Çünkü sessizlik, evrenin hiç dinmeyen fon müziğidir. En gürültülü sokak bile sessizliğe boğulur, sâdece kulak verenler duyabilir.
[Abdal Kadrî]
Elimde, sükûtun nabzını dinle
Dinle de gönlümü alıver gitsin
Saçlarımdan tutup, kor gözlerinle
Yaşlı gözlerime dalıver gitsin
Yürü, gölgen seni uğurlamakta
Küçülüp küçülüp kaybol ırakta
Yolu tam dönerken arkana bak da
Köşede bir lahza kalıver gitsin
Ümmîdim yılların seline düştü
Saçının en titrek teline düştü
Kuru yaprak gibi eline düştü
İstersen rüzgara salıver gitsin
– Ne tatlı bir âhengi var, bilemiyorum. Nedir şiirin ismi?
“Vedâ”
İstersen şâirin, “sükûtun nabzı” diye güzellediği, sessizliğin âhengini dinlediği eli birlikte tutalım.
– Sessizlik, sükûuut… tekrar ettikçe susan nasıl güzel bir kelime öyle?
Bazı kelimeler târife gelmez ancak zıddı aynasında görülebilir onlar.
Çünkü dilin mat olması için, aklın lâl olması, hayret içinde hayrete gark olarak zihnin susması gerekir.
Son-suzluk gibi
Ses-sizlik gibi
Renk-sizlik gibi
Biçim-sizlik gibi
Akıl son olmama, ses olmama, renk olmama durumunu doğrudan anlayamaz zîra kendi nefes aldığı “Ben ülkesinin” malı değildir onlar, dahası kişisel, şahsî bir şey değildir, benim sonum olur ama benim sonsuzluğum olmaz, sonsuzluk kimsenin malı değildir.
Senin rengin olur ama senin renksizliğin, senin sessizliğin olmaz.
Bilinmekliği seven “o gizli hazine” akışta anlık renkler ve sesler olarak biçim alır ama görünen, bir madde biçiminde zâhir olduğu anda sönmeye, silinmeye, geldiği yere dönmeye de başlar.
Gerçek olan kalandır, her biçim bozulur, her renk solar, her ses susar ama
sessizlik, renksizlik, biçimsizlik hep kalır.
Zihin daha iyi anlasın diye örnek verelim:
Bir buz kütlesi düşünelim; sâbit bir biçimi olduğu andan itibâren aslına dönmek için can atar, nazara geldikçe ısınarak erir, rengini kaybeder su olur, ateşi gördükçe yükselir biçimini kaybeder buhar olur, bu devir böyle döner durur.
Âlemde meşhûd olan bu devrân
Tekâmül içindir, zirveye doğru
Her nokta cevvâl, her zerre raksan
Uçup giderler visâle doğru
Koşar giderler kemâle doğru
Akar giderler zevâle doğru
Yani bütünün anlık görüntüsü olan bir şey, yeniden aslı olan her•şey’e dönmek için kesintisiz, dinamik bir akışta…
Yoğun, kesîf, ağır, ismi resmi olan her madde incelmek, hafiflemek, ismini resmini silerek manâya dönmek istiyor.
O hâlde cümlelerin arasındaki sessizliğe adım atarak, biz de “Ben-im” şehrinin gürültüsünden sonsuzluğa doğru incelebiliriz, evet her sessizlik bir kapıdır şahsiyetimizden Zât-ı Bâri’ye açılan…
– Peki şâir, elimizden tutarak nereye çağırıyor bizi?
Şâir de bizi, sesin çıktığı “sessizlik”
yoğun madde âleminde ışığın girebildiği latîf tek delik olan “göz”
maddenin biçimi kalsa da içinin boşaldığı, rengin solduğu “gölge”
gibi geçiş unsurlarına tek tek basarak, adım atarak “aslımıza” davet eder gibi.
Resmedelim bir kere:
Ayrı bir biçimi, rengi, maddesi olan ağaçtan bir yaprak düşer toprağa ve suyu çekilir çekilmez formunu kaybeder.
Hava, ateş, su, toprak derken toplananlar dağılır, unsurlarına ayrılır, düğümler çözülünce kalabalığı tenhâlaşır, kabalığı incelmeye başlar, sonra nefes olup dolar yine içimize…
Öyle değil mi güzeller güzeli
Gidişât belli…
“Çıkıver bir sonsuz sefere” der gibi
Şiirle başladık şiirle vedâ etmeli
Mevsim boyunca kendini hissettirir vedâ
Artık bu dağdağayla uğuldar deniz ve dağ