39. Mektup

39. MEKTUP
Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların otuzdokuzuncusudur.

1mursidinmektuplari
Bedi’u’s-semâvâti ve’l-ard ve Fâtıru’s-semâvâti ve’l-ard, Rabbü’l-meşrikayn ve Rabbû’l-mağribeyn ve Ganiyyün-li’l-âlemîn ve Rabbû’l-âlemîn. Kuddûs, Muhyî, Mümît, Kerîm, Latîf, Allah û azîmû’ş-şan Hazretleri’ne hamd ü senâ olsun. “Lî maAllah” tahtının şâhı, “Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah” kelime-i tayyibesinin kâili, muallimi ve ahlâk-ı hamîdiyesiyle Kur’ân-ı Kerîm’in ve âyât-ı beyyinatının mücessem âdemi, âlemlerin fahr-i ebedîsi ve rahmeten-li’l-âlemîni Efendimiz’e bînihâye salât ü selâm olsun. Allahümme salli alâ seyyidina Muhammed. Ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn

Esselâmu aleyküm Şeyh İhsan Efendi,

Sıhhat ve âfiyetinizi Cenâb-ı Hakk’tan niyâz ederim. Dualarınızla dilşâd oldum. Hak celle ve âlâ bizler için bulunduğunuz niyâzları ve hüsn-i zanları hal-i hayatımızda tecellî ettirsin.

Şeyh İhsan Efendi, hilafet esmâ’ından sonra ilave olunan esmâ-ı ilâhî inşâallah sizlerde hal olarak tezahür eder, kemâl mertebelerine ve kurbiyyete vesile olur. Hilafet, tamam olduk demek değildir. Esmâ cihetinden bile bakılırsa diğer bazı esmâların tekmili lâzımdır. Bu sayı size bildirilmiştir. Ayrıca icazenâmenizde bulunan isimler doğru olmakla beraber arada bazı boşluklar vardır. O boşluklar mânen size bildirilecek, inşâallah bu husus da tekmil olacaktır. Kitaplarda mestûr(satıra alınmış, yazılmış) olan silsilenâmeler eksik yahut takdim tehirli(yer ve sıralamaları değiştirilmiş)dir. Sahih yollara, mukallitler ve neseb-i gayri sahihler(düzgün bir soydan olmayanlar) karışmasın diye.

vildangunsoy
Şeyh İhsan Efendi ‘Kahhar’ ism-i şerifi avamın anladığı mânâda değildir. Kahhar denilince kırıp dökmek, helâk etmek zannediyorlar. Kahır ile helâk arasında mühim fark vardır. Helâk fâniye sevketmek ve fânilikle yok etmek mânâsınadır. Kahır ise, Cenâb-ı Hakk’ın bir şeyi başka bir şey yapmak ve yerine başkasını getirmek üzre silmesi mânâsına gelir. Kahhar ism-i şerifi sâlikte fâni olan kısmı ve kendisine ait mâsivaya bağlı halleri ve mevhum varlıkları silip yerine bakî olandan bir varlık kâim kılmasıdır. İsm-i Kahhar ile perdeler çâk olur. Zulmanî ve nuranî perdeler fetholur. Dervişin kalbindeki mâsiva kahrolur. Değil mezmûm olan benlik, makbul olan benliği bile Hakk’a kurban olur. Aklı, küllî akla kalbolur ve o akılda mahvolur. Velhâsıl fâni bakîde silinir, bambaşka bir adam olur. Seyr u sülûka girmeden Kahhar esmâ’ı çeken kişi ya deli olur, ya hasta olur veyahut felç olur. Allah muhafaza, kişinin bilmeden çektiği bu tesbihat onu yakınlaştıracağına uzaklaşmaya sebeb olur. Sûre-i Mü’min’deki âyetlere gönül gözünle nazar et ve tefekkür et. Vesselâm.

Şeyh İhsan Efendi oğlum, gördüğünüz rüya sizi mahzun eylemesin. Anlaşıldığı üzre bu mânâ sizden evvel göçeceğimize işarettir ve tebşîrattır. Bizim muhabbetimiz ve sizinle olan ünsiyetimiz bu dünya hayatıyla ve bu âlemle sınırlı değildir. Sonra ecel herkese gelir amma sırayla gidilmesi ayrı bir güzeldir. Madem sizden evvel geldik, sizden sonraya kalmayalım.

Şeyh İhsan Efendi, dervişânın ve meşayihin cenazesinde dikkat edilmesi gereken bazı hususlar vardır. Tasavvuf terbiyesinden nasîbdâr olanlar her halleriyle nezaket ve zarafet timsalidir ve böyle olmaya gayret etmelidir. Ol sebebden bir kişinin na’şına(öldükten sonraki bedenine) hal-i hayatında imiş gibi nezaket ve zarafetle muamelede bulunulmalı. Zaten sünnet-i seniyye de budur. Tarikat fi’il-i Muhammedî demektir ma’lûm. Fevkalâde nazik ve kibar olunmalı. Dervişânın cenazeyi gaslederkenki halini dışarıdan bir kimse görse hem dervişliğe hem de ölüme özenmeli. öyle zarif olmalı.

Dervişe usûl üzre ilk abdesti verilir. Bu kısım herkesçe malûmdur. Gaslin ikinci safhasına başlandığında dervişândan bir zümre cenazenin gasledildiği mevkiye yakın vaziyette tevhîde başlarlar. Göçen kişi şeyh efendiyse ve vasiyeti varsa evrâd-ı şerifi okunur sonra tevhîd sürülür. Lâkin derviş ise salât ü selâmdan sonra kelime-i tevhîd sürülür. İlk gasil işlemi yapılırken hiçbir şey okunmaz. Sakın ha, eğer fakirin gaslinde bulunursan bu usûle riayet etsinler. Oramıza buramıza taharet aldınrlarken, dışarıdaki dervişler evrâd ve ezkârda bulunmasınlar. Az evvel söyledik ya, kibar olmak lâzımdır. Kibarlık ilk önce Allah Teâlâ’ya karşıdır. Hak kelâmı ve tevhîd, gaslin kabası bitene kadar Cenâb-ı Hakk’ın kelâmına ve ezkârına ta’zîmen söylenmez. Fakîr çok sıcak suyu sevmem. Ol sebebden ılık su kullanılsın. Hani bulunursan diyorum. Zaten sıcak suyla gasil yapılmaz. Abdesti olan bir kişi dirseğini gasil suyuna temas ettirsin, sıcaklık veya soğukluk hissederse ona göre suyu ayarlasın. Bu işler usûlet ve suhûletle yapılmalıdır. Na’şın üzerinde biriken su, sanki tezgâh üstünde biriken şuymuş gibi kaba saba hareketlerle defedilmez. Efendimiz (sav)’in gasli esnasında mübarek karın çukurlarının bulunduğu yerde bir miktar su kalmış. Orada bulunan sahabe-i güzîn efendilerimiz elleriyle o suyu itmekten ictinab etmişler. Zîrâ bu, Resûlullah Efendimiz’e karşı hoş olmaz diye düşünmüşler. Bu çok kısacık zaman diliminde Hazret-i Ali Efendimiz irfan-ı Muhammedîyeleriyle eğilmiş ve mübarek ağız ve dudaklarıyla o suyu usulcacık Efendimiz’in pâk bedeninden aşağı akıtmış. Hatta bu sebebden Hazret-i Ali Efendimiz “En son Resûlullah’a dudaklarımla bıyıklarım temas etti.” diyerek bıyıklarının o kısmını kesmemişlerdir. Yani Hazret-i Ali Efendimiz’in bıyıklarını uzatması Efendimiz’in sünnet-i seniyyesine muhalefet etmek kasdıyla değildir. Allah Resûlü’ne duydukları çok büyük muhabbetin nişanıdır. Bizim Balkanlar’da yaşayan bazı Bektaşîler yahut Acem diyarında bulunan Aleviyim diye geçinen kişiler, Efendimiz’in sünnetinden bîhaber Hazret-i Ali Efendimiz’e tâbi olduklarını zannediyorlar. O sebebden de uzun bıyık bırakıyorlar. Bıraksınlar, biz kimsenin kılına tüyüne karışmayız. Amma bilmeden taklid etmesinler. Resûlullah Efendimiz’in hayatını, sünnet-i seniyyesini, Kur’ân-ı Kerîm’in ahlâkını ve ahkâmını bilmeyen kişiden ehl-i beyte muhabbet mi olur? Buna kör muhabbet derler. Sever de niçin sevdiğini ve neyi sevdiğini bilmez. Neyse, kendi cenazemize başkalarını sokmayalım. Benim şeyhim de sokmazdı zaten. Kefenlenme işlemine aynen riayet edilir. Kâfur veya tütsü dökülür, gülsuyu konabilir. Ayrıca kefenin altına yani na’şın sırt kısmına az miktarda kına dökülür. Kişinin dallı arakiyesi varsa vasiyet edilen derviş yahut vazifeli, kıdemli derviş na’şın kafasına dallı arakiyesini giydirir. Bu şekilde kefenlenir. Edebli ve sükûnetli şekilde musallaya gelinir. Cenaze namazından sonra uzun uzun tabutun başında konuşma yapılmaz. Meth ü senâda bulunulmaz. Âlem-i cemâle intikal eden kişi şeyh ise tâcı tabutunun üstüne raptedilir(yerleştirilir, düşmeyecek şekilde konur.) Şeyh efendinin tabutu kabristana götürülürken tevhîd ve salât ü selâm okunur. Kelime-i tevhîd sesleri ism-i Celâl ve ism-i Hû zikirleriyle kabristana kadar gelinir. Güzerân edilen yerde(yol üzerinde, geçilen yerde) daha evvel göçmüş bir pîr makamı yahut hürmet edilecek başka bir zâtın türbesi varsa, tabut omuzlardan indirilip taşıyanların göğüs hizasına alınır ve o makamdan geçildikten sonra tekrar omuza alınabilir. Çünkü tabutta bulunan kişi hal-i hayatında o geçilen yerlerdeki zâtlara hürmet ediyorsa, onun bu husûsiyetine cenazeye iştirak edenler de riayet etmelidir. Efendimiz (sav) ölen kişinin her şeyden haberdâr olduğunu, iştirak edenlerin konuşmalarını duyduğunu, hatta hallerini bile ruhen hissettiğini buyurmuyor mu? İşte bu sebebden, o kişinin hal-i hayatındaki özelliğine ve ahlâkına riayet edilerek cenaze kabristana îsal olunur (ulaştırılır). Mühim bir hatırlatmada bulunmak lâzım, cenazeyi teşyi edenler(uğurlayanlar, kabre kadar götürenler) laubali hareket etmemeli, şakalaşma, boş sözler sarfetme, lüzumsuz hafiflikler gösterme gibi ahlâk-ı rezîlede bulunmamalı. Bunlar münafıklık alâmetidir. Bir hadîs kitabında görmüştüm. “Kabir önünde yiyip içmek münafıklık alâmetidir” diye. Sonra ilim sahiplerinden sordum. Onlar da bu hadîs-i şerifin hikmetini “Başka mekânlar varken gidip de kabrin yanında bir adam yemek yiyebiliyorsa ölümden ibret almıyor demektir. Ölümü hatırladığı yahut ölümü gördüğü halde ibret almayan kişi de ancak münafıklardır.” diyerek açıklamışlardı. Herhalde anlaşıldı. Edeb üzre kabristana kadar gelinir. Cenaze konulmadan evvel kabre kına dökülür. Kına haşerata da mânidir. Ayrıca kabrin içerisindeki çürük kokusunu da alır. Kabristana dikilen serviler de böyledir. Toprağın altında ne kadar çürük kokusu varsa servi ağacı bu kokuyu bünyesine hapseder, koku dışarı neş’et etmez. Bu ma’lûmatı da arada arzetmiş oluyorum. Geçelim bunu.

dervisinolumu
Gelelim kabre. Kabre konulan na’şın, vazifeli derviş yahut mes’ul olan kişi tarafından kefeni gevşetilir. Hazır bulunan Kerbela toprağı yahut var ise Medine toprağı sûfinin göz oyuklarına konur. Şeyh efendi ise icâzesi açılır ve sağ avucunun içine verilir. Eğer ibadetle eskittiği seccadesi yahut ridası, haydariyesi varsa kabrin alt kısmına bunlar da konabilir. Efendimiz (sav) de ridasıyla kabrine defnolunmuştur. Sünnet-i seniyyeye mutabıktır. Evlâdım, bizim yolumuzda bir şeyh efendi icâzesi eline verildiğinde kendisi icâzeyi kavrar, sımsıkı tutar. Bazı büyüklerimizden buna benzer halleri işittik ve hatta fakîr bunu bizzat müşahede ettim. Tekrar kefenin açık olan kısımları örtülür, sonra kabre toprak koyma işlemi başlar. Bu esnada Kur’ân-ı Kerîm tilavet olunduğundan vazifeli olmayan dervişler oturarak dinler. Kabre toprak atılırken sanki ölen kişiden kurtulmak istermiş gibi paldır küldür toprak atılmaz. Teenni ve sükûnetle hareket edilir. Serî olunur fakat acele edilmez Kur’ân-ı Kerîm’in hitamında hoca efendi telkinde bulunur. Meşayih ölüye telkin yapmaz. Meşayihin telkini diriyedir. Herkesin kendi sahasında vazifesi vardır. Göçen kişi şeyh efendi ise kabri başında kabir tevhîdi yapılır. Kabir tevhidinin usûlünü ve âdetlerini mektûbumuzun sonunda inşâallah bulacaksınız. Hatırıma gelmişken şunu da söylemeden edemeyeceğim. Bazıları bu usûlleri bid’at kabul edebilir. Bir kere örfün vahye ve sünnet-i seniyyeye muhalefet etmedikten sonra bizzat dinimizde kıymet ve değeri vardır. Ayrıca sahabe-i kirâm hazerâtının tatbikatına bakılırsa usûllerle alâkalı farklılıkların ve meşru vasiyetlerin icra edildiği görülür. Meselâ Efendimiz’in(Benden bir parçadır) “bid’atün minnî” buyurduğu Hazret-i Fâtımâ annemiz, Hazret-i Ali Efendimiz’e “Ya Ali, göçtüğümde beni geceleyin defnet, geceyi bekle. Çünkü ben hiçbir şekilde namahreme vücûdumun hattını göstermedim, beni defin esnasında da kimse görmesin. Hem bizi sevmeyenler, kalbinde nifak bulunan kişiler bizim hüznümüzü görüp neş’elenmesin. Mahzun olanlar da gecenin karanlığında setrolsun. Fâş olmasın.” diyerek vasiyette bulunmuş ve bu tatbik edilmiştir. Ayrıca Ebu Zer-i Gıfarî(ra) Efendimiz kendisi hakkındaki hadîs-i şerifi bildiğinden Medine’nin biraz dışındaki evinde yanında sadece hanımı olduğu o rıhlet anında “Hanım, ben öldüğümde telaş etme, hiç sıkıntı da çekme, Efendimiz hadîs-i şeriflerinde benim tek olarak göçeceğime ve tek olarak haşrolunacağıma işaret buyurmuştu. Ruh bedenden çıktığı vakit beni evden al, hafifçecik sürükleyerek götür, yolun ortasına bırak. Muhakkak Efendimiz’in hadîs-i şerifi tecellî edecek, buyurduğu üzre Müslümanlardan bir cemaat gelip benim namazımı kılacaklardır. Onun için etrafa haber vermene de hâcet yoktur.” buyurmuştur. Hakîkaten de vasiyeti üzre yola çıkarılmış, tam o vakitte umre seferinde bulunan, yanlarında Abdullah ibn-i Mesud (ra)’un da bulunduğu bir kâfile na’şın yanında hazır olmuşlardır. Hanımı cemaate “Bu Ebu Zer’dir, Resûlullah’ın ashâbındandır.” deyince Abdullah ibn-i Mesud Efendimiz gözyaşlarını sel gibi akıtıp “Sadaka Resûlullah, Resûlullah doğru söyledi.” diyerek hem Resûlullah Efendimiz’i hem de Ebu Zer-i Gıfarî Efendimiz’in sözünü tasdik etmiş ve vasiyet de böylece tatbik edilmiştir. İşte bunlar gösteriyor ki hal ehlinin ve sûfilerin icra eyledikleri bu âdetler selefin tatbikatına ve sünnet-i seniyyeye aynen mutabıktır, bunu anlamayan hem bu mânâdan hem bu ahvâlden uzaktır.

Şeyh İhsan Efendi, cenazenin defninden sonra akşam yahut yatsı namazını müteakip hatim cemiyeti icra olunur. İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri “Ölüm gecesinde defnedilen kişiye Kur’ân okumak, denize düşen bir adama ip atmak gibidir, o kadar fâidelidir.” buyuruyor. Bu meclisin faydalarını fakîr anlatmaktan âcizim. Sakın terk etmeyiniz. Hatim veya hatimler tamam olduktan sonra, yüksek sesle Müslüman cemaate Kur’ân okunur. Bizler Sûre-i Rahman’ı okuruz. Zîrâ evvelce arzettiğim gibi Rahman sûresi arusü’l Kur’ân’dır(Kur’ân-ı Kerîm’in gelinidir.). Hak Teâlâ’ya müştak olarak yaşayan sûfi için de ölüm gecesi “şeb-i arus”dur. Yani düğün gecesidir, vuslat gecesidir. Sûre-i Rahman okunduktan sonra tevhîd sürülür. Mümkünse yetmiş bin kelime-i tevhide tamamlanır. Meclisi idare eden zât sayının tamam olduğunu tevhidin halinden anlar. El ârifün yekfihül işarah(Ârife işaret kâfidir). Gerek bu cemiyete hizmet eden, gerekse cenazede hizmet gören kişilere ikram ve ihsanda bulunulur. Böylece helâllik alınır. Cemaate lokma çıkartılır, tatlı taamlar(yemekler) ikram edilir. Şerbet ve helva gibi tatlı şeyler insandaki hüznü giderir. Bu nev’î tatlılar hem hüznü bertaraf eder hem de insanların ağzı tatlandığından duaya vesile olur. Meclise iştirak edenlerin de hane halkına eziyet etmeden, yük olmadan oradan ayrılmaları îcab eder. Şimdi zamanımızda başka bir kötü âdet şüyû buldu(yaygınlaştı). Evlâdım, taziyenin süresi bir gündür. Uzaktan geliyorsan üç gündür. Günlerce gelip gidip taziyede bulunulmaz. Hane halkına cevr ü cefa edilip hüzünleri artırılmaz. Bu yeni çıkan kötü âdetlerden biri. Bir diğeri ise “Başın sağolsun.” diyerek taziyede bulunmak âdetidir. Hani rahmetli oldu, falanca gitti ama sen kendine bak, sen sağol diyerek insan teselli mi edilir? Maksadım bu mektûbda sûfilere mahsus cenazeyi anlatmaktı amma avâmın yapmış olduğu hataları da burada zikredeyim ki halkı irşad edesin. Geride kalanlara “Cenâb-ı Hakk sabr-ı cemîl ihsan eylesin, merhûmun menzilini mübarek eylesin, derecâtını âli eylesin.” diye taziyede bulunmak edebe daha muvafıktır. Velhâsıl evlâdım, dervişin gelişi de gidişi de muhabbet üzredir. Vesselâm.

Cenâb-ı Hakk sizi hayırlı ömürle ve hayırlı hizmetlerle muammer eylesin(ömürlü kılsın). Âhir ve akıbetinizi hayreylesin. Son kelâmlarımızı Kur’ân-ı Mecîd ve kelime-i tevhîd eyleyerek Allah Allah zikriyle çene kapamayı nasîb ü müyesser eylesin. Selâmet-i hâzirûn, selâmet-i gâiubûn, selâmet-i cem’i ehl-i îmân, selâmet-i sahib-i makam, vesselâmun ale’l mürselîn ve âlihim velhamdülillahi Rabbü’l âlemîn. El Fatihâtü meassalâvât.

40. ve son mektupta buluşmak üzere…

14. Mektup

14. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların ondördüncüsüdür.

1mursidinmektuplari

Zâtıyla, sıfatıyla ve fiiliyle Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın olan Cenâb-ı zü’l-Celâl ve’l-Cemâl ve’l-Kemâl Hazretleri’ne kendi isimlerinin adedince hamd ü senâ olsun.
Nûr-i evvel, ba’s-i âhir, âlemlere rahmet, şerâiti zâhir Fahr-i âlem ve sebebi icad-ı âlem ve mefhar-i benî Âdem, Hazret-i Resûl-i müctebâ, mürtezâ ve kibriyâ Efendimiz’e salât ü selâm edenler adedince ve nefesince salât ve selâm olsun. Âline, evlâdına, ezvâcına, ashâbına ve etba’ına dahî ikram oluna. Bu salâvât-ı şerîfelerden, bu âciz ve nâciz kullar dahi hissedar kılınsın.

Evvelce nurunu gördüğüm, ezelden yâr ve karındaşım olan İhsan Efendi oğlum! Esselâmu aleykum ve rahmetullahi ve berakâtuhû.

Evlâdım, Cenâb-ı Hakk muhabbetinizi ziyâde eylesin. Âfat-ı semâviyye ve aradıyyeden ve nefsâniyyeden ve şeytaniyyeden (yer ve gök ehlinin afetlerinden, nefis ve şeytanın fitnesinden, şerrinden) sizleri ve cümle mü’minleri Cenâb-ı Hakk muhafaza eylesin. Âmin.

İnsanın imân ve akâidi, amellerinden zâhir olduğu gibi lisânından ve kaleme aldığı satırlardan dahî belli olur. Kelâmı, lisânı seçme tarzından zâhir olduğu gibi bazen kelimeleri, satırları düzgün dahi olsa erbâbı, ferasetle dinleyip okuduğunda sadrındaki nifâkı veyahut aşk u muhabbeti hemencecik farkeder. Üslûb-i lisân aynıyla insandır. Lâkin; Cenâb-ı Ali kerremallahu vechehu buyurur ki: “Sadece sözlerin ifade ettiği şeye bakmayınız. Onu ifade eden zâtın da ahvâline ve niyetine ferasetle bakınız. Yoksa hata ederseniz, aldanırsınız.” Daha evvelce de arzettiğim bu sözü şikayetten değil memnuniyet vesilesiyle söylüyorum. Zîrâ satırlarınızda, sadrımızdaki muhabbetin alâmetlerini, adım adım kemâle gidişinizi dua ve niyâzla görmekteyim.

Hak nedîmi İhsan Efendi oğlum, ilk mektubda zât-ı âlinize ifade eylediğim tezkiye-i nefis mes’elesi o zamanın şartlarından dolayı pek etraflıca anlatılamamış idi. Göndermiş olduğunuz mektûbdan bu hususta bazı işaretleri ve remizleri beyân etmenin lüzûmuna kanaat getirdim. Zîrâ belagât, yerinde, mevkiine, zaman ve zemine uygun ifadede bulunmaktır. Tezkiye-i nefis her makamda lâzımdır ve her makamın da kendine ait bir niyeti ve usûlü vardır. Bunları ma’lûmat olarak versek de neticede hal ile bilinir. Bir kişi bunları bilmekle mürşid olmaz. Amma en azından yanlışa sevketmez ve sevkolunmaz. Mürşid bu halleri görmeli ki irşad edebilsin. Mübtedî derviş (seyr û sulûka yeni başlamış kişi) Allah’ın menhiyatından sakınır, emirlerine imtisal eder. İbadet, haram, helal olarak dini hayatına tanzim eder ve bu tatbikata mâni olan engelleri ortadan kaldırmaya gayret eder. Bu menhiyat denilen (Allah’ın yapmayın diye buyurdukları) ve emirlerine itaat (Cenâb-ı Hakk’ın yapmamızı emrettiği şeyleri bilfiil göstermek) herkesçe malumdur. Derviş değil, keşiş bile bunları bilir. İlk safhadaki tezkiye-i nefis böyle olur. Amma dikkat edile. Evvelce menhiyatını zikrettim. Zîrâ günahı terk, isyandan uzak kalmak, Allah ve Resûlü’nün sevmediği bir fiil terk etmek hem ibadetten evvel gelir hem de ibadetten üstün bir ameldir.

İkinci safhadaki tezkiye-i nefs, kalbdeki menhiyata meyli kaldırmak, kalbden geçen  hayırlarda acele etmek, tecil etmemek demektir. Zirâ nefis kalbden yüz bulur da şımarıverir. Menhiyatı ibadet gibi işler de peşimân bile olmaz. Kişi, kalbimden geçti, amelimden zâhir olmadı derse muhakkak emmâre sıfatı üzre dibi boylar. Zirâ edeb kalbdedir. Bu safhada derviş, etrafında gördüğü çirkinliklerin, gayr-i meşru hallerin kendisine işaret ettiğini tefekkür edip murakabe (karşılıklı kontrol) makamında olmalı. Yani bakmalı, eğer o halleri gördüğünde kendisinde bir meyil varsa hemen kalbden onu tasfiyeye çalışmalı. Zirâ, o muhakkak zemin bulduğunda vücûd bulacaktır. Bu dahî ancak zikirle, sohbetle, rahatı terkle mümkündür. Şunu da unutmamalıdır ki; o hataları görmesi kendisinin de o hatalara düşeceğine işarettir. Öyle olmayaydı görmek dahî nasîb olmazdı.

Üçüncü mertebede derviş, yaptıklarına tövbe etmekten ziyâde kalbinden geçirdiklerine istiğfar eder. Bu makamda nefis, ibadet ve taatın evvelinde ve sonrasında kendi payını istemeye başlar. Meselâ; zikirden sonra gevşeklik hali, huşû u huzurla namaz kıldıktan sonra dünyaya ve mâlâyaniye dalma düşüncesi hatıra geliverir. Bu makamda şeytanla nefis daha çok büyür ve birbirleriyle daha sıkı yardımlaşır haldedir. Evvelki mektuplarımda beyân eylemeye gayret ettiğim gibi ilhâmâtın başladığı bir kalb çok tehlikeli bir zeminde kendisini bulur. Ziyâde dikkat etmek lazımdır. İnşirah suresindeki ayeti hemen hatırla ki, Habîb-i edîbinin nezdinde cümle âleme beyan ettiği ayet-i kerimede bu âlemdeki insana da hitâb vardır. “Fe izâ ferağte fensab ve ilâ rabbike ferğab” (Allah Teala’nın rızasına muvafık bir ameli işleyip tamam ettikten sonra hemen rızası bulunan başka bir işte sebat ederek doğrul, yeni bir işe koyul. Rağbetin ve niyetin Rabbine olsun.) Fefhem! (Düşün, tefekkür et.) O sebebden sâlik bu makamda “Hû hû” deyu gayret eder. Gayret, meydan terbiyesinde önemli bir ıstılahtır. Bunun dahi üzerinde düşünürsen bu makamın sırrı keşfolur. Ve yine bu makamda günahlarıyla da sevaplarıyla da Allah nezdinde hiç olduğunu tefekkür etmek tezkiye-i nefsin şartındandır. Eğer sâlik, üçüncü derecede halkta gördüğü iyiliklerin Hak’tan, halkta gördüğü kötülüklerin nefsinden olduğunu idrak ederse Hak mazharı olur. Bu dahî dervişin hakîkî aşka adım attığı makamdır. Nefsin tezkiyesiyle uğraşmak fikri dahi o dervişi terk eder. Nefsiyle ruhunu, kalbiyle şuurunu tefrik edemez. Ne denirse onu yapar. Amma kim ne derse onu değil. O ne derse onu yapar. Kasdolunan bu makamın erbâbı tarafından bilinir.

Bundan sonra sâlik, kendi muhayyilesinin, niyetlerinin ve amellerinin ta’yini için nefsini muhafaza makamındadır. Yabanî bir atı serbest bırakmazlar. Onu tutuş şekli ayrıdır, bir de terbiye olan at vardır. Onu tutuş şekli daha ayrıdır. Azgın bir hayvana gem vurulmasıyla, terbiyeli bir bineğe gem vurulması, semer giydirilmesi aynı mıdır? Tabiî ki değildir. Dervişteki o mânâ şahsiyet olarak tezahür etmeye başlar. Evvelki hallerde de bu şahsiyetten eser vardır. Lâkin taklididir. Sahibi dahî kendisi değildir. Amma şimdi tahkikî olmuştur. Bu emanet kendisinden sorulacaktır. Binâenaleyh kâmil kişinin emanetten mes’uliyeti cahil kişinin ve nâkıs kişinin emanetten mes’uliyetine benzemez. Evvelki imândan mes’uldür veyahut İslâm’dan. Amma şimdi ihsan makamının mes’uliyeti mevzu’ bahistir. Cenâb-ı Hakk’ın inâyeti ile kişi Allah’tan razı olduğunu zâtı ile, sıfatıyla ve ef’aliyle ortaya koyar. Kendi dahî aradan çekilir.

Pek kıymetli evlâdım, bu mevzu’a devam etmeden evvel sağda solda konuşulan bazı sözlere cevap vermek belki ileride de şahit olursun deyu hatırıma geldi. Şimdi bazıları derler ki: Efendim makamat, şeriat, tarikat, hakikat, ma’rifet değildir. Ma’rifet evvel gelir, hakikat sonuncudur. Zirâ aslolan hakikattir. Biz de deriz ki: Şeriatın, tarikatın, hakikatin aslı ma’rifet olarak kendisini gösterir, zâhir olur. Hakikatin hakikatine varanlar zaten Kerîm olanın kerîmliğinden hakkıyla nasibdar olanlardır. Bu hal ma’rifet ile zâhir olur. Yani ma’rifet makamı, hakikat bilindikten, bulunduktan ve olunduktan sonraki makamdır. Sen buna ister hakikat de ister ma’rifet de. Yoksa kastedilen ma’rifet, kişinin velayet makamı değildir. Ma’rifet-i Hak’tır. Hakkın kendisini ayan beyan mir’atte göstermesidir. Hz. Muhammed (sav) serâpâ (baştan ayağa) Hakikat’in Ma’rifetidir. Şeriatteki sır, ol makamda zâhir olmuştur. Aynı kıyamette yani nihayette cümle sırların zahir olması gibi. Bu vecheden tefekkür edilirse Efendimiz (sav)’in teşrifi sırr-ı Muhammedî’den feyz alanlar için zaten kıyamettir. Fefhem! (İdrak et, düşün!) Bazıları da derler ki; “Efendim, kudbiyyet evveldir. Kurbiyyet sonradır.” Bunun dahî cevabını vermiştik. Lâkin şimdi tekrar etmek icâb eder. Orada zikredilen kudbiyyet vazife icâbı iş yapmak değildir. Yakınlık yani kurbiyyet, mûcibince amel etmektir. Zirâ kuldan istenen hangi makamda olursa olsun o makamın icâbına göre amel etmektir. Sâfiyye’ye erişince amel munkatı’ olur mu? Veyahut tasarruf sâkıt olur mu? (Amel yapmaktan uzaklaşabilir mi? Halifetullah olarak vazifeli olduğu sahada yetkisini kullanmamazlık edebilir mi?) Tabiî ki olmaz. Esas ondan sonra hizmete liyâkat vardır.

Herkesten çok, daha çok gayret etmek icâb eder. Amma gayret-i Hakk’tır, halk değildir. “Yeryüzündeki âdil sultanlar Cenâb-ı Zülcelal’in gölgesi gibidir.” denilmiş. Anlaşıldı ki bazı kimseler bu sahanın kelimelerini kendi lugatlarındaki kelimelerle karıştırıyorlar. Böyle giderse sâfiyye makamını Sâfiye Hanım’ım evinde zannedecekler. Cenab-ı Hak, nefsiyle oynaşarak çamurda kalan merkep olmaktan bizleri muhafaza eylesin. Kişi söz dinlemekle ve kendisinden evvelkilerin irfanını beğenmekle, takdir etmekle mesafe kateder. Yoksa kendi yolunu kendi çizer, kendi kat eder. (İkinci kere kat etmek kesmek manasındadır, Allah u alem cinas yapılmıştır.)

Muhterem İhsan Efendi Oğlum, işte sizin mektubunuzda beyan ettiğiniz hal, en son anlattığım sâlikin haline muvâfıktır. Bu halleri uzun uzun yazmışlar. Bazen “lâ” dan illâ’ya geçmeyi izâh için, bazen kalp makamlarının tafsilatı için, bazen de “ıtlak” meratibini beyan için bir çok risaleler ve sohbetler yazmışlar. Arz eylediğim gibi bunlar ancak görülünce anlaşılan hatta görüldüğünde bile izahı kişiye özel hallerdir. Bu hallerin tefsiri ve tafsili için ayrı bir ihtisas gerekir. Bu sahanın mütehassıslarına “pir” denir veyahut pîri ile hemdem olmuş hem mükemmel hem mükemmil mürşid denir. Meselâ; öyle bir an gelecek ki, tezkiye eylemeye çalıştığın nefsin dahi onu tezkiye etmek isteyenden efdal olduğunu göreceksin. Nefsin, şehvetten yana gördüğün zevkin şefkat nazarıyla makbul olduğunu, mezmun olmadığını fark edeceksin. Zirâ tezkiye-i nefis teşbih etmek gerekirse toprağa tohumu atmak gibidir. Toprak sıfat olarak sana verilen o emaneti, o ahlak gölgesinde büyütürsen, evvela o tohum çürür, kokuşmuş, çürümüş halde iken hiçbir işe yaramaz. Mücahade eder, feyizle gayba iman ve söze itibar ederek devam edersen bu sefer o tohumun topraktan fışkırdığını görürsün. Filiz verir, fide olur. Budak olur. Kabul olur. Diken olup hiçbir şekilde ağza atılmaz haldeyken koparırsan ya toprak için çürüyüp pislik olur, yani gübre olur veyahut o budaklar, dallar yanmak için odun olur. Velâkin azmeder, sebat eder, gayret edersen çiçeklenir amma o da kâfi değildir. Zamanı, zemini gelince “Ol!” emriyle tohumdaki meyve kendini gösterir. İbretle bak ki o meyvenin dahi koparılma zamanı vardır. Ham iken koparılmaz. Vakti saati gelince koparılır. Meyvesi alındıktan sonra da o ağaç yakılmaz. Başka bir mevsim için güzel güzel bakımı yapılır. Bu misal inşaallahu Teala müşkillerini halleder.

Evliyâ bendesi İhsan Efendi oğlum, bu mevzu’ inşallah diğer mektuplarda tekrar tekrar beyân edilir. Lakin şu kadarını da söyleyelim ki; kemâl mertebelerinde yakîn haller müşahede edilirken derviş anlar ki ortada nefis de yokmuş , ruh da. Bir âlem için var olan başka bir âlemin yoku mesabesinde olabilir. Bunlar cilve-i Rabbanî’dir. Bu dahi “terk-i terk” makamıdır. Bir işe kalkışmadan evvel hiç gayret etmeden salmak ve bırakmak ahlak-ı reziledir. Lakin işi mükemmelen halledip bitirdikten sonra benden bu kadar deyip kenara çekilmek, işi sahibinin takdirine bırakmak ahlak-ı hamîdedir. İşte kâmillerin terk-i terk makamı bu nev’idendir. Cenâb-ı Hakk bu sözlerin te’sirini halk eylesin.

Gönlümün âyinesi ve murâdı güzel evladım, küçük bir mes’ele diye yazdığın mevzu’a gelince; hakikaten de küçük bir mes’ele. Tabiî ki bir kitap, bir eser bitirildikten sonra, hele ki böyle sohbet halkalarında tamamlanmış bir eserse cemiyet tertip etmek pek güzeldir. Lâkin cemiyetleri ayrı ayrı yapmayınız. Yani ihya* cemiyetini, Vâsiyetnâme’yi ve El Fethu’r-rabbânî’yi ayrı ayrı yapmanıza hâcet yok. Hatta öyle bir meclis tertip edin ki hatim cemiyeti gibi olsun. Alameratibihim (mertebelerine ve derecelerine göre büyük kişiler) dua edilsin, hatim cemiyeti gibi olsun. Hatta yemekler, şerbetler, çocuklar için şekerlemeler verilsin. Buna çok büyük ihtiyaç vardır. Hem bu eserlerin, sohbetlerin devamı için hem de birbirinizle Allah ve Resûl muhabbeti için çok güzeldir. Evvelden yapılmadı diye tereddüt etmeyiniz. Netice güzeldir. İnşâallah bu güzel adetleri ilk defa siz kâim kıldığınız için Cenab-ı Hakk’ın lûtfuna, iki cihan serveri Efendimiz’in muhabbet nazarlarına ve erenlerin himmetlerine nâil olursunuz. Âcizâne tavsiyem, İmam Maverdî’nin Edebü’d-Dünya ve’d-Dîn eserini Âlûsî’nin tefsiriyle Pîr İsmail Hakkı Bursevî’nin Ruhu’l Beyân’ını dahî okuyunuz. Bir de Ahmed İbn-i Hanbel’in Müsned’i bu sohbet halkasını feyiz ve bereketiyle kuşatacaktır.

(* Anladığımız kadarıyla İmam Gazalî’nin İhya-i ulûmi’d-dîn ders olarak okunmuş. Bu eser tamamlandıktan sonra bir cemiyet tertip ediliyor. Zikri geçen diğer eserler İmam Birgivî’nin Tarikat-ı Muhammediye’si ve Hazret-i Pir Abdulkadir-i Geylanî’nin Fethu’r Rabbanî’sidir.)

Cenâb-ı Hakk sıhhat ve âfiyette dâim eylesin. Hayırlı hizmetlerle kâim eylesin. Aşkullah ve aşk-ı Resûlullah’ı kalbinde ziyâde eylesin. Ayaklarını sırat-ı müstakimde sabit eylesin. Her halini evvelki halinden hayırlı ve âlâ eylesin. Bu dünyada, kendi harem-i ilâhîyesinde ve ehadiyetinde hep seni güzelce mihmân eylesin. İki cihan serveri Habîbullah Efendimiz’in muhabbeti ve nazar-ı iltifatına sizi ve cümlemizi mazhar eylesin.

Allah Teala’nın selamı, rahmeti, inayeti üzerinize olsun, İhsan Efendi oğlum.

El fakîr, Müznîb Halîl Efendi

15. Mektupta görüşmek üzere …

Mektuplara bir takriz

Ankâzâde Halîl Efendi… Ve Tûti İhsan Efendi… Kaf Dağı’nın ardındaki “ankâ” ve ondan beslenen “ankâzâde” misali.Mürşidler, bildiğimizi zannettiğimiz âlemlerin ötesinden hakîkatleri naklediyorlar.

Hakk’a âşık, Resûlullah’a müştak olanlara hakîkî yâr oluyorlar. Halîl misali. Mürîdler mürşidlerini dinleyerek ve ilk başta taklid ederek mânevî mirâca kanat açıyorlar. Tûtîler gibi. Cenâb-ı Hakk, kendisine hakîkî talep ile müracaat edenleri reddetmiyor, istenileni veriyor. İhsan gibi. Kırk Mektup, iradesiyle gelip talepte bulunan mürîd ile ona hizmet eden mürşidin remizleri olmuş bu iki isim üzerinden edep, erkân, tasavvuf, tarîkat, intisab, derviş çeyizi, derviş ıstılahları, halîfelerin halleri, tasavvufta yol katettiğini düşünüp de yol katedemeyenlerin durumu gibi hususların aktarıldığı, esasında birçok mektubun ve mürşidâne sohbetin hulâsası niteliğinde. Muhtevasıyla bugünün meselelerine ve mânevî müşküllerine de çözümler getiren eser, kendisi bir kaynak olmasının ötesinde pek çok eser için de ilham kaynağı olacak…

Kelimenin kökeninde “mektûb”; en geniş mânâsıyla “yazılmış şey” demektir. Zaman içerisinde Türkçe’de bugünkü mânâsına kavuşmuştur. Yani, kitaptan farklı olarak mektup umumiyetle bir şahsa hususi olarak yazılmış şeydir. Bu sebepten, gerek tarzında ve gerekse muhtevasında farklı bir hava ve gizem vardır. İki dostun aralarında konuşmaları gibidir adeta mektuplaşmalar. Mahremdir mektuplar. Namahremin de eline geçmemelidir. Mektupların muhatabı onu okuduğunda sadece kendisine hitap edildiğinin idrakiyle derin bir haz alınca ikili arasında gizli bir yol açılmış olur. Gönülden gönüle incecikten bir  yol…

Haberleşme teknolojilerindeki biçimsel ilerlemeyle günümüzde pratik değerini yitiren mektuplaşma tarzı yerini sığ notlaşmalara bırakmıştır. Tabiî ki bu mesajlaşmalar ne bir edebî zevk ne de bir fikrî emek mahsulü olmadığından saklanacak şeyler de olmazlar, binaenaleyh edebiyata konu teşkil etmezler. Modern her nesne gibi günlük tüketilirler. Aşırı çokluk ve sürekli artan hızın başları döndürdüğü, maddeniz kasıp kavuran böylesi bir çağa inat, keyfiyetli mektuplaşma geleneği ise edebiyat ve düşünce tarihindeki seçkin yerini koruyacaktır.

Bu gelenekte her ne kadar mektuplar gerçek kişilere hitaben yazılırsa da bazen mutasavver birine yönelik yazıldığı da olur. Bu durumda o mektup adeta yazanın kendisi ile konuşması gibidir. Zira muhatabın durumu göz önünde bulundurularak yazılıyor değillerdir. Hatta nadiren insandan farklı bir muhataba yönelik de mektuplar yazılır. Allah’a, peygamberlere olacağı gibi tabiattaki bir varlığa da mektup yazılır. Veyahut Şeyh-i Ekber’in yaptığı gibi Kâbe’ye de mektup yazılır…

Bir mürşidin manevî nazarı ve tasarrufu altında, insanın kendini tanıması, eğitimi demek olan tasavvuf geleneğinde ise mektuplaşmalar ayrı bir ihtimam taşır. Bazen yazılan kişiye has bilgiler taşır, onun manevî ihtiyacına cevap vermeye çalışılır. Bazen de “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” misali mektubun muhatabı üzerinden hulefâya veyahut müridâna tebliğ yapılır. Bazen mürşid ve müridi arasında uzun süre devam eden bu mektuplardan muhatabın manevi tekamülü de izlenebilir. Hangi ismin tasarrufundan hangi ismin tasarrufuna inkılab edildiği gözlenebilir. (esma tecelliyatı) Bu hususi mektuplar çoğu zaman kişinin sandığında gizlice muhafaza edilir. Bazen okunur okunmaz yakılır. Bazen o kişinin vefatı esnasında kefeniyle gömülür, toprak olur. Bazen muhatap kişi; “Ben sağken asla, benden sonra eyvallah” diyerek bunları başkalarının da okumasına izin verilebilir. Böylece yapılan nasihatlerden diğer müridân da istifade eder, mahreme dahil olurlar.

Kitaplar ve mektuplar, bize kâinat kitabını okumanın yollarını gösterir, kapılarını açarlar. Ama şu hikmeti de hiç unutmamak lazım: “Deryadan nasibimiz elimizdeki kap kadardır”

Her biri bir derya olan bu mektupların muhatabı cümle dervişan müteşekkirdir. Mektuplar kısa kısa lâkin aşk yolcuları için çok derin mânâlar ve sırlar ihtiva ediyor. Okuyunca herkes mertebesine göre bir zevk alacaktır bu mektuplarda. Yazan ve yazılana rahmet, hazırlayana selâmet, okuyana da feyz û bereket niyaz ederiz.