İksir-i azâmdır nutk-i ehlullah; yek nazarda hâki kimyâ ederler Hakk’ın esrârından onlardır âgâh; velâkin sûrette ihfâ ederler
[Erzurumlu Emrâh]
Nutuk: Söz, konuşma, kelâm. Nutk-u Şerîf: Yol ulularınından zuhûr eden, toprağı altına, insanı aslına çeviren manzum sözler. Nutuk haklamak: Sözün gereğini yerine getirmek Nutkun canı var: Dervişler arasında, “Ağzından iyi söz çıkar, güzel şey söyle zîrâ söylenen sözü gerçekleştiriverir” anlamında îkaz sözü olarak kullanılır.
İşte sâhibinin sesi olmuş nefeslerden bir nefes; buyrun birlikte nefeslenelim…
Râh-ı Hakk’a tâlib ol; aşka niyet eyle er ol er Yetmiş iki’yi bir et; hemen izzet eyle er ol er
Râh-ı Hak: Hak yolu Tâlip: İstekli olan Aşk: Bir kimse veya bir şeye karşı duyulan çok kuvvetli sevgi ve bağlılık, aşkın, taşkın, şaşkın muhabbet. Hakk’ın zuhûruna sebep olan ilk sıfat; bilinmeyi murâd eylemiş, bu murâd-ı aşk kâinâtın yaratılmasına sebep olmuştur. Yâni aşk, Hakk’ın zâtına izâfe edilen ilk sıfatı ve ilk zuhûrudur bu sebepten Hak yoluna giren kimseyi Allah’a eriştiren, kendinden geçiren, kendine getiren en kısa yoludur öyle ya şehre, çıktığımız kapıdan geri dönebiliriz! İzzet eyle: Hürmet et Yetmiş iki: Cümle varlık
Yetmiş iki milleti bir görmeyen halkın evliyâsı olsa Hakk’ın eşkiyâsıdır. Kimseye hor bakmagel zinhâr gönül yıkmagel Yetmiş iki millet hep dervişin yâri gerek
Sende senlik yoktur asla, haberdâr ol gel aslından Havâtırdan berî ol, zevk-i halvet eyle er ol er
Havâtır: Fikirler, düşünceler, irâdesi olmadan kalbe doğan şeyler Zevk-i halvet: Çevre ile her türlü ilişkiyi kesip yalnız kalma, tenhâya çekilme. Kulun her dâim Allah’ın huzûrunda olduğunun farkına vararak onunla halleşmesi, mânen sohbet etmesi durumundan zevk almak, kendi içinde kendiyle eğlenmek. Allah’la konuşmayı öğrenmeden ölmemek gerek…
Çıkar esnâm-ı kuyûdâtı er ol da ka’be-yi kalbden Bu kesretden halâs ol, her an vecd eyle, er ol er
Esnâm-ı kuyûdat: Bağlanılan putlar, ilginin sürekli aktığı sevgililer Ka’be-i Kalp: Allah’ın evi olan kalp Kesret: Hakk’ın tecellîsiyle zuhûra gelmiş olan çokluk, bir olanın mahlûkât aynasında çok çok görüntüsü, optik yanılsama Halâs olmak: Kurtulmak Vecd: Bir şey karşısında duyulan hayranlık, sevgiden dolayı kendinden geçme durumu, istiğrak hâli Vecd eylemek: Bulmak Men talebenî vecedenî: Beni talep edene bulunurum; kapıyı çalın açılacaktır.
Fenâ bulmaz vücûd asla fenâ bulan cehâlettir Bu dersi kâmile sor, canla hürmet eyle, er ol er
Fenâ: Kulun benliğinin Hak varlığında yok olduğunu tam anlaması, eşyânın nazarından silinmesi, kendi fiilini göremez olması, kesret âleminin kayıtlarından sıyrılıp Hakk’ın tasarrufu altında olduğunun farkına varması. Fenâ bulmak: Yok olmak, varlığı ortadan kalkmak Vücûd: Varlık Cehâlet: Bilmezlik, habersizlik Kâmil: İlim, fazîlet ve hüner sâhibi, mânevî meziyetleri bakımından belli bir olgunluğa eren, kendine gelen
Bekâ bi’z-zât durur zâtın, fenâ bi’l-itibârî’dir Neş’e-i zâta yetiş, asla ric’at eyle, er ol er
Bekâ: Devamlılık. Yoldaki dervişin nefsinin yok olduğunu tam idrâk ederek, fenâdan sonra eriştiği son mertebe, ebedî ve ezelî olan Hakk’ın bekâsı ile bâkî olma hâli Bizzât: Doğrudan doğruya kendisi Bi’l itibârî: Gerçekte öyle olmadığı halde öyle sayılan, farazî, sanal olarak varsayılan Neş’e-yi zât: Kendi olma zevki, yeniden doğma ferahlığı, yuvaya dönme sevinci Asla ricât eylemek: Kaynak, kök, başlangıç noktası, mebde’ olan gerçek zâta geri dönmek
Mukayyed anlama zinhâr tecellîyâtı ey Basrî Câmi-i sıfat olup Hakk’a vuslat eyle, er ol er
Mukayyed: Kayıtlı, ayağı zincirli, zihni bağlı Zinhâr: Sakın, amân, aslâ Tecellîyât: Görünenler, zuhûr edenler. Allah’ın kudretinin kimseler ve şeyler olarak görünmesi, Hakk’ın şey ve kimse yüzünü giyinerek açığa çıkması. Câmi-i sıfat: Toplayan, bir araya getiren, kendisinde bulunduran, içine alan. Birbirine benzeyen ve birbirinin zıddı olan bütün varlıkları, dağınık şeyleri, türlü halleri bir araya toplayan el-câmi yâni insandaki hâkim sıfat Vuslat eylemek: Sevgiliye kavuşmak Er olmak: Kemâle ermek, yeniden doğmak, kendin olmaktır; cinsiyetle ilgili değildir.
Can odur kim Hakk’a ere ayak odur yola gire Er oldur alçakta dura yüksekten bakan göz değil
Öyle ya alçağa akar sular…
Yûnus ol aşk kadehinden sen yine esrîk olmuşsun
Bî-hod iken erdin Hakk’a; ayık olmak ne’ndir senin
Bî-hod: Kendiliksiz; kendinden geçmiş halde
Kendinden geçmek iman, kendinde olmak küfür imiş meğer…
Bu nefes kime nefes ede, kalbine değe, kendinden geçe; o bir demde kendini bulan gelsin beri, daha beri daha…
İnsanın yaratılışında var olan, mayâsında hazır bulunan huy, tıynet ve mizaç için pek münâsip bir kıvâm: “fıtrat”
İmdî şiirin öz ahengine kıymadan, üzeri kapalı kalması muhtemel kavramlara dâir basit işâretlerle bir güzele gönül verelim:
Kâinatta tâ ezelden bir muammâdır döner Ol muammâ künhüne her kim ki âmâdır, döner Asl-ı hilkat bir fitildir sâde lem’âdır döner Katre-i âb içre buz, kar, çığ, buhar bak müncelî
Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ
Eksi Sonsuz’dan beri evrende, bir bilmece devreder durur. Bu bilmecenin gerçeğini göremeyen, zaman mekan dolabında kör gibi döner durur. Yaradılışın aslı bir fitildir ki sâdece parıltısı döner dolaşır, kendi durur! İyi bak, bir su damlasının içinde buz, kar, çığ, buharı apaçık parlıyor.
Her enbiyâdan görünen O, her evliyâdan görünen yine O!
Ehadiyetten çıkan “mum” zulmeti nûr eylemiş Can verip emvâta birden nefha-i sûr eylemiş “RABBî erinî” söyleyen her sîneyi Tûr eylemiş Kâh Mûsâveş bayılmış, kâh ayıp olmuş deli
Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ
Mutlak birlikten yanan çerâğ, karanlığı nûr eylemiş. Sûr’a nefes verilmiş ve böylece ölülere can gelmiş. [Arâf:143’den] “Bana kendini göster” diyen her sîneye kelâmını indirmiş, devrini tamam eyleyip TÛR’da (Hz. Mûsâ’nın vahiy ve tecellîye mazhar olduğu dağ, Tûr-ı Sînâ yâni ilâhî feyiz ve tecellîlerin müşâhede edildiği yer) Kâh Mûsâ gibi bu hitâbı duyunca kendinden geçmiş kâh kendine gelmiş ve câzibeye kapılmış.
Nuh Necîyullah olup bir zümreyi tathîr eder Batn-ı Meryem içre bak “nefahtün”ü takrîr eder Kerbelâ’da kıssa-ı İsmâil’i tefsîr eder Anla kim Kurân-ı nâtık! Sez şu rûh-u İncil’i
Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ
Allah’ın kurtardığı Nuh Nebî olup bir topluluğu temizler. Safiyullah olmuş bir kabuğun derinliklerine, ilk yaratılışta üflediği nefesi yerleştirir.
Büyük kurban (zıbh-azîm) İsmâil makamını Kerbelâ’da Hüseyin ile tefsîr eder, bu gerçeği açığa çıkarır. Sessiz kitap Kurân ise ikiz kardeşi olan canlı kitap insândır. Ene nâtıku’l Kurân (Konuşan kitabım) buyuran Cenâbı Şâhı Velâyetin hakikatini anla da İncil’de müjdelenen ruhu böylece sezersin: Allah Allah! Baba Bismillahın bâ’sı: Oğul Zıbh-i Azim’in manâsını anlayan anladı…
Devrimiz kaldığı yerden devâm ediyor:
“Lâ fetâ” nın sırrının ifhâmıdır bil “Zülfikâr!” “Allemel esmâ” rumûzu “üscüdû” dan âşikâr Bin isim zâhirde amma bir müsemmâ yâdigâr “Küllü şey’in hâlik illâ veche” nin de tevili:
Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ
Hak Nebi sözüdür: “Lâ fetâ illâ ‘Alî ve lâ seyfe illâ zülfikâr” Hiçbir yiğit yok ancak Alî sırrını devâmındaki “hiçbir kılıç yok ancak Alî’nin kılıcı” Zülfikar sözünden bilinir. [Bakara:31’den] Bütün isimler yüklenince “Üscudû: Âdem’e secde edin” emri geldi ve sırrın üstü açılmış oldu [Bakara:34’den]
Kaşların mihrâbına geldi hitâb-ı üscudû Ol melâik zümresine oldu fermân iptidâ
Görünürde çokluk-çeşitlilik kinâye olarak “bin isim” görünüyorsa da türlü isimle isimlendirilen, işaret dilen tek “bir” vardır.
Her şey (bütün değil parça oluşu itibarıyla) yoktur sadece O’nun vechi (mevcuttur) Hüküm O’nundur… O’na (hakikatiniz olan Esmâ mertebesinin farkındalığına) döndürüleceksiniz. [Kasas:88’den] işâretiyle kaynağa dönülürse görülür ki:
Her enbiyâdan görünen O, her evliyâdan görünen yine O!
Dikkat et HAK beş teni bir baş ile izâh eder Lâ ve illâ’da kalırsan hâlini berzâh eder Nârı İbrâhîm’e cennet, Nemrud’a düzâh eder Kurtulur her bir belâdan kim ki söyler bir “Belî!”:
Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ
Hak beş eri, tendeki beşeri bir baş ile temsil eylemiş (insanı göstermeye vesikalık fotoğrafta bir baş yetiyor) O da değil bu da değil (neti neti) veya “sadece O başka değil” tenzih ve teşbihde kalırsan köprüde kalmış “hem o hem bu ne o ne bu” menziline varamamış olursun.
Ateşi İbrahim idrâkine cennet (birlik), Nemrûd idrâkine cehennem (ayrılık) eyler. Kim ki rabbini kabul eder, merkeze bağlandığını rabıtasını bilir elest meclisindeki ahdini [Arâf:172’den] tâzeler artık her belâdan kurtulmuş olur kim ki söyler:
Her enbiyâdan görünen O, her evliyâdan görünen yine O!
İŞİTECEK KULAĞI OLANLAR İÇİN DEVÂM EDİYOR…
“Lâ fetâ” nın sırrının ifhâmıdır bil “Zülfikâr!” “Allemel esmâ” rumûzu “üscüdû” dan âşikâr Bin isim zâhirde amma bir müsemmâ yâdigâr “Küllü şey’in hâlik illâ veche” nin de te’vili
Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ
Hak Nebi sözüdür: “Lâ fetâ illâ ‘Alî ve lâ seyfe illâ zülfikâr” Hiçbir yiğit yok ancak Alî sırrını devâmındaki “hiçbir kılıç yok ancak Alî’nin kılıcı” Zülfikar sözünden bilinir. [Bakara:31’den] Bütün isimler yüklenince “Üscudû: Âdem’e secde edin” emri geldi ve sır aşikar oldu[Bakara:34’den]
Kaşların mihrâbına geldi hitâb-ı üscudû Ol melâik zümresine oldu fermân iptidâ
Görünürde çokluk-çeşitlilik kinâye olarak “bin isim” görünüyorsa da türlü isimle isimlendirilen, işaret dilen tek “bir” vardır.
Her şey (bütün değil parça oluşu itibarıyla) yoktur sadece O’nun vechi (mevcuttur) Hüküm O’nundur… O’na (hakikatiniz olan Esmâ mertebesinin farkındalığına) döndürüleceksiniz. [Kasas:88’den] işâretiyle kaynağa dönülürse görülür ki:
Her enbiyâdan görünen O, her evliyâdan görünen yine O!
Dikkat et HAK beş teni bir baş ile izâh eder Lâ ve illâ’da kalırsan hâlini berzâh eder Nârı İbrâhîm’e cennet, Nemrud’a düzâh eder Kurtulur her bir belâdan kim ki söyler bir “Belî!”
Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ
Hak beş eri, tendeki beşeri (azâlarıyla birlikte) bir baş ile temsil eylemiş (insanı göstermeye vesikalık fotoğrafta bir baş yetiyor) O da değil bu da değil (neti neti) veya sadece O başka değil de kalırsan köprüne kalmış “hem o hem bu ne o ne bu” menziline varamamış olursun. Ateşi İbrahim idrâkine cennet (birlik), Nemrûd idrâkine cehennem (ayrılık) eyler. Kim ki rabbini kabul eder, merkeze bağlandığını rabıtasını bilir elest meclisindeki ahdini [Arâf:172’den] tâzeler artık her bir belâdan kurtulmuş olur kim ki söyler:
Her enbiyâdan görünen O, her evliyâdan görünen yine O!
“Din-i Fıtrat” “Eb” ve “Umm” üzre edilmiştir binâ Aslını bulmaz isen bil oldun evlâd-ı zinâ Böyle nâ-pâk bir nesepten Rabbenâ ahfizlenâ Haykırırken Besmele’nin âhiri hem evveli
Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ
Yüzünü Hanîf olarak (bir tanrıya tapınmaksızın, Allah’a şirk koşmaksızın) o Tek Dîn’e doğrult… O Allah Fıtratı’na ki, insanları onun üzerine yaratmıştır. [Rum:30’dan] işâretiyle târif edilen din, Baba (Eril-Potansiyel-Ağaç-Rahman) ve Anne (Dişil-Üretken-Meyve-Rahîm) kutsal ikilik üzerine inşâ edilmiş bir binâdır. Kim bu sembollerin aslını bulamazsa geldiği kaynağı bilemez, temizlenemez ve nesebi bulanık kalır ki böylesi uygunsuz hallerden Rabbimiz bizleri muhafaza buyura. Oysa Besmele’nin başındaki “B sırrı” ve sonundaki Rahîmiyet’te bu gerçeği haykırır durur:
Her enbiyâdan görünen O, her evliyâdan görünen yine O!
Sen Süleymân-ı zamanken nâr ü hâk, âb u yele Tekne bil dâim vücûdun kaptırıp verme sele Ahsen-i takvim bu demdir, bir daha geçmez ele Ol sırât-ı münhariften yoktur elbet erzeli
Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ
Kendinde toplanan dört unsura hâkim olan Süleymân’ın güncel versiyonu olma imkânı sen iken, varlığını bir tekne bil ve akıp giden dünya (zaman-mekan dualite) seline kaptırmayasın. İnsan doğmak bir şans değil bir fırsat ki en güzel yaradılış ve potansiyel sendedir, “şimdi ve burada” bu nefestedir ki geçen bir daha ele geçesi değil. Doğru gitmeyen, bir tarafa sapan bozuk yoldan (ikilik-kişilik-ayrılık) daha alçak ve fenâ yol bulunmaz.
Her enbiyâdan görünen O, her evliyâdan görünen yine O!
Gülistân-ı Aşk’a dâhil ol da gül der solmadan Murg-u Anka uçmadan, ol Kâf’a toprak dolmadan Ölmeden öl! Âkıbet “Küntü türâba” olmadan Tut hazır ALLAH uzatmışken sana burda eli
Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ
Aşkın gül bahçesinde olanlara katıl da [Fecr:29’dan] gül topla gül-e birik(tir) vaktin geçmeden. Anka (Simurg) kuşu (ruh) uçmadan Kâf dağı (Beden) toprak altında kalmadan ikilikten, kişilikten geç ölmeden ölümü öldür, korkuyu korkut ki sonun: “keşke toprak olaydım” olmadan [Nebe:40’dan] Allah sana “şimdi ve burada” elini uzatmışken BEN KİMİM? cevabını kendinden vererek tut kendine uzanmış kendi elini:
Her enbiyâdan görünen O, her evliyâdan görünen yine O!
Çün o eldir “Mâ rameyte iz rameyte” mazharı Kilk-i takdîrle mücehhez levh-i mahfuz masdarı Dest-i Hablullah bu Hüznî kâinatın mefharı “El ele el HAKK’a” dermiş HAKK’a ermiş her Velî
Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ
(Sen elinle) attığın zaman da sen atmadın, Allah attı [Enfâl:17’den] manasının açığa çıktığı el işte “O El” dir. Gizli levhâlarda, ezelden takdir olunanı yazan kalemi tutan da “O EL” dir hem daha nice imkanlarla donanmıştır. Kâinâtın övündüğü, Allah’ın ipini tutan el de “O EL” dir ey Hüznî! “El ele el HAKK’a” diyerek el olmuş HAKK’a ermiş her Velî’nin eli de “O EL” dir:
Her enbiyâdan görünen O, her evliyâdan görünen yine O!
Lâ ve illâ kalksın artık “hatt-ı fâsıl” kalmasın “Çift deniz” bir nokta olsun “inci:mercan” salmasın “Fâtımâ benden bedeldir” başka manâ almasın “Lâhmi-ke Lâhm-î”yle yek vücûd olur dü sevgili
Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ
Ayrılık çizgisini çizen el kalksın da algıladıklarının hepsini “inkar” ve sadece birini “kabul” eden sınırlar kalmasın zîrâ ayırmaya değil birleştirmeye geldik. [Rahman:19’dan] birbirine kavuşmak üzere salıverilen iki deniz “şimdi ve burada” bir nokta olsun ki zamanda ve mekana inci mercan (ilim-kesret) meyveleri salmasın; görünenin ne olduğu (malum) anlaşılsın.
“Ümmü ebu-ha Babasının anneciği” diye has muhabbete mazhar olan Makam-ı Kevser kendinden doğan Muhammediyet’in de kaynağıdır. Özü bir olanların “Etin etimdir” ile yüzü de bir olur, iki sevgili (nübüvvet-velâyet) bir olur:
Her enbiyâdan görünen O, her evliyâdan görünen yine O!
Târik-i Bektâşiyye erenlerinden Sâdık Baba’dan (v 1820. Beşiktaş);
– “Ey oğul! Bize namaz kılmaz demeyin, biz her vakit namazdayız” buyururken her halinin huzurda olduğunu kastetmektedir, namazın sonunda selam verip de huzurdan ayrılmayanlardandır.
Cemaatle namaz için camiye doğru aramgâhından ayrılır, yolda giderken rast geldiği dervişi:
– “Dedem nereye gidiyorsun?” diye sual eyleyince
– “Eh artık olmaz der” gitmeyip geri döner.
– “Öyle sormamalı, uğurlar olsun demeli” karşılığını verir.
Sâdık Baba’nın (ruhaniyetine selâm olsun) böyle bir suali bâtıl görmesinin sebebi “niyetinin açığa çıkması” olsa gerektir. Zira bir yere gitmeye niyet etmiş amma ulaşmaya muktedir mi? Yola çıkmış amma gidip gidemeyeceğini daha bilmiyor ki söylesin, şimdi bu suale nice cevap versin….
Hani müslümanın incelmişine derviş derler ya işte tarîki nâzenin derler pek ince yapılı, narince bir yolun uluları böyle buyurmuş erenlerim huu
***
[MECZUBÎN’DEN GENÇ OSMAN VE GEÇENLER]
Dede, Hz. Numan Hacıbayram-ı Veli Sultan (ruhaniyetine selam olsun) huzurunda, gelen geçen lüzumsuzlara söylenmektedir. Kulak kesildik:
– Ne var yok dede
– Tırı vırı
– Nasıl yani?
– Faso fiso
– Halini sorduk dedem ne var ne yok?
– Biz de önce dünyanın halini söyledik
– Tamam da sende ne var ne yok?
– Allah yok mu!
– Sümme haşa, o nasıl lakırdı Allah var, şerîki yok
– Bizde başka türlü derler: Allah var, proplem yok
– Sen problemi çözmüşsün maşallah…Allah’la aran nasıl bakalım?
– Nasıl olsun hep O’nun dediği oluyor.
– Maşallah, Allah’ın dediği olur zaten
– İyi ya biz de dostuz. Arkadaşlık “peki” demekle kâimdir.
Ta böylece, daha nice divana sığmaz sözler çıktı divânesinden …