Kudret Taşı

Kudret taşı ile göğsünü yarala da kemiğindeki mukâvemeti dene!
[Benliğin Sırları’ndan]


Kudret kılıcın almış, nefsin boynunu çalmış, nefsini tepelemiş, elleri kan içinde…

Evvele yoluculuk için, o kadar uzun bir zamandır savaşıyordu ki ne yola çıktığı günü hatırlıyordu ne de kaç savaşı kazandığını…

Uçsuz bucaksız görünen basamakların her birinde bir başka heybetli düşmanı alt etmiş ve sonunda elinde kanlı لا LÂ kılıcıyla son basamağı da aşarak mâbede ulaşmıştı.

Gözünün gördüğüne inanamıyordu belki de bir seraptı bu. Hayatı boyunca uğruna savaştığı, var olan en büyük gücü için de taşıyan “Seng-i Kudret: Kudret Taşı”na gerçekten bu kadar yakın olabilir miydi?

Görünüşe bakılırsa öyleydi. Mâbedin Yegâne Sâhibi, elinde “aradığı şey”le onu bekliyordu.

Sâkin olduğu kadar tok ve heybetli sesiyle:
– Artık bu taşı hak ettin
dedi ve ekledi

– Kendini unutacak kadar uzun zamandır savaşıyorsun. Ama sonunda onunla aranda duran bütün engelleri, kendine varan basamakları aştın. İlk yolculuğun sona erdi. Artık ikincisine çıkma zamanı.

– Şimdi cevap ver, bu taşla ne yapmayı düşünüyorsun?

– Bütün haksızlıkları ortadan kaldırmayı, tüm tiranları alaşağı etmeyi ve bütün zulümleri sona erdirmeyi..

– Güzel…. Öyleyse şartlar sana çok kolay gelecek!

– Şartlar?
– Merak etme! Dile getirdiklerini yapacaksan, senin için sorun olmayacak
– Bu taşı aldıktan sonra çıkacağın ikinci yolculuk sona erdiğinde yine buraya, mâbede, ebedî yuvana döneceksin. Ama bu kapıların sana açılması için iki şartı yerine getirmek zorundasın…

– Dinliyorum…

– Birincisi; bu taşı tiranları ortadan kaldırmak, kötülüğü alt etmek ve varoluşu düzene sokmak üzere “sınırsız kez” kullanabilirsin. Ama hiç kullanmadan bu kapıdan giremezsin…

Buna “şart” demek zor” diye düşündü Savaşçı.
– Bütün savaşı zaten onu dilediğimce kullanmak için vermiştim…

Mâbedin Sâhibi devam etti.

– İkinci şart; bu taşı içinde senden bir parça olan’a karşı asla kullanamazsın. Onu eline aldığın anda “basiret gözün” açılacak ve cümle varlığın derinliklerini görür hale geleceksin. Bu taşı o sâhîci görüş olmadan kullanamayacağını bilmelisin…

Savaşçı içinden “Ne garip şartlar bunlar!” diye geçirdi.

– İçinde kendi parçam olana karşı neden kullanayım ki?
– Kabul ediyor musun?

diye eminlik arayarak bir daha sordu Mâbedin Sâhibi.

Savaşçı şartları kabul etti, taşı aldı ve gözden kayboldu….

***

Aradan sonsuzluk kadar uzun bir zaman geçtikten sonra basamaklarda yeniden belirdi Savaşçı. Duruşunda yorgunluk, yüzünde hayal kırıklığı ve gözlerinde bir tatlı hüzün vardı.

– Neredeyse ebediyet boyu bir an geçti aradan. Ama evrene bakılırsa zerre kadar bir değişiklik göremiyorum. Bunca zaman boyunca taşı bir kez dahi kullanmadın mı?

diye sordu Mâbedin Sâhibi.

– Bana söylemedin…

dedi Savaşçı, yorgun ve hüzünlü sesiyle.

– Kendin görmeli, kendin yaşamalı ve kendin keşfetmeliydin…

diye cevapladı Mâbedin Sâhibi.

Varoluşun her köşesine gitmişti Savaşçı. En uzak noktalarına kadar. Ama taşı her kaldırdığında, ona bakan gözlerin ardında “bir başka kendisi”ni görmüştü.

Birinin gözlerinde kendi korkularını, diğerinin düzeninde kendi arzularını, ötekinin savaşında kendi öfkesini…. Hepsi kendilerince doğru olanı yapıyordu.

Peki, Savaşçı’nın onlardan farkı neydi? Korkuları onu savaşmaya sürmemiş miydi? Elinde var olan en büyük yıkım gücüyle, aslında bir tiran olmaya çıkmamış mıydı ikinci yolculuğuna?

Onu “Kudret Taşı”na ulaştıran şey, evrendeki en büyük öfke ve hırsa sahip olması değil miydi? Ortadan kaldırmak istediklerinin toplamı bizzat kendisinde vücut bulmamış mıydı aslında?

– Çok çabaladım
diyebildi savaşçı, titreyen bir sesle.

– Ama içinde kendimi görmediğim bir rakip bir düşman bulamadım…

Uzun bir sessizlik oldu aralarında…

– Peki, şimdi ne olacak?

– İlk şartı biliyorsun…

dedi Mâbedin Sâhibi gözlerini Savaşçı’nın elindeki taşa kaydırarak.

– Evet. O kolay görünen, en zorlu şart…
– Bu taş aslında başından beri tek kullanımlıktı, öyle değil mi?

Mâbedin Sâhibi başıyla onayladı.

– Benim olmadığım tek bir yer vardı başından beri ve bütün bu yolculuk aslında bunu anlamam içindi, öyle değil mi?

– Belî yârîm belî…

Savaşçı uzun bir süre olduğu yerde kımıldamadan durdu.

Sonra elindeki taşı gökyüzüne kaldırdı. Mabedin önündeki mutlak sessizlikte gözlerini kapadı. Ve onu tüm gücüyle taşlaşmış kalbine vurdu! Çarpışmayla her ikisi de parçalandı. Mabedin kapıları ağır ağır açılırken, Savaşçı yere yığıldı.

Hattâ iza cauha ve fütihat ebvabüha ve kale lehüm hazenetüha Selâmün aleyküm tıbtüm fedhuluha halidîn: Nihayet oraya geldiklerinde ve onun kapıları sonuna dek açıldığında:
– Selâm’un aleykum! Ne hoş, tertemiz olmuşsunuz. Sonsuza dek kalmak üzere buyrun
[Zümer:73’den]

– Artık girebilirsin içeri…

duyuldu aynadaki Mâbedin Sâhibi’nden.

Gözlerinden akan yaşlar eşliğinde dilsiz dudaksız diyebildi:

– Anladım, sonunda anladım; benmişim meğer…

Hakk’ı her şeyde sezeriz

Melâmî, Bayramî mürşîd-i âlilerinden Osman Kemâli Hazretleri‘nin  (v. 1954) bir garîb îtirafnâmesidir:etmedim

Nâre yanıp aşk-ı pâkinden ferâgat etmedim
Mahvolup cânân yolunda cânâ rağbet etmedim

Kesmedim ümmîd vaslından, kesildi her emel
Havf-ı firkatte kalıp nâdâna minnet etmedim

Çektim el benden, bana benlik veren bildimki Sen,
Benliğimde kaldığımca zerre rahat etmedim

Bir zaman sen, ben, gönül, sevdâ, elem, derd var idi
Hiçbirinden bir zaman kalben şikâyet etmedim

Zu’m-i zâhiddir mükâfat ü mücâzat-i ibâd
Bilmedim havf ü recâ zanna ibâdet etmedim

Hâmil-i bâr-ı emânet olduğum günden beri
Hamdülillâh âcizim da’va-yı kudret etmedim

Sa’yisiz kalmış fakir, erbâb-ı sa’y olmuş gâni
Bu fikir belki cünûndur öyle cinnet etmedim

Bî-şerîk bir mülkte mümkün mü da’va-yı vücûd
Düşmedim şirk-i vücûda öyle gaflet etmedim

Zevk u ekdâr-ı cihânı serbeser gördüm velî
Hiç biriyle kalmadım nefse sahabet etmedim

Elde her nem var ise fazl u rezaletten eser
Anlamam fazlı KEMÂLİ sarf-ı himmet etmedim

Türlü dünya dertleri ile ateşten gömlek giydimse de tertemiz aşkından sarf-ı nazar etmedim, sevginden vazgeçmedim. Sana kavuşma yolunda, beşerî zaaflardan kurtulup bütün iş ve davranışlarımda Senin küllî irâdene teslim olarak benlikten geçtim, nefsime rağbet etmedim, onun isteklerine yüz vermedim.

Gönlümde yaşattığım ve gelecekte gerçekleşmesini istediğim arzularımdan vazgeçtimse de sana kavuşma ümidinden hiç vazgeçmedim. Ayrılık  endişesiyle korkarak câhillere, nobranlara el açıp, dil döküp onların iyiliği altında ezilmedim, kendimi borçlu hissettirmedim.

Kendi nefsimden ilgimi kesip, sarf-ı nazar edip öz varlığımın Sen’den olduğunu bildim zîrâ benlik iddiasında bulunduğum sürece zerre rahat etmedim. Bu yolu bilmezden evvel kesret aleminde Sen, ben, gönül, sevdâ, elem ve dert ile meşgul oldumsa da bunlara dair de içimden hiç şikâyet etmedim.

Kulluk (ibadet) mükafatı da, cezası da gerçekte zahidin boş, anlamsız zu’mundan, zannından ibarettir. Havf (korku) ve recâ (ümit) bilmediğim için yani mükâfat beklentim ceza korkum olmadığından ibadetimde herhangi şeyin zannı da yoktur. (İbadet tevhide aittir. Ancak bunun önüne sonuna ceza ve ödül endişesi beklentisi konulursa tevhide aykırılı olur. Yani ikilik ve ikirciklilik ortaya çıkar. Bu hal kulu nihayet kendi zannına yani düalizme kulluğa götürür. “‘Ene ‘ınde zanni abdî bî” diye bir hadis-i şerîf. Ben kulumun zannı üzereyim buyuruyor Cenab-ı Mevlâ. Erbab-ı Hakk herhalde bu zandan da berî. Onlar sâdece Hakk ile Hakk olarak ibadeti aslî yerine raci kılarlar. Bu beyit aslında “Mü’min havf u reca, korku ve ümit arasında olur” hakikatine muhalif imiş gibi duruyor. Lakin, “Ey îmân edenler, Allah’a olması gerektiği gibi îmân ediniz” sırrındaki îmân-ı tahkikî ve ubûdiyyet, bu hâl ve makam sahipleri için korkuyu da ümidi de ortadan kaldırır. Onlar sâdece cemâl-i ilâhîye müştaktır. Mevlâ bizi de kulluğun mükâfât ve mücâzât kaygısından halâs olup zâtı ile hemhâl olunmuş makamını, kendi dilinden anlama ikramını ihsan buyursun.)

Bu can yükü tende olduğundan, imân emanetiyle mükellef olduğumdan beri Allah’a şükürler olsun ki güçsüz, kudretsiz, zayıf bir kimseyim. Kuvvet, güç, iktidar, yetenek bendedir, fail benim gibi bir iddiam olmadı hiç. Fakirler çalışıp emek sarfetmez olmuş, gayret edip çalışanlar ise zengin olmuş. Böylesi bir düşünce insanı çıldırtabilir, Biz bu meseleye akıl sır ermez deyip o yoldan gitmedik. (Bu beyit Efendimizin “Eğer siz Allah’a hakkıyla tevekkül etseydiniz, kuşların sabah aç çıkıp akşam tok döndüğü gibi sizi rızklandırırdı” hadis-i şerifinin bir zuhûrâtıdır. Fakr ve gınayı sadece sa’y’e, çalışmaya yani sebebe hasretmek, müsebbibü’l-esbâbı unutmak şüphesiz en büyük cünûndur. Cünun malumunuz örtmek anlamına gelen cenne kökünden gelir. Aklın örtüldüğu hâldir. Ehl-i Hakk, tevekkülün ötesinde sahib-i tevfiz olurlar. Tüm işlerini Hakk’a tevdi etmiştir. Tevhid-i efal sırrı ile cümle fiilin yegâne fâilinin Hakk olduğunun idrakıyla sebeblere takılıp kalmaz. Belki ubudiyyeti icabı zahiren sebeb ile alakadar imiş görünür lâkin hiçbir sebebe, masivaya gönlünü bağlamaz. Allahu a’lem bi’s-savab.)

İdaresinde ortağı olmayan şu kâinatta, beş duyu ile bilinen, hissedilen âlemde “varlığım bendendir” iddiasında bulunmak ne mümkün. Varlık konusunda Allah’a eş ve ortak koşma gibi bir gaflete düşmedim. Bu cihanın tüm zevk ve kederlerinin tümünü gördümse de bunların hiçbirine takılmadım, nefsimi arka çıkarak sahiplenmedim.

Üzerimde gerek fazilet gerek rezalet bahsinden her ne alamet varsa hepsinden geçmişim üzerlerine düşüp bunlar için de ciddi gayret göstermedim.

Cemâline edip insanı mir’at, kemâl-i hüsnünü seyran eden Dost’un, Osman Kemâli Efendi Hazretimin(himmetleri üzerimize olsun) dilinden zuhur eden işbu mânâsı ile cümle ehibbâya ta’zim ve muhabbetle selâm olsun efendim.