Osmanlı döneminde Türk erkeğinin iki vechesi vardı. Biri; erkeksi maço özelliği, diğeri tekke taliminden kaynaklanan romantik, derviş tarafı. Tekkeler kapatılınca estetize değerler taşıyan derviş yanınız dumûra uğradı, elinizde kaba bir maçoluk kaldı. [Ernest Gelner]
İrfandan soyulan din, siyaset aracı olarak kalıveriyor orta yerde. Ve biz ilmihal seviyesi kitaplarının sayfaları arasında manevi bunalımlarımıza çare arıyoruz…
Yetmişikibucuk millete bir göz ile bakmayan”ı “hakikate asî” kabul eden tekke tavrı, bir devrin karanlığına ışık tutuyordu yoksa yine çok yanlış bir telakki ile medresenin “basal” (soğan) dediğine tekke “asel” (bal) demiyordu…
Medeniyetimizin son dervirlerinde, İslam dini, maneviyatından soyularak salt hukuk konularına hasredilmiştir. En derin meseleler dahi sadece ilmihal ve dil çalışmış kişilere havale edilmiştir. Medresede Arap dili çalışmış kişilere âlim diyoruz. Böyle şey olamaz. O sadece Arapça biliyor. Eğer Arapça ile hallolsaydı Ebu Cehil de Araptı, Arapça biliyordu ama anlamadı. Demek ki anlama düzeyi başka şeyler iktiza ediyor. Bizi maneviyattan soydular. El-Kaideleşme böyle çıktı ortaya. Uluslararası İslam düşmanları da buna destek verdi. Kendi geleceklerine çomak sokacak İslam irfan ve hikmetini dışlamak suretiyle İslam’ı hukuk düzeyine indirdiler. Zira bu İslam’la oynamak, tahrik etmek, toplumsal mühendislik çalışması yaparak istedikleri yöne kanalize etmek çok kolaydı.
Vaktiyle, Batı’da aydınlar sınıfındaki, bizdeki yönetici elit kesime “Tekkeleri kapat!” talimatı verildi. Bu, şu demek: tekkeler kapatılınca insanlar maddenin kasıp kavuran rüzgarı karşısında, dünya karşısında savunmasız kalacaklar, bunu çok iyi biliyorlar…
“Mahalle, teşkilatını boz, yok et!” diyorlar. Böylece toplumsal yapıyı koruyan ve dayanışmayı sağlayan teşkilat çöküyor, birey “yalnız ve korumasız” kalıyor.
İmparatorluğun son iki asrında başlayan bazı anti-irfani temayüller 1925’te dergâhların kapatılmasıyla muradına erdi. Tabii bu tercihin sonucunu da gördük. Dinde kalite kayboldu. Bu müesseselerin insan yetiştirmeleri imkânsız hale geldiği için kimi çağdaş araştırmacının “Kent Dindarı” adını takdığı “dergâh münevveri”, “tekke görmüş” insan tipi kayboldu yerini ham softaya bıraktı. Din ve dini ilimler taşraya çekildi.
Bu gibi hususlara aklımızın erdiğini hiç zannetmiyorum, hem de hiç! “Kapanınca ne olur? Bozulunca ne olur?” hiç bilemedik, hala da bilemiyoruz.
Aslında bunları yaparak toplumun dayanışma ruhunu, yani “tasavvufî terbiyeyi” kaldırıyorlar. Camiye dokunmuyor adam, büyük tepki alır…Ama tekkeye dokunuyor!
Ne mi oldu? Bir kere kibarlığımız, tekke görgüsü kayboldu. Bırakın sadece şehirli sünni bir dergâh adabını köylerdeki alevi dergâhlarına devam eden Alevi vatandaşımızın bile oturması kalkması başkadır. Dede görmüş, pîr eteği tutmuş derler. Tekke görmüş, tekke çorbası içmiş diye bir tabir vardır. Bu insanların oturması kalkması bile farklıdır. Usul, adab bilirler. Bu insanların üretildiği yerler tekkelerdi.
Peygamber Efendimiz hem beşîr (Alemlere müjdeler getiren, güleryüzlü) hem nezîr (Doğru yola getirmek için Allah’ın vereceği cezaları bildirip korkutan, uyaran, sakındıran) olarak gönderilmiştir.
Tekkeye dokunduğunuz anda… Siz sadece Nezîr sıfatıyla başbaşa kalırsınız. Beşîr sıfatının tecellisi toplum üzerinden kaldırılıyor. Halbuki insanın her ikisine de ihtiyacı var.
Malum, Nezîr daha çok caminin, Beşîr, daha çok tekkenin ana öğretisidir. Camide Beşîr, Nezîr’in ardında, tekkede Nezîr, Beşîr’in ardındadır.
Tekke birebir eğitim yeridir. Tekke terbiyesi başka bir şeydir, orada mürşitle birebir ilişki halindesiniz…
Burada mürşidin evsâfı hiç mühim değil. Karşındaki mürşid mi? Tamam… O’na gönlün aktı mı? Tamam… İşte o size hendi hâlini, hilatini giydirir. Allah’ın isimleri her mürşide farklı farklı tecelli eder. Muhtelif renkler zenginliktir. Orada bir hava, bir tat vardır.
Size birebir der ki: “Sen bir insansın, hoşça bak zâtına…Allah sana böyle böyle buyurdu, Resul de böyle böyle yaptı…Gözün korkmasın, bak ben de tam yapamıyorum zaten…”
Yapıyor da söylemiyor sana ağır gelmesin diye… Doğrudan doğruya senin gönülne hitap ediyor.
Caminin buna vakti yok, imkanı yok. O umuma hitab ediyor, onun için asık suratlı, ne yapsın hizada tutmak için korkutuyor. Öteki de “Kork camiden ama çok da korkma. Ümidini asla kaybetme…” diyor.
“Bak burada müjdeli, güleryüzlü, sıcak, muhabbetli, sana özgü işler filan var, haydi bunları yapıver” diyor, sevdiriyor.
İşte batılı güç böyle söyleyen “tekke” yi kaldırtıyor. O zamanki yönetici elitin bu sistemi koruyacak kadar basireti, kudreti, takati olsaydı Türkiye bu pragmatik kapitalizm karşısında bugün mecrasını bulur, bir başka durumda olurdu.
Son bir iki asırdır bölük-pörçük kurmaya çalıştığımız sistem işlemiyor, takılıyor. Çünkü bu bütünlüğü olan, iç bağlantıları tam olan bir sistem değil. Keşke olsaydı! Bütün dünya şapka çıkarırdı… Ama hiç değil!
Bilmiş olalım ki mutlak bilgisi yoktur insanın. Her şeyi izâfi, göreceli olarak bilir. Mutlak bilgi ancak Allah’a aittir. O’nun bilgisi kesindir. İnsanın bilmek için karşılaştırmaya ihtiyacı var. Zıddıyla öğreneceğiz, biz farkı fark ediyoruz… Yanıla yanıla doğrusunu öğreniyoruz. Epey geç kalsak da…
Seddolunmakla tekâyâ kaldırılmaz zikr-i Hak
Cümle mevcûdat zâkir, kâinat dergâhdır
Bu kapıdan geçip köprüler kurmak dileyen azîz dostlarımız için, ufuk açıcı bir okuma tavsiyesi:
tekkelerin_kapatilmasi_ozel_dosya