Her şey Hezarfen Necmeddîn Okyay (v. 1976) üstâdımın Ta’lîk ziyâfetine müşteri olmakla başladı:
Habîbin sev takarrübse murâdın Hakka ey Âlî
Rakîb olmak gibi Mevlâya rengîn intisâb olmaz
Bir sanat eseri olarak levhâyı ne takdire layıkız, ne de tahlîline muktedir. Lâkin beyitte geçen Âlî’den uzatılan ipte takılı kalan fakîrden, gazelin tamamına bir yol açıldı, mânâya köprüler kuruldu, bakın görün hele daha neler neler oldu…
Bu satırların yazarının da vaktiyle vazife gördüğü Suudi Arabistan Cidde’de (ipin ucunu kendine bağlamasa olmaz) Sancakbeyi iken emâneti teslîm eden (v. 1600) velûd bir tarihçi, hattat, şâir Gelibolulu Mustafa Âli Efendi‘nin (Nusretnâme’den alınan alttaki minyatürde kolunda “müellif-i kitap” yazan hazretim) bizi avlayan beytiyle başlayalım evvelâ:
Habîbin sev dilersen mağfiret takrîbin ey Âlî
Rakîb olmak gibi Mevlâ’ya rengîn intisâb olmaz
Seni mağfiretine yaklaştıracak bir bahane istersen O’nun sevdiğini sev. Aynı sevgiliye gönül verenlerden her biri rakip ise Mevlaya rakip olmak gibi hoş, latif intisab, âidiyet olamaz.
Aslında ser-levhâda yazan beyit bu kadar. Lâkin gelin yolun burasında kalmayıp, lezzetin bu kadarına kanmayıp, gazelin tamamına bir bakalım hem böylece nasıl da yavaş yavaş tavına getirilip can evinden vurulduğumuz ayan beyân görülsün.
İnâyet her kime yüz tutsa isyânı nikâb olmaz
Güneş togdukda zîrâ perde-i zulmet hicâb olmaz
Hakkın lütfu ve yardımı kime ulaşırsa artık onun için isyan perdesi altında kalmak yoktur. Çünkü bu, güneşin doğduğunda gecenin örtüsünü yırtması, zulmeti gidermesi gibidir. Zirâ güneş doğunca karanlığın perdesi artık örtemez ve kapatamaz olur hiç bir şeyi.
Burada şair-i muazzam, “perde-i zulmet” ile “güneşin doğuşu” arasında kurduğu bağlamı gazel boyunca devam ettiriyor. Yani şiir ilerledikçe, manzara tamamlanıyor; “güneşin doğuşu ile aydınlığın, karanlığı, zulmet perdesini aralaması” beyit beyit resmediliyor.
Zülâl-i mağfiret çıkdukça sahrâ-yı meşiyyetden
Ne denlü teşne sâ’il gelse saklanmaz serâb olmaz
Allah’ın irâde, takdir sahrasında lütuf ve merhametiyle kullarının günahlarını affetmesi, bağışlaması, içimi hoş, tatlı, latîf, saf bir su şeklinde çıkar. Dua eden kul, susuzluktan yanan dilenci misali ne kadar çok isterse, ısrarla niyaza devam ederse, bu sayede serap kalmaz o çölde, su serap değil artık hakikattir. Veya kulların yalvarıp yakarması (sahray-ı meşiyyet) çöl gibidir amma eğer hakikaten teşneler, ziyâde susamışlar, dilenciler gibi yalvarıp yakarırlarsa o çölden mağfiret pınarları kaynar. Artık serab olmaz o çölde, su gerçek olur.
Dikkat buyurursanız, Hz. Hacer validemizin niyazıyla, zemzemin çıkmasının anlatıldığı kıssaya dair güzel bir telmih var. Madem bahis Hicaz illerine dayandı. Tam da burada biraz soluklanıp Nâbî-veş niyâza duralım:
Gel gönül, azm-i reh-i Beyt-i Hüdâ eyleyelüm
Sa’y idüp Merve’ye tahsîl-i sefâ eyleyelüm
Leb-i lebbeyk-zen u çeşm-i sirişk-efşânı
Kûçe-i hâhiş-i rahmetde gedâ eyleyelüm
Kâse kâse çeh-i Zemzem’den içüp âb-ı hayât
Cân-ı pür-illeti leb-rîz-i şifâ eyleyelüm
Alalum gevher-i rahmet, virelüm nakd-i günâh
Dili, sevdâ-ger-i bâzâr-ı Minâ eyleyelüm
Defter-i cürmi yakup eyleyelüm hâkister
Nâbiyâ! Âyîne-i kalbe cilâ eyleyelüm
(Gel gönül! Beytullah yoluna yönelelim, Kabe’ye varalım da Merve’ye sa’y edip sefâ hasıl edelim veya Safâ’ya ulaşalım. O rahmet pazarında, lebbeyk diyen dudakları, yaş saçan gözleri dilenci eyleyelim. Zemzem kuyusundan kâse kâse âb-ı hayât içip, hastalık dolu olan ruhu, ağzına kadar şifa dolduralım. Para yerine günah verip mukabilinde rahmet mücevherlerini alalım; gönlü Mina pazarında tüccar eyleyelim. Ey Nâbî! Cürüm ve günah dolu amel defterlerimizi bu suretle yakıp kül ederek gönül aynasını cilalandıralım.)
Çekenler muhtesib mîzânı havfın zât-ı nâkısdur
Kemâl ehlinde eksüklik bulınmaz ol hisâb olmaz
Hesap kaygısıyla, sevap günah tüccarlığı içinde ceza korkusu çekenler tam olmayan, kusurlu kişilerdir. Olgun kişilerde ise eksiklik bulunmadığından o hesaptan muaftırlar. Veyâ korku terazisinde tartıp duranlar, mümkün değil ki tam olarak tartabilsinler, titreyen elleriyle teraziyi denge tutmak ne mümkün. Zaten eksiktirler, nasıl eksiksiz tartacaklar. Kemal ehlinde bu türden bir noksan sıfat olmadığından, onlar böyle bir hesabın içinde de olmazlar.
Recâ yazusına dök eşk-i çeşmün cûybâr eyle
Kayırma nâme-i amâli mahv olmaz kitâb olmaz
Ümit yazısına dök gözünün yaşını, bırak sel olup aksın. Korkma amel defterindeki günah dolu sayfalardan ki su ile silinmeyecek, mahvolmayacak kitap yoktur. Gözyaşı günah defterini bile yıkar, ayıpları siler, kusurları temizler.
Bu ve bir önceki beyitte havf ü reca, korku ve ümit bahsi işleniyor.
Be vâiz âteş-i dûzahdan ol gâfil sakınsun kim
Koyup nâ-puhte cismin âteş-i ışka kebâb olmaz
Ey vâiz, cehennem ateşinden gafiller sakınsın ki ateş pişmemiş cisimler içindir. O’nun âteş-i aşkı ile yanmışlara ateş daha ne yapsın. Veyâ o gafil kişi cehennem ateşinden korksun ki, pişmemiş, çiğ varlığını aşkın ateşine kebab etmemiştir. Cehennem ateşi pişmişleri değil çiğ olanları yakacaktır.
Giceyle hâb u gündüz gaflet oldı bâis-i hayret
Bize dünyânun inkârı gibi hâzır-cevâb olmaz
Geceyle gelen uyku, gündüzle bulunan gaflet, hayret sebebidir. Bize hazırcevap olarak dünyanın gecesi ile gündüzünün bu hali yeter.
Burada gecenin uyku ve dinlenme, gündüzün bir maişet, çalışma vakti kılınması, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelmesi, gündüzün onu süratle takip eden gece ile örtülmesine dair ayetlere telmih vardır.
Geceyi gündüzün içine sokarsın ve gündüzü gecenin içinden çıkarırsın. Diriden ölü, ölüden diri çıkarırsın. Ve dilediğin kimseyi hesapsız rızıklandırırsın. [3:27] Ve geceleyin sizi vefat ettiren (uykuya sokan), gündüzleri ne kazandığınızı bilen, sonra “ecel-i müsemmanın” (belirlenmiş zamanın, ömrün) tamamlanması için gündüzün içinde sizi tekrar dirilten O’dur. Sizin dönüşünüz sonra O’nadır. Sonra, yapmış olduklarınızı size haber verecek. [6:60] Biz geceyi ve gündüzü (kudretimizi gösteren) iki âyet (delil) yaptık. Gece delili ayı sil(ip rahatlık için karanlık yap)tık, (arkasından da) gündüz âyetini (getirip) Rabbiniz’den bol nimet aramanız, yılların sayısını ve (vakitlerin) hesabını bilmeniz için aydınlatıcı yaptık. (Böylece biz) her şeyi genişçe anlattık. [17:12] Gece ve gündüz gerek uyumanız, gerekse O’nun lütfundan (rızkınızı) aramanız, O’nun (kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda işiten bir toplum için elbette ibretler vardır. [30:23]
Habîbin sev dilersen magfiret takrîbin ey Âlî
Rakîb olmak gibi Mevlâ’ya rengîn intisâb olmaz
Hakkın habibini sev, mağfireten Hakk’a takrib için ey Ali. Hakkın “rakîb” ismi ile yakınlık elde etmek gibi hoş, parlak renkli bir intisâb başka türlü ele geçmez.
(ﻗﺮﻳﺐ) (kurb “yaklaşmak, yakın olmak” tan karîb) ve Arapça aynı kök harflerle (ﺭﻗﻴﺐ) rekâbet “gözetmek, beklemek” ten rakîb) aynı kök harflerin yinelenmesi ile ayrı bir ses sanatı. Tam da burada Er-Rakîb ism-i şerîfini yâd etmek gerek:
Araplar bir şeyi koruyan ve devamlı kontrol altında bulundurana “Rakîb” derler. Bunun tahakkuku ilim ve hıfzâ tâbidir. Allah’ı er-Rakîb ismiyle tanımak, kulun terbiyesi için ne yüce bir fırsattır. Bütün harekât ve sekenâtımız O’nun muhasebesi (kontrolü) altındadır. Fiillerimizden, sözlerimizden, niyetlerimizden hiçbiri O’ndan gizli kalmaz. Mâdem din, kişide oturmuş bir kimlik inşasını hedefleyen pedogojik bir süreçtir. Bu süreçte kulun kendisini denetleniyor, gözetleniyor bilmesi, terbiyesini kolaylaştıracaktır. Tek başınıza namaz kılarken odaya birinin girivermesi, yalnız başınıza ders çalışırken başka birinin daha aynı mekânda çalışmak üzere oraya gelivermesiyle birden kendine çekidüzen verip toparlanmaz mısınız? Mükemmelleştirme yollarından bir tanesi de hal ve gidişatımızı, beşeri tabiatımızdan kaynaklanan, istenmeyen hallerden uzak tutmaktır. Bunda da ikinci bir kişinin sadece varlığı (ister denetlesin isterse sadece kendi işiyle uğraşıp başkasıyla hiç ilgilenmesin, sadece varlığını bilelim) yeterlidir. Rakîb olan Allah Teala ise insanın cümle işlerini gözetlemekle kalmayıp aynı zamanda onları muhafaza ettiğini bildirir.
“Habibini sev” tavsiyesi doğrudan bir ayet-i kerimeye bağlanıyor: (Ey Resûlüm!) De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir. [Âl-i İmrân:31]
Allah, Nebisinin ismini kendi ismine ekledi,
Beş vakit müezzin “eşhedu” dediği zaman.
Yüceltmek için kendi isminden O’na ayırdı,
Arşın sahibi Mahmud, O ise Muhammed.
[Şairi’n-nebî Hz. Hassan bin Sabit]
Zâtına mir’at edindim zâtını
Bile yazdım, adım ile adını
[Süleyman Çelebi Dede]
… İşte böyle efendim. Muhabbet, Mevlâ ile rekâbete(sümme haşa) yegâne açık saha. O sahada muvaffak olmak ne mümkün lâkin onlara karîb olsak bile ne güzel olur!
El-aman yâ Vedûd