen, ben, gönül, sevdâ, elem ve dert ile meşgul oldumsa da bunlara dair de içimden hiç şikâyet etmedim.

Kulluk (ibadet) mükafatı da, cezası da gerçekte zahidin boş, anlamsız zu’mundan, zannından ibarettir. Havf (korku) ve recâ (ümit) bilmediğim için yani mükâfat beklentim ceza korkum olmadığından ibadetimde herhangi şeyin zannı da yoktur. (İbadet tevhide aittir. Ancak bunun önüne sonuna ceza ve ödül endişesi beklentisi konulursa tevhide aykırılı olur. Yani ikilik ve ikirciklilik ortaya çıkar. Bu hal kulu nihayet kendi zannına yani düalizme kulluğa götürür. “‘Ene ‘ınde zanni abdî bî” diye bir hadis-i şerîf. Ben kulumun zannı üzereyim buyuruyor Cenab-ı Mevlâ. Erbab-ı Hakk herhalde bu zandan da berî. Onlar sâdece Hakk ile Hakk olarak ibadeti aslî yerine raci kılarlar. Bu beyit aslında “Mü’min havf u reca, korku ve ümit arasında olur” hakikatine muhalif imiş gibi duruyor. Lakin, “Ey îmân edenler, Allah’a olması gerektiği gibi îmân ediniz” sırrındaki îmân-ı tahkikî ve ubûdiyyet, bu hâl ve makam sahipleri için korkuyu da ümidi de ortadan kaldırır. Onlar sâdece cemâl-i ilâhîye müştaktır. Mevlâ bizi de kulluğun mükâfât ve mücâzât kaygısından halâs olup zâtı ile hemhâl olunmuş makamını, kendi dilinden anlama ikramını ihsan buyursun.)

Bu can yükü tende olduğundan, imân emanetiyle mükellef olduğumdan beri Allah’a şükürler olsun ki güçsüz, kudretsiz, zayıf bir kimseyim. Kuvvet, güç, iktidar, yetenek bendedir, fail benim gibi bir iddiam olmadı hiç. Fakirler çalışıp emek sarfetmez olmuş, gayret edip çalışanlar ise zengin olmuş. Böylesi bir düşünce insanı çıldırtabilir, Biz bu meseleye akıl sır ermez deyip o yoldan gitmedik. (Bu beyit Efendimizin “Eğer siz Allah’a hakkıyla tevekkül etseydiniz, kuşların sabah aç çıkıp akşam tok döndüğü gibi sizi rızklandırırdı” hadis-i şerifinin bir zuhûrâtıdır. Fakr ve gınayı sadece sa’y’e, çalışmaya yani sebebe hasretmek, müsebbibü’l-esbâbı unutmak şüphesiz en büyük cünûndur. Cünun malumunuz örtmek anlamına gelen cenne kökünden gelir. Aklın örtüldüğu hâldir. Ehl-i Hakk, tevekkülün ötesinde sahib-i tevfiz olurlar. Tüm işlerini Hakk’a tevdi etmiştir. Tevhid-i efal sırrı ile cümle fiilin yegâne fâilinin Hakk olduğunun idrakıyla sebeblere takılıp kalmaz. Belki ubudiyyeti icabı zahiren sebeb ile alakadar imiş görünür lâkin hiçbir sebebe, masivaya gönlünü bağlamaz. Allahu a’lem bi’s-savab.)

İdaresinde ortağı olmayan şu kâinatta, beş duyu ile bilinen, hissedilen âlemde “varlığım bendendir” iddiasında bulunmak ne mümkün. Varlık konusunda Allah’a eş ve ortak koşma gibi bir gaflete düşmedim. Bu cihanın tüm zevk ve kederlerinin tümünü gördümse de bunların hiçbirine takılmadım, nefsimi arka çıkarak sahiplenmedim.

Üzerimde gerek fazilet gerek rezalet bahsinden her ne alamet varsa hepsinden geçmişim üzerlerine düşüp bunlar için de ciddi gayret göstermedim.

Cemâline edip insanı mir’at, kemâl-i hüsnünü seyran eden Dost’un, Osman Kemâli Efendi Hazretimin(himmetleri üzerimize olsun) dilinden zuhur eden işbu mânâsı ile cümle ehibbâya ta’zim ve muhabbetle selâm olsun efendim.