Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaç kimselersiniz. Hâlbuki Ganî, (hiçbir şeye muhtaç olmayan) Hamîd (hamd edilmeye yegâne lâyık olan) ancak Allah’dır. [Fâtır:15]
Efendi hazretlerinin has odasında kulağımıza taktığı küpeyle oynarken, sohbetten kalanların etrafında dönüp durduk:
Dünya için etme cedel, Âhirete verme halel Allah için eyle amel, Mevlâ’dan al Mevlâ’ya ver
Evladım! Helâl maldan verilen her bir sadakayı, Rahmân olan Allah (kudret) eliyle alır ve kabul eder. Hiç şüphesiz ki sadaka, muhtaç onu almadan önce Allâh’ın (kudret) eline geçer. Hz. Aişe (ra) annemizin fukaraya tasadduk ettiği akçelere güzel kokular sürmesini iyi anlamak lazım gelir…
Ezberledik kolayca ama hakikati neydi tüm bunların derken köprünün üstünde dilenen iki fukaraya rastladık, birisi elindeki nây-i şerifle demlendiği halde diğeri hep aynı cümleyi fısıldıyordu:
– Ver de ki versin, ver de ki versin, ver de ki versin…
Ne biçim adamlardı bunlar… Şöyle eğilip ikisi arasındaki levhayı okumaya çalıştık, yaklaştığımızı görünce üflediği neyi bir bûse ile koynuna aldı, içimi eriten bakışlarıyla gözlerime bakarak buyurdu:
– Sana diyor oku bakalım!
Harflerin bazısını çıkarsak da o kağıtta ne yazdığını tam olarak çözemedik. Elimizden tuttu:
– Ana dilini unutturdular sana değil mi! Gerçi biz ümmiyiz amma “şey’en lillah” biliriz. Allah için bir şeyler…
Sanırım sadaka istiyor, ne kadar vermeli ki diye elimiz cepte düşünüyorken birden atıldı:
– Amma düşündün, bey baba! Eğer bana bir şey uzatacaksan, veren Hak’tır; sen me’mûrsun. Yok eğer benden bir şey saklayacaksan, vermeyen de Hak’tır; sen mâ’zûrsun.
Bu sözlerin sarhoşluğunda can havli bir sayhayla “Allaaah” deyip feryad ü figan eylerken, hiç istiflerini bozmadan birbirleriyle fısıldaştılar, kulak kesildik:
– Be hey erenler! Ne yapmış da zengin olmuş, zengin olmuş da ne yapmış!
Ta böylece, fukaranın ihtârı ile kendimize geldik, son uyarı ile kendimizden geçtik:
– Hey be gâfil! Her ne dilersin sensin ol; sen, sana gel; sende iste, sende bul.
Şimdi var git yoluna da gölge etme, tezgahı kapatıyorsun!
Bir ümit besleyene, Sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı ümit edenve Allah’ı çok zikreden kimseler için Allah Resulü’nde (uyulacak) en güzel bir örnek vardır. [Ahzâb, 21]
Uyulacak en güzel bir örnek… Ya kimin için? Hz. Peygamber’in(sav) hayat-ı tayyibesi, Allah’tan gafil olan kimse için değil, bilakis Allah’ı sadece zaman zaman değil devamlı ve çokça anan kimseler için bir örnek ve modeldir. Aynı şekilde O’nun hayatı, Allah’tan ümidi kesen ve kıyametin kopacağına inanmayan kimseler için değil, bilakis Allah’ın rahmet ve lütfundan ümitli olan ve akibetinin, bu dünyada iken kişilik ve davranışlarının ne derece Allah Resûlü’nün kişilik ve davranışlarına benzediği hükmüne bağlı olacağı bir Hüküm Günü’nün geleceğinden emin olan kimseler için örnek olsa gerektir…
Hele bir bakın, öyle sevenler içinden Amr İbnü’l Âs radıyallahu anh’ın ölüm döşeğinde çevresindekilere müslüman olma mâcerasını ve sonrasını nasıl anlatıyor: “Hiç kimse bana Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den daha sevgili olmadığı gibi hiçbir kimse de benim nazarımda ondan daha celâletli değildi. O’na karşı duyduğum saygıdan dolayı muhabbetime rağmen kendisine doya doya bakamıyordum. Bana O’nu tarif et deseler buna gücüm yetmez. Çünkü ona hiç doya doya bakamadım ki…”
İslâm alimleri muhabbet kapısına varan yol üçtür buyurmuşlar: 1. Muhabbetü’l-lezze (Haz kökenli sevgi; kişinin hanımına duyduğu sevgi misali…) 2. Muhabbetü’n-nef’ (Çıkar sevgisi; kendisine fayda sağlayan herhangi bir şeye duyulan sevgi…) 3. Muhabbetü’l-fazl (Fazilet sevgisi; meselâ ilim adamlarının ilim sebebiyle birbirlerine gösterdikleri muhabbet…)
Dememiz o ki muhabbet deryasına, tabiî, aklî ve imânî kapılardan yol vardır. Bir çocuğun babasını sevmesi gibi ta’zim muhabbeti, babanın evladını sevmesi gibi merhamet ve şefkat muhabbeti, insanların birbirlerini sevmesi gibi beğenme muhabbeti, bütün bunlar tabiî sevgiyi oluşturmaktadır. Aklî sevgi ise nefis istemese bile, sonucu düşünülerek aklın onayladığı sevgidir. Acı bir ilacı nefis istemeyebilir fakat akıl, sağlık için ilacın alınmasını teşvik ve temin eder. Hz. Peygamber’in rehberliği sonucunda ulaşılacak mutluluk ve kurtuluş, O’nun zâtının sevilmesini gerektirir. İmânî sevgi ise, iclâl ve ta’zim duygularından doğar. Akli ve imâni sevgi birleşti mi, kişi sevdiğinin istek ve arzularını kendi istek ve arzularına tercih eder hale gelir. Kimi sahâbîler gibi Hz. Peygamber’in emrinde, kendi öz babası veya evladıyla savaşır. İşte bu, Hz. Peygamber’i hem öz nefsinden hem de yakınlarından daha fazla sevmek demektir. Böyle bir sevgi, sevgilinin azarlamasıyla azalmadığı gibi iltifatıyla da artmaz. Bu, kemâlini bulmuş bir imandan kaynaklanan soylu bir sevgi ve köklü bir muhabbettir.
Bu satırların yazarı muhabbet fukarası kardeşiniz de Huzur-u Nebi’de, öylesi bir aşığı sâdıka rastlamak ümidiyle cevlan eylerken leffen sûretini ikram eylediğimiz mübareğe rastladı tam da Yeşil Kubbesinin karşısında…
Usulca sokulup yanıbaşına agâh olmasını bekledik Hazretimin… Dünya gözünü açması pek de uzun sürmedi, yaşlı gözlerle sağına soluna bakındı… bir şeyler mırıldanıyordu, kulak kesildik: “Tüh be, gene uyandık…”
Ne devletdir yumup aşkınla göz, râhında cân vermek Nasîb olmaz mı Sultânım haremgâhında cân vermek
Bizim de duyduğumuzu anlamış olacak ki çekingen bir edayla gülümsedi ve can kulağımıza küpeyi taktı: “Olsun, binler şükürler olsun, yad-ı hayal-i yar ile ma’lül gönlümü, gözümü ilk sana açtım, ilk gördüğüm sen oldun fani dünyadan kalan ilk günümde…”
Kendimize hâkim olamadık, ıslanan yerlerimizin mahcubiyetiyle müsaade istedik huzurundan… Uyandığımda ilk seni göreyim diye Harem-i pâki’nin karşısında, uyandığımda ilk gördüğüm sen oldun diye sevinen bir güzel aşık-ı sadık arkamızdan sesleniyordu:
Esir-i derd-i aşkım, müptelayım Ya Resulallah Günahkârım, giriftâr-ı hevâyım Ya Resulallah
Sen’in nakşın, hayalin gönlümüze yerleştiğinden beri, nereye oturursak oturalım, Sen’inle beraber olduğumuz için, orası cennetimiz olur! Üstümüzde, gökler, baştan başa bağ bahçe olur; altımızda yeryüzünün her tarafı definelerle, hazinelerle dolar! Sen nasıl güçlü ve kudretli bir varlıksın ki, alem Sen’in yüzünden bu hale geldi? O’nu gördüğümüz günden beri ömrümüz arttı! O’nu arayan, O’nu isteyen her diken, imanın gül bahçesi oldu! Her koruk, güneşin tesiri ile üzüm oldu, şekerlerle doldu! Kara taş bile O’nun yüzünden la’l oldu! Ortalığa bir gönül karanlığı çökmüştü; şimdi gönül penceresi haline geldi. [Hz. Pir Mevlana]
Alemlere rahmet olan
Ahmed Muhammed Mustafa
Haktan bize devlet olan
Ahmed Muhammed Mustafa
Mahbubu Mevladır ezel
Muhtar edüp O Lem yezel
İki cihanda bir güzel
Ahmed Muhammed Mustafa
Oldur imamı enbiya
Hem rehnümayı evliya
Alemlere vermiş ziya
Ahmed Muhammed Mustafa
Lûtfî koymuş yere yüzün
Dergaha tutmuştur gözün
Şam ü seher olsun sözün
Ahmed Muhammed Mustafa
Olsun sana canım feda [275. Mestmp3]
İşte böylesi bir günün ardından koyulduk Cuma mektubuna lakin sözüm, söylemek istediğim halde söyleyemediğim bir düşünce gibi ağzımdan gönlüme gider; sonra, belki de yüz kere gönlümden kalemime gelen bir sıfat yüzünden mest olur! Sözüm mest olmuş, gönlüm mest olmuş, hayalim mest olmuş; hepsi de birbirine düşmüş, birbirine bakmadalar! Bu mektubun arta kalan kısmı da, perdenin arkasına girdi, senden gizlendi. Çünkü çok söyledin, usandın, yoruldun, huuu…
Ey dost gönüllere sırlarından bahşeden! Ey yarattığı kullarına sahip çıkan! Onlara işler, vazifeler hazırlayan! Ey hayali ile dertli gönüllere dert ortağı olan! Ey defalarca bu miskinin elinden tutan merhamet ummanı olan Yüce Sultanım!
Sen beni bir dost, bir ahbap olarak sayma da, hiç olmazsa uzak yerlerden gelmiş, kimsesiz, garip bir misafir olarak kabul buyur! Beni bir emîr, bir sultan olarak görme de, senin kapında hizmetçi olan birisi say! Susuzluk hastalığına tutulmuş gibi senin aşkına susamış ben zavallıyı, sen susamış bir hasta yerine koyma da, ayırt etmeden herkese sunduğun rahmetinin, merhametinin şifa ilacından bana da sun! Sen beni güzel yüzüne aşık olmuş, onun nurunun özlemini çeken biri sanma da, her taşın güneşten bir nasibi, bir payı olan ışığını bana da düşür! Sen beni suçlarının bağışlanması için tövbe etmiş biri sayma, ama sen affedicisin, affetmeyi seversin, senin lütf u ihsanın suçluların suçlarını yakmaz mı? Mademki senin yardımın olmadıkça ikiyüz kanatla da olsa uçulamıyor. Sen beni böyle bir tuzağa düşmüş sanma! Sen uyuyanları rüya âlemine götürmedin mi? Onlara gizli bir temaşa, gizli bir seyir seyran bağışlamadın mı? Ne olur Senin sevdana kapıldığı için uyuyamayan ben zavallıyı, uyanık değil de uyur say! Beni de gizli âleme götür, hiç olmazsa hayalinle beni sevindir!
Ey Allahım, kalplerimizden dünya kederlerini ihrac eyle, aşk-ı muhabbetini bizlere sertâc eyle, Sana varan yolu bizlere minhâc eyle, mahzun gönüllerimizi lütfun ile dilşâd eyle… Hissemize düşen aşk-ı Habib-i Kibriyayı müzdâd eyleyip bu duaya amin diyen cümle canları firâkın nârından azâd eyleyiver… Şu halimizden Ruh-u Muhammediyye’yi haberdâr eyleyip nigâh-ı iltifât-ı Ahmediyye’ye cümlemizi nâil eyle.
Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân,
Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma, Veladet-i Nebi, irtihal-i Nebi, Hicret-i Nebi kokan şol Rebiülevvel-i şerif, ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet, zahir ve batınlarımız hayrola,
Aşk ola, aşk ile dola, Aşkullah,
Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler
Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .
Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle
Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
huzur bulasınız efendim