Nasıl bir dünyâda yaşadığıma anlam veremiyorum, hayat giderek kısır bir döngü haline geliyor, boğulacak gibi oluyorum… Tâze bir nefese o kadar ihtiyâcım var ki Hû hû Dedem, ben nîdem?
Önce şunu kabul etmeliyiz güzeller güzeli: İnsan dünyada değil dünya insanda yaşamaktadır. Dünyâyı olduğu gibi değil olduğumuz gibi görürüz.
Bütün bunları havsalam almıyor, zihnim bir mengenede gibi… sıkıldıkça sıkılıyor? İnsan, dıştan içe doğru, duyu organlarından gelen bilgileri (hayâlât) zihninde okuyor, yorumluyor ve bilinçaltına kaydediyor, o gözle âlemi seyrediyor. Yâni beyninde oluşturduğu “veri tabanı ile sınırlı” yaşamı “küçük dünyam” olarak algılıyor.
Dünya bu işte? Görüp bildiğinden başkası var mı ki insan için? Fakat insanın bir de içten dışa okuduğu gerçek hayat var: Şifre çözmeyi (kuş dili) öğrendiği mikdarda, özündeki hakikati algılayarak, yaşamına geçirebildiği (zuhûrât) oranda mükemmele ulaşabilme imkanına sahip, pek özel bir varlıktır insan dediğin.
Asırlar öncesinden Mısrî sultanımız bu işin parolasını ifşâ etmiş okuyana: Dışın içe hayâlâtı, için dışa zuhûrâtı Birinden ol birine tuhfeler her-bâr olur peydâ
Sırf şu beyit açılsa, başlı başına bir dünya görüşü, tevhid anlayışı inşâya yeter de artar erenlerim.
Dıştan murâd, kesret-i şuûnât: bilinmekliğim için “her an bir iş, oluş, görünüşteyim” [Rahman:29] buyuranın binbir yüzüdür. İçten murâd ise bir man’a olan zâtının birliğidir ve manâlar sûret giyinmeden görünemezler!
“Kamû zıllı hayâl ancak hakikat özüne hikmettir” yâni dışarda sana var gibi gelen her ne varsa gölgedir (ama senin gölgen), hayaldir (yine senin hayâlin) çünkü bu görüntüleri sana böyle gösteren özündür, içindeki benden içeri olan ben’dir. O halde bu görüntünün kaynağını dışarıda değil içeride aramak lâzımdır!
Şimdi bir süreliğine gözünü kapat gözlerinin içine bak; âlem var mı? Senin dışında dünyada her ne varsa yoktur. Ne ararsan kendinde ara çünkü her aradığın sendedir.
Gözümü o tarafa yumduğumda dünyadan dışarı çıkmış mı oldum?
Dürtünün içten geldiğini anlayarak yavaşlamış oldun… Zâten nereye bu gidiş nereye! Yavaşla! Bu dünyadan bir defâ geçeceksin… Sadece şimdiyi hisset, akışı durdur da biricik ân’a gel… Nefesinin farkında olursan “anda yaşam provası” derler buna. Zâten içinden çıkılmadıkça dünya bilinmez. “Çağın içinde ama ağın dışında; hayatta ama dünyada değil!” bir ayar veriyoruz kendi kendimize…
Ama acele etmem lazım, bunlarla oyalanamam lâzım hem işlerim yarım kalacak
Burası dünya, burada işler hep yarım kalır!
Dünyânın kendi yansıman olduğunu, içinin dışa yansıması olduğunu farkettiğin anda, dünyadan bağımsız olursun! Dışarı bakan rüya görür, içeri bakan, iç.eriden bakan uyanır çünkü kapı ancak içeriden açılır! Nasıl gördüğünü değiştir; nasıl değiştiğini göreceksin! İçeride, özünde Hakk’ı bulursan ki pek yakın, sana senden yakın, hep oradadır gizli hazînen olan Hak varlığı! İşte O Hakk’ı (bâtında) bulursan eşyayı O’ndan görürsün, eşyanın hakikatinin de (zâhirde) Hak olduğuna şâhid olursun.
Böyle düşündükçe, neye baktığım ne gördüğüm hepsi silindi gözümden ne varsa bir hayâl oldu şimdi! Emîn ol, herhangi bir şeye baktığımızda, ilk önce kendimizi görürüz. Benim dediğin bu gözler, sadece zihnin algılamaya hazır olduğu şeyleri görür.
İnsanlığın târifinin bir sözü geldi hatrımıza: “İnsanlar uykudadır ancak öldüğünde uyanır” Sanırım er kişilerden: A. Schimmel bu hakikatin, mezar taşına nakşedilmesini istemişti? İnsan doğduğunda ilk rüyâsı başlar sonra her gün, her gece rüyâ içinde rüyâ görür. Meğer uykusunu alanın, bir ân’da can gözünü açıverirlerse o başka…
Bir defa ‘uyanan’ bir daha rüyâ göremez mi olur! Duyu organlarından gelen bilgilerle sınırlı ve sorunlu beynimizde oluşturduğumuz, sanal benlikle ve “benim gözümle” baktıkça bu dünyayı, bu rüyayı gerçek sanıp uykumuza devam ederiz. Ancak kendi içimize uzun bakışlarla, “bende ben diyeni” tanıdıkça, aslımızın “Öz” olduğunu fark ettiğimizde, rüyadan uyanırız. Ancak o vakit benim dışımda herşeyin “benden çıkan görüntüler” olduğuna şâhid oluruz.
İki gözünün de arkasındaki derin bir boşlukta projekte edilen bir görüntüyü izliyorsun, evet evet için dışa yansımasını izliyor ve adına dünya diyorsun. Her şey sanal, hayal, gölge, yalan, tek gerçek sensin! Herşey senin rüyan! Sense bu beden değil, bu beden örtüsüne bürünen öz’sün!
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Kendine hoşça bir bak, âlemin özü sensin! Hak varlığının gözbebeği, yaradılıştan muradı olan hazret-i insan’sın sen!
Yani ben dünyanın içinde değilim dünya benim içimde! Günaydınlar olsun! Ne varsa senin içinde! Madem düğümlerin çözüldü, hadi bir abdest al da salat-ı dâimûn’a başla! Ama âgâh olasın dünya bu, gene aldatır: Yüzümüz kendi özümüze dönük olmalı ki zihin senaryosunda, sanal algılarda kendimizi kaybetmeyelim, aslen kim olduğumuzu unutmayalım, insanlığın, kulluğun hakkını verelim! Yeter ki O güzel gözlerle bakmasını bilelim!
Yok olmadan vâr olmaz, var dahi yoktan olmaz Anladım çün ben beni, hep görünen Hak oldu
Gül kokanlar gül oldu bülbüle dîdâr oldu
Kaf’tan kaf’a hükmeden mülke Süleymân oldu
Görüntüler bulandıkça bu ân’a bekleriz erenlerim hû! Hakîkat bu!
Bir hedefte muvaffâk olabilmek için o hedefin Muhammedî olması gerektiği kadar, o hedefe varmak için kullanılacak metodun da Muhammedî olması gerekir.
Söze, ilâhî nizâmın, kâinatın gözbebeği olan insana ve onun hayatına verdiği değerden bahsederek başlamak dileriz: “Haksız yere bir insanı öldürmek, bütün insanlığı öldürmek gibidir, bir insana da hayat vermek, bütün insanlığa hayat vermek gibidir” buyuran çağlar ötesi vahyin anlamı ne kadar kapsayıcı ve derindir. Hz. Peygamber’in yol ve gidişinde insan, ölüsüyle, dirisiyle sırf “insân” olduğu için hürmete ziyadesiyle lâyıktır. Bir gün Hz. Peygamber, bir cenaze geçerken ayağa kalkıyor. Sahabe, cenazenin bir gayr-i müslime ait olduğunu, ölenin bir Yahudi olduğunu söylüyor. Hz. Peygamber de ölümün düşündürücü olduğunu, kim olursa olsun ölenin bir insan olduğunu, saygı göstermek gerektiğini oradakilere telkin ediyor. Hz. Peygamber”in bu davranışı tarihte emsali olmayan ince bir duruştur.
Hz. Peygamber’in gönlü, kim olursa olsun, insan olarak dünyaya gelmiş birisinin inançsız ve müşrik olarak ölmesini de razı değildir. Nice eziyet ve hakaretlerini gördüğü azılı düşmanlarının bile imansız olarak bu dünyayı terk etmelerini istememiştir. Nitekim, Bedir savaşında ölen müşriklerin insan onuruna halel gelmeyecek şekilde gömülmelerini emrediyor ve müşriklerin gömüldüğü çukurun başına gelip, ölülerin ve babalarının isimlerini birer birer söyleyerek bir hitapta bulunuyor. Bu hitabında, herkesin beklediği ve diyebileceği bir söz olan “Cezanızı buldunuz, Allah sizi kahretti, sizi nasıl hakladık, oh oldu” gibi şeyler söylemiyor. Kendisinden çok çektiği İslam düşmanı Ebu Cehil’in de içinde bulunduğu bu müşrik cesetlere hitaben mealen şöyle buyuruyor: “Siz Allah’a ve Resûlullah’a itaat etmiş olsaydınız, itaatiniz sizi sevindirir miydi? (Elbette sevindirirdi) Ben size demedim mi? Keşke beni dinlemiş olsaydınız…. Müşrik olarak öldünüz de iyi mi oldu! Şimdi, Allah’ın ve Resûlünün size va’d ettiği şeyi hak ve gerçek olarak buldunuz mu?” O’nun bu hitabının, cihan tarihinde bir benzeri daha yoktur…
Açılan bu pencereden sonra, kimi zaman dinî değerlere yönelik aşağılayıcı nitelikte olan ifadelere karşı Müslümanların tepkilerine dair Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç hocamızla yapılan röportajdan bir bölümü sizlerle paylaşmak isteriz:
– Bazı düşünce anarşistlerinin İslam’a ve onun değerlerine yönelik tahkir ve tahakkümlerine karşı Müslümanların tepkisi ne olmalı sizce?
– Her şeyden evvel Müslümanların tepkisel tavrı rahatsız edici. Müslüman, bir harekete dış tesirin tahrikiyle başlamaz. Ben varoluşumu ortaya koyarım, insanlar bundan hoşlanırlar veya hoşlanmazlar; ötekine bakarak kendini biçimlendirmenin ciddi bir hata olduğunu düşünüyorum. Bir karikatür dergisi sizin dininizle alay edecek ve siz onun üzerine ayaklanacaksınız, sokaklara döküleceksiniz, hatta bu tepkiyi dile getirirken birbirinize girip 40 kişiyi öldüreceksiniz! Bu tepkiyi dile getirişte ciddi bir sorun var. Demek ki biri bizi tahrik etmese bir şeyler söyleyecek değiliz. Başkasının müdahalesi olmadığı zamanlarda uyku modunda olan, “öteki”ne endeksli bir hareket hâline getirdiler İslami düşünceyi. Bu zihniyette İslam, ancak “kâfir”lerin zıttı olarak çalışan bir sistem. Biz böyle değildik, klasik İslam anlayışında küfre ve kâfirlerin yapıp ediş tarzlarına göre hareket etmezdik. Kendi eğitimimiz, felsefemiz, estetiğimiz, şiirimiz, edebiyatımız vardı; bunları ortaya koyardık. Şu an İslam dünyasının hatası bence kendi varoluşuna ait şeyleri ortaya koymaktan ziyade, “öteki”nden gelecek tenkidi bekleyip, cevap moduna girmek. Fakat siz her ne kadar bahsettiğim Müslümanca duruşu, bir medeniyet içinde estetize olmuş İslam’ı ortaya koysanız da, bazıları sizi tenkit etmeye devam edecektir. Verilecek en güzel cevap, dine hakaretin edildiği bu “değerler sistemi”nin açmazlarını göstermek ve bütün dünya insanlarının manevi bunalımlarına cevap verebilecek İslam maneviyatını ortaya koymaktır. Bir zamanlar ABD ve Avrupa entelektüellerini etkileyen bir İslam maneviyatı vardı, bu en güzel cevaptı Batı’ya. İhtida eden, eserler yazan, Müslüman olmasa bile İslam’a hayranlığını dile getiren insanlar vardı; bunun en güzel örneği Annemarie Schimmel… Schimmel son kertede Müslüman olmamış olabilir, Allah bilir, ama İslam kültürüne birçok Müslümandan daha vakıf, Allah’a imanının ve Hz. Peygamber’e saygısının yanında İslam maneviyatına, kültürüne, zarafetine iman etmiş bir insandı. Onu sıradan bir “kâfir” olarak tanımlayamazsınız.
– İslam geleneğinde dine hakaret nasıl karşılanmış, buna nasıl tepki verilmiştir?
– İlk dönemde Peygamberimiz yapılan hakaretlere hep merhametle mukabele etmiş ve hakaret edenlerin seviyesine inmemeye çaba göstermiştir. O mübareğin sırtına hayvan dışkısı koyduklarında, “Bir yumruk da ben çakayım!” demedi, aldı o pisliği bir kenara koydu. Taif’te taşladıklarında, “Onlar bilmiyorlar.” dedi. İlk dönemde Efendimizin çektiği eziyetlere, hep sabırla yaklaşması sayesinde kazandığı çok insan var. Onu öldürmeye gelenler onda dirilirdi, en başta Hz. Ömer Efendimiz… Hz. Peygamber için o kadar kötü düşünceye sahipken, Efendimiz Ömer’i kazanma yoluna gitmiştir. İslami tavır, son noktaya kadar merhametle yaklaşmaktır. Lakin bunun kırmızı çizgisi vardır. O da izzet ve vakarı müdafaa noktasıdır. Efendimizi merhametli yaklaşımına rağmen ömür boyu taciz ettiler. Israrla, ikazlara rağmen ve uzun dönem -20 yıl boyunca- melanetini kusmaya devam eden, sadece sözlü değil fiziki olarak da Müslümanların önüne çıkan, namaza gidenlerin yolunu kesen, tehdit ve hakaret eden insanlar oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Şu 10 ismi veriyorum, bu kişiler tövbe etseler bile yanınıza almayın.” demiştir. Bir diğer husus da şudur: Müslümanlar hakaret durumunda bireysel bir tavır alamazlar, yani 16-18 yaşında bir delikanlı, “Benim dinime hakaret edenleri gidip bombalayayım.” hükmünü veremez. Din ile ilgili gelişme ilgili merciye iletilir. O merci, -şeyhülislam mı ya da İslami temsil kurumu mu her kimse- ikazda bulunur. Fakat üç beş kişinin “Allahu ekber” diyerek bilet kesmeye soyunması İslam’a aykırıdır. Bir karikatür merkezine saldırıp, yanlı yansız herkesi öldürdüğünüzde İslam’ın muazzez yönünü kontrolsüz tavırlarla zedelemiş olursunuz. Yapılan saldırılar sonucunda Batı’da bütün düşmanlıklara rağmen varlığını sürdüren olumlu İslam imajının yerine “terörist Müslüman” imajı hâsıl oldu. Burada ben çuvaldızı biraz da kendimize batıracağım: Biz nasıl emredildiysek o şekilde olmak zorundayız, ama vakıaya baktığınızda ortada masum insanları İslam adıyla öldüren bir terör örgütü var. Bunlara düşünsel anlamda müsamaha gösterilmesi kabul edilemez. Müslüman cemaat bunlarla irtibatını kopararak, bu zihniyeti dışlayarak cezalandırmalıdır. 11 Eylül’e kadar sanatımızla, edebiyatımızla, sufi konserleriyle dünyayı kuşatmışken, şiddet yanlısı insanlar bu damarları kestiler. İngiltere, ABD ve Fransa’daki kitap evlerinin raflarında İslam tasavvufuna dair binlerce kitap varken, 11 Eylül’den sonra hepsi kesildi. O yüksek akım bu genç ve cahil arkadaşları kullanarak çok başarılı bir proje gerçekleştirdi, olumlu İslam imajını yıkmış oldu. Öte yandan Müslümanların hâlâ ciddi manada ortaya bir varlık koyamadığını görmekteyiz.
– İslam kültüründe hicvin yeri nedir?
– Hakaret içeren alaylar hiçbir gelenekte, dinde, kültürde uygun görülmemiştir. Kimse kendisiyle alay edilmesinden hoşlanmaz. Ama sert köşeli ifadelerin haricinde kırçıllı alanlar da var. Bu alanlarda insanlar birbirlerine latife yaparlar. Latifeli bir anlayış hayatı estetize eder ve bunun dinde de yeri vardır. Mesela Hoca Nasreddin bir fıkıhçıdır, ama mizahında derin bir felsefe yatmaktadır.
Hz. Peygamberin latifeleri bulunmaktadır. Sahabeden birine, “Gel buraya uzun kulaklı.” demiştir. Yaşlı bir kadını gördüğü zaman, “Teyze biliyor musun yaşlılar cennete giremeyecek.” demiştir. Üzülen teyzeye ise hemen ardından, “Çünkü cennete girdiğinde bu hâlinle değil, 33 yaşındaki hâlinle cennette olacaksın.” demiştir. Hz. Ebu Bekirle şakalaşmaları söz konusudur. Tasavvufta latife yapan şeyhler vardır. Bunlar güzelliktir; şahsiyet zedeleyici, tahkir edici ifadelere zaten şaka denemez. Saygı sınırını aşmayan, hakarete varmayan latifeleşme İslam’ın zenginliği, şu anki modern Müslümanların da eksikliğidir. Efendimiz’in İslam’ı alay konusu yapanlara karşı tavrında dönem dönem değişiklikler olmuş mu? Ben bir farklılık olduğu kanaatinde değilim. Güçsüzken “eyvallah” demek, güçlüyken başka davranmak peygambere yakışmaz. Onun asli tavrı her zaman için neyse oydu. Ama tekrar ediyorum, burada stratejik anlamdan ziyade, saldırının tahammül sınırlarının ötesine geçmesi ve ikazlara rağmen ısrarla devam etmesi şartı aranıyor. İnsan kızgınlık neticesinde bir hakarette bulunabilir. Bizim Adana yöremizin küfürlerinden birisi hâşâ Allah’a sövmektir. Oradaki yanlış kültür, zaman içerisinde bu cümleyi anlamından o kadar saptırmış ki 5 vakit namazında olup bu küfrü eden insan tanıdım ben. Bu durumlarda kişinin hiddetten çıkması beklenir. Sonra, “Kardeşim belki senin ağzından çıkanı kulağın duymuyor, ama sen az evvel şöyle bir cümle sarfettin. Bu çok büyük bir söz.” diye ikazda bulunulur. Hakaret edenin hemen biletini kesmek Peygamberi tavırla da uyuşmuyor. İlk çıkarılan kart hiçbir zaman ceza hukuku değil. Bazı dinî cemaatlerin kendi dinlerine yapılan hakaretler konusunda sessiz ve tepkisiz kalmayı bir strateji olarak belirlediklerine şahit olunuyor. İslam geleneği dikkate alındığında, “tepkisizlik” en büyük tepki olabilir mi? Tepkisizlik bir tepki olabilir. Tepkilerini ortaya koyanlar doğru tepki mi gösteriyorlar ona bakmak lazım.
Karikatür Danimarka’da çizildi, Pakistan’da protesto eylemlerinde Müslümanlar birbirlerini öldürdü. Böyle tepki yerine tepkisizlik daha iyi. En güzel tepki düzgün, asil, vakur, ciddi, bireysel olmayan, felsefenle, medeniyetinle vereceğin tepkidir. Yaşadığın yere sanatını getir, edebiyatını getir; ancak yaşadığın yere Hafız’ı getirirsen Goethe’yi kaparsın. Ama getiremeyip üstüne bir de sürekli karşındakine “kâfir” dersen çatışma kültürünü beslemiş olursun sadece. Ben Müslümanların bu hakaretleri ciddiye almamalarını, onları kendi içlerinde mahkûm etmelerini öneriyorum. Charlie Hebdo 1 milyon baskı yaptı, kimse bilmezdi bu dergiyi, şimdi hepimiz Peygamberimize yönelik o pis karikatürü görmüş olduk. Kale almamak, hakareti kendi içine hapsetmek en güzel cevap. Bu cevabı Schimmel, Guénon, Martin Lings gibi insanlar verdi. Bizimse bir İslam şairimiz yok Avrupa’da, romancımız, filozofumuz, tarihçimiz yok. Bunları çıkarmadığımız sürece hayıflanmanın bir anlamı da yok. Tepkisel davrananlar, kendi varlıkları olmayanlardır.
*** Eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar sırf zandan başka birşeye tâbi olmazlar ve onlar yalan yanlış söyler dururlar. [En’âm:116]
… Defalarca böyle tecrübelerden geçmiş olanların bildiği şeyi ben de biliyorum; bugün kim ok işaretlerine bakarak yön değiştiriyor ve sesini, öfkesini, nefretini şuursuzca yükseltiyorsa, bilsin ki, kendisini kimseye hayrı olmayan bir cepheleşmenin tahkimat malzemesi kılıyor. Bir gün onu orada bütün kullanılıp atılmışlığı ve kendini çoğaltan kalp kırıklıkları içinde bir savaş artığı olarak bırakıp gidecekler. Şuur, biriktirilmesi gereken bir şeydir, tarihsiz, derinliksiz, idraksiz olmaz. Rüzgar nereden ve hangi şiddetle eserse essin, örselenmek pahasına kendi öz duruşuyla karşısında durabilen, sürüklenmemek için ruh köklerine sıkı sıkıya tutunabilendir insan!
… Ve dedeme yazıyı okuyunca hışımla buyurdu:
Biz böyle değildik evlâdım… yahu ne ince adamlar gelip geçmişler biz nasıl kaybettik bu hazineyi ki neyi kaybettiğimizden dâhi haberimiz yok Ef’î nigâh o sûfi-i nâ-sâf-tıynetün Misvâkı ile başını ezsem ura ura
Engerek yılanı bakışlı, kötü, habis nazarlı, mayası saf olmayan sufinin, başını misvak ile vurarak ezmek gerek…
(Başını ezmek: Birini kımıldayamaz, canlanamaz ve kötülük yapamaz duruma getirmek)
Ezelden dâvetli dostlara,
…Umulur ki Rabbin, seni Makamı Mahmud’a eriştirir. [İsrâ:79]
Maksadım ve temennim bu ki: O’nu gökte Hakk ve yerde halk pek çok medhetsin ve övsünler. [Hz. Abdulmuttalib bin Hâşim]
Allah, Nebisinin ismini kendi ismine ekledi,
Beş vakit müezzin “eşhedu” dediği zaman.
Yüceltmek için kendi isminden O’na ayırdı,
Arşın sahibi Mahmud, O ise Muhammed. [Şairinnebi Hz. Hassan bin Sabit]
Bir insanın isminin içinde özel bir güç saklıdır hem kişi ile adı arasında esrarengiz bir bağ vardır. Bir insanın adını bilmek, onun özünü, karakterini tanımaya vesiledir. Yaratılmış her şeyin efendisi yapmak için Cenab-ı Allah’ın Hz. Adem’e isimleri öğretmiş olmasının sebebi budur. [Bakara:31] Aynı nedenle sevenin sevdiğinin ismini açıklamasına müsaade edilmemiştir. Çünkü aşık kimselerin sevgisinin sırlarına ulaşmasını istemez. Malumunuzdur Leyla’ya sormuşlar: -Mecnun mu seni daha çok sevdi, sen mi Mecnun’u? Hiç düşünmeden atılmış biçare Leyla: -Elbette ben onu daha çok sevdim. Peki buna delilin nedir? O senin uğrunda çılgına dönüp de adı Mecnun’a çıkmışken nasıl onun aşkından daha ziyade bir aşka sahip olduğunu iddia edersin. Leyla’nın cevabı çok samimi olmuş: -O bana olan aşkını gitti ona buna anlattı, adımı dile düşürdü; bense onun sevgisini işte şuramda, ta yüreğimin içinde saklayıp durdum da kimseciklerle paylaşmadım…
Alemlere rahmet olan Ahmed Muhammed Mustafa
Haktan bize devlet olan Ahmed Muhammed Mustafa
… Sevgilinin isimlerinin ilki olan Muhammed kelimesi حمد hamd fiil kökünden türetilmiş ism-i mef’ul kalıbıdır. Övgüye değer bütün güzellikleri ve iyilikleri kendisinde toplayan manasındadır. Bir diğeri Ahmed aynı kökten türemiş olup Allah’ı herkesten daha iyi ve daha çok öven, herkesten daha çok övülen manalarına gelmektedir. Mahmud ise aynı fiilin sülasi kalıbının ismi mefuludur. Sure-i Fatiha’daki “Elhamdulillah…” ayeti mucibince bütün hamd ve övgüler Hak Teala’ya mahsustur. Cenab-ı Allah, mahmûd olup hamd edilendir, ol Resul û Kibriyâ Muhammed’dir, her dâim övülendir.
O’nun adı Muhammed ve Ahmed’dir. O’nun ümmeti hamd edenlerdir, övülmüş bir ümmettir. O dualarına, ümmeti de ibadetine bu hamd ü sena ile başlar. Levh-i mahfuz’da ve Kuran-ı Kerim’de namazın hamd ile açılacağı (1:1) yazılıdır. (Elhamdulillah) Mahşer günü Hamd Sancağı (Livaül hamd) O’nun elinde olacaktır. Allah’ın önünde secdeye kapandığında ve şefaati kabul edildiğinde , Cenab-ı Allah’ı o esnada kendisine bildirilmiş olan yeni bir hamd ile övecektir. Çünkü yüce hamd makamı O’nundur. (17:79) O, bu mertebeye yükseldiğinde, müslümanlar kadar inanmayanlar da , evveli ve ahiriyle bütün meclis O’nu övecektir. Şükür ve övgünün bütün çeşitleri bir araya getirilip O’na sunulacaktır.
Ol Seyyidü’l-kevneyn Muhammed Mustafa râ salavât!.. Ol Rasûlu’s-sekaleyn Muhammed Mustafa râ salavât!.. Ol Imâmu’l- Harameyn Muhammed Mustafa râ salavât!.. Ol ceddü’l-Haseneyn Muhammed Mustafa râ salavât!..
Bu demektir ki Muhammed isminin içinde dünyada ve ötesinde dahi O’na nasib olacak bütün övgüler mahfuzdur. Bu isim zamanın başlangıcından itibaren var olmuş ve cennete ebedi olarak aşk ile yankılanacaktır…
Hûda davet eder elhamdülillah Bu can dosta gider elhamdülillah Hakîkat şehrine çün rıhlet oldu Gönül durmaz iver elhamdülillah.
Orada onların duaları “Sen kusurdan ve ortaktan uzaksın Allahım” (subhanallah) sözünden, karşılanmaları bir esenlik müjdesinden (selâm) ibarettir. Dualarının sonu ise, “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun” demektir. [Yûnus:10]
Allah’a kavuştukları gün temennileri «Selâm» dır. Onlara cömertçe bir mükâfat hazırlamıştır. [Ahzâb, 44]
Orada boş bir lâf, günâha sokacak bir şey işitmezler. Yalnız selâma karşılık selâm işitirler. [Vakıa, 25-26]
Rahîm Rablarından bir de «Selâm» sözü vardır. [Yâsîn, 58]
Melekler her kapıdan yanlarına gelir. Sabrettiğiniz için selam size. Burası dünyanın en güzel karşılığıdır, derler. [Ra’d, 23-24]
Hak Teâlâ : “Dualarının sonu ise : Hamd âlemlerin Rabbı olan Allah’a mahsûstur.” buyurur ki buranın da delaletiyle Allah Teâlâ’ya ebediyyen hamdedilir, zaman boyunca yegâne ma’bûd O’dur. Bu sebepledir ki O, yaratmaya başladığında, yaratmaya devamında, kitabının başlangıcında, kitabını indirmeye başlamasında nefsine hamdetmiştir. Hak Teâlâ : “Hamd, O Allah’a ki kuluna dosdoğru kitabı indirdi.” (Kehf, 1), “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, Allah’a mahsûstur.” (En’âm, 1) buyurmaktadır. Bu ve anlatılması son derece uzun sürecek her durumda hamdedilen O’dur. İlk ve son, dünya ve âhiret hayatında, her durumda hamdedilen ancak O’dur. Bu sebepledir ki bir hadîste : Muhakkak ki cennet halkına nefes almaları ilham edildiği gibi tesbîh ve hamdetmeleri ilham olunur, buyurulmuştur. Bu böyledir, zîrâ onlar Allanın nimetlerinin üzerlerine kat kat arttırıldığını, tekrarlandığını, tekrar tekrar üzerlerine döndürülüp ziyadeleştiğimi, bir nihayeti olmadığını görürler.
Cennette, arzu edilen herşey bulunacağı için, bunlarla ilgili bir duaya ihtiyaç kalmayacak ve Cennet ehlinin duası, en saf, en yüce ve en haz verici kısmından, yani tesbih ve hamdden ibaret kalacaktır ki, bu da Cennet nimetlerinden bir büyük nimettir. Allah ve meleklerin, Cennete giren mü’minleri esenlik müjdesiyle karşılayacakları ayetlerle sabittir.
Allah’ım, bu aşkı bize lütfettiğin için sana şükürler olsun. Biliyorum ki, senin kahrında bize sonsuz lütuflar var. Şükürde kusurumuz olsa bile aşk nankörlüğe bile bakmaz. Onu bile hoş görür. Bu aşk, ya kevserdir, ya ab-ı hayat; ömre sonsuzluk vermede, insanı sultan etmededir. Aşk, Allah ile insan arasında bir peygamber gibidir. İkisinin arasında gelir gider, birbirinden haberler getirir götürür. Yeter artık sus, bunu ayet ayet okuma, zaten ayeti de aşk tefsir eder. [Hz. Pir Mevlana]