Ey can, Dünyada bir garip yolcu gibi ol… [Hadis-i Şerif]
Handır bu gönlüm, ya misafirhâne…
Derd konuklar, derman konuklar, hayâl konuklar, melâl konuklar; mümkün konuklar, muhâl konuklar. Hele hasret, hiç çıkmaz ordan, çıkmaz ordan.
Handır bu gönlüm, yıkık dökük…
Fakir konuklar, zengin konuklar, âlim konuklar, câhil konuklar; gelen konuklar, geçen konuklar. Hele bir hancı vardır, hiç çıkmaz ordan, çıkmaz ordan…
Burada “han” nedir, “hancı” kimdir, “konuklar” kimlerdir? Sorular soru içinde…
Han, bizim gönlümüzdür. Hancı, mürşittir. Konuklar da o gönle giren ve çıkan putlardır. Buradaki fakirden kasıt sadece maddî fakir değildir. Mânevi fakir konuklar da uğrar o hana. Zengin konuklardan kasıt sadece maddî zengin değildir. Evliya da gelir dinler. Kendi bakış açısından câhil konuklar, Allah’tan câhil olanlardır, âlim konuklar ise “ilm-i ledün” bilenlerdir. Dert konuklar, dert yaratan insanlar, derman olanlar, sevdiklerimiz hayâl oldukları için sevdiğimizi zannettiklerimiz, mümkün konuklar analarımız, babalarımız, muhal konuklar sonradan görüp tanıştığımız, sonradan ana baba yerine yükselttiğimiz kişilerdir. Ama bunların hepsi zamanla gelir geçer. İnsanın mürşidi, mürşidindeki Allah tecellisi ve hakîkat-i Muhammediye orada bakîdir.
Hasret bir han, ben hancıyım hasret bir yol, ben yolcuyum. Hasret kalem, bense yazı hasret mîzan, bense mahşer, Hasret bir saz, ben bin nağme hasret çile, bense derviş.. Hasret çarmıh ben bir mahkûm hasret kılıç, bense şehîd.. Hasret deryâ, ben bin dalga.. Yüzer.. Yüzer.. Yüzücüyüm.. Hasret sırat ben bir yolcu… Geçer… Geçer… Geçiciyim..
… Sadece hancı değil han da yolcu… yani yol bile yolcu ey insan! Bu satırları okuduktan sonra “acaba hangi konuklar benden geldi geçti” diye bir sefere çıkana hasretle aşk olsun ya huu
Sinema, günümüzde Allah’ın Rab sıfatıyla tecellisinin farklı bir görünümüdür. Bazen hikmet, bazen ibret, bazen nefret uyandıran, negatif veya pozitif yönde insanı kuvvetle etkileyebilen değişik bakış açılarını aksettirebilmektedir. Aslında, görmeyi bilen göz için, Allah’ın bu âlemde kadîminden (ezelinden ve ebedinden) âşikâr ettiği hadiseler; hakikaten Allah’ı tanımak ve bilmek için iyi bir fırsattır. Sosyal bilimlerin sadece insanın yapısında görmeye çalıştıkları Yaratan, aslında mutasavvıfların dedikleri gibi kâinattaki her zuhur ile kendini âşikâr etmiştir. Sinema ise bu aşikâr edişin belli bir yorumla bize sunulmasıdır. Her filmde bir hikmet görebilmek ârifin işidir. Aslında lüzumsuz görünse bile her çeşit film ve romandan pek çok ders alınabilir… ‘Dünyada benim gibi olmayan, ama sanatçının büyüklüğünü gösteren ne kadar farklı yaradılmış varmış’ diyen, bir göz bahşeder sinema filmleri… Sinema, kitap gibi insana kendi hayat hikâyesini okur, beyaz perdedeki aynada kendi hâlini seyreden insan, başkasına gülüyor ya da ağlıyormuş gibi hisler duyar. Her devirde, insan, yaradılışın ve devrin ilmine göre farklı filmlerden zevk almıştır.
Sinema, insanı kolaylıkla kendi hakikatine, hata ve doğrularına iletebilir. Gülün güzelliğini âşikâr eden, gülü görmeyi becerebilen gözdür. Filmlerdeki mânevi mânâları idrâk etmek seviyesine ulaşabilene ne mutlu…
Bu pencereden bir filmden bahsetmek isteriz: Polytechnique’in yönetmeni Denis Villeneuve tarafından Wajdi Mouawad’ın ünlü oyunundan sinemaya uyarlanan “Incendies: İçimdeki Yangın” seyircisini arıyor. Nawal Marwan ölür… Çocuklarını yalnız bırakmış, tuhaf, sessiz ve yorgun bir kadın olarak… Çok güvendiği ve sekreterliğini yaptığı noterine bir vasiyet bırakır. Bu vasiyet onun ikiz çocukları Jeanne ve Simon’u orta doğuya, annelerinin geçmişine ve müthiş bir trajediye götürecek yolun başlangıcıdır.
Oldukça fazla sürpriz bozan içerdiği için hikayeye dair başka kelam etmek olmaz ama sinemaya hangi anlamı yüklerseniz yükleyin kayıtsız kalamayacağınız kadar güçlü bir film bu. Villeneuve sadece çok gerçekçi ve etkileyici setler oluşturup bunları kameraya çekmekle kalmamış. Seyircisini Marwan’ın ikizleri gibi konuşlandırarak ve cevaplanan her sorunun yerine daha büyüğünü koyarak finale kadar giden ve yükselen bir meraklı izleme sağlamayı da başarmış. Nefret ve aşk duygularının birbirine karışması ve diğerini beslemesini dert edinen güçlü bir senaryoya sahip ve 130 dakikalık süresinin tek bir anını bile boşa harcamayan saf bir sinema örneği…
Mütevazı bir bütçeye sahip olan “İçimdeki Yangın” sinemanın görselleştirici etkilerini sonuna kadar kullanan inanılmaz bir film! Panzerlerin ve tankların çatışmaya gitmesi, yakılmış evler, Milislerin bir otobüs dolusu insanı kurşuna dizmesi, Marwan’ın küçük bir kızı kurtarabilmek için annesiymiş gibi yapması gibi tüm sekanslarda olabildiğince inandırıcı ve detaylı bir görsel çalışmaya sahip. Kanada’dan çıkıp gelen ve seyirciyi iki yakasından tutup sarsan filmi izlerken altı boş “Türk sineması son yıllarda çok gelişti canım” laflarını sorgulamamak imkânsız. İçimdeki Yangın’ı izledikten hemen sonra, bahsettiğim bu filmler bir anaokulu öğrencisinin, öğretmenine yaranmak için çizdiği yeteneksiz resimler gibi algılanıyor.
İçimdeki Yangın da ne kadar taraf öyle değilmiş gibi görünse de aslında taraflı bir film. Hayali bir Arap ülkesinde (nedense ben hep Lübnan’a benzettim) Hıristiyan ve Müslümanlar arasında başlayan ve yükselen olaylar sırasında yaşanan acıları anlatırken filmin Hıristiyan olan başkarakter Marwan’a rağmen Müslümanların tarafını tuttuğu açıkça görülüyor. Ama yaşananları ve yaşayanları karikatürize etmeden, insan doğasının muktedirliğiyle açıklanan ve her anına pişmanlıkların sindiği bir taraf tutma hali bu… Yönetmen her şeyin faturasının Müslümanlara çıkarıldığı geleneksel anlayışı bozmak istemiş sanki.
Diyeceğimiz o ki, artık çok az filmi sinemada izlemeniz gereken zamanlarda yaşıyoruz. Bizi yüzlere kişi ile birlikte karanlık bir salonda, saatler boyunca kendisine baktıracak bir pelikül yığınının gerçekten söyleyecek sözü olması, kalbimizde ve beynimizde bir yerlere dokunması gerekiyor. Sinemanın giderek ticarileştiği ve bir lunapark eğlencesine çevrildiği şu zamanlarda böyle filmlere her zaman rastlamak mümkün değil. Çölde bir vahaya rastlarcasına sevdiğim İçimdeki Yangın, işte tam da bu tarife uyan bir film… İzlerken boğazınızda bir kocaman bir yumruk oluşacak ama sonunda tamamen arınmış bir şekilde, huzur içinde gözlerinizi yumacaksınız…
[NEV-NİYÂZ ve DEDESİ] Vaktiyle Paulo Coelho’dan bir hikaye okumuştuk. Şöyle ki; Leonardo da Vinci’den kardinaller “İsa’nın Son Gecesi” tablosunu yapmasını isterler. O da kabul eder. Büyük bir zevkle tablonun yapımına başlar ve tabloda, (Juda) Yahuda’yla Hz. İsa’yı temsil edecek insanları arar. Havarileri çizer fakat Yahuda ile İsa’yı çizmek zordur. Hz. İsa için çok güzel bir insanı, İhanetinden dolayı Yahuda için de çok çirkin bir insanı arar. Bir süre sonra bir kilise korosunda ruhânî, güzel bir yüz bulur ve Hz. İsa olarak resmeder. Fakat güzelin çirkini bulması zor ya, Yahuda’yı arar ama bu çok zordur. Bulamaz ve aradan 5 sene geçer. Nihayet kardinallerden tepki alır. Artık eserin bitirilmesini istemektedirler. O gece sarhoş, yüzü büzüşmüş, çirkinleşmiş bir adam bulur. “Tamam” der. “İşte şeytanı, kötüyü en yakın ifade eden yüz bu”. Ayılmadan Yahuda’yı çizer. Fakat resim bitmek üzereyken adam ayılır ve “Ben bu resmi tanıyorum” der. Leonardo Da Vinci çok şaşkın: “Nasıl tanıyorsun? Şimdiye kadar bu resmi kimse görmedi ki” der. “Herhalde konuyu biliyorsun onun için de tanıdığını zannediyorsun” der.“Yok yok tanıyorum” der adam.‘Biliyor musun 5 sene önce beni kilise korosunda bulup İsa diye çizmiştin’.
Bu hikayeden sonra güzel ve çirkin kimdir bilemedik, Cemal ve celal tecellilerine dair bizleri irşad buyursanız…Gönüllerini uzatıp deryadan damla bekleyenlere bir himmet eyleseniz.. Anla işte erenlerim hakikatte güzel ve çirkin aynıdır. Celal ve cemal, Cenab-ı Allah’ın türlü aynalardan tecellisi gibidir. Belki de iyi ve kötü yok, güzel ve çirkin yok. Bunlar derece veya doz farkıdır, sade bir tarif içindir. Hani lunaparkta aynaların önüne gider dururuz kimisi bizi şişman, kimisi ters yüz, kimisi incecik gösterir. Aslında ortadaki kişi hep aynı kişidir ama akisler aynanın yapısına göre farklılık gösterir. İşte dünya tamamen bunun gibidir. Hakkın çeşitli aynalardan tecellisi gibi…Tabii yaradılış sebebimiz de o muazzam güzelliğin o aynalardaki aksini görme ihtiyacındandır.
Mahlukata böylesi bir bakış bizi tevhidin hakikisine götürse gerek… Şehadet tevhide gitmek için pek makbul bir yoldur. Taptığımız şey batıldır, puttur. Önemli olan “La ilahe” derken bu putu yok etmektir. Kendimizi, nefsimizi, aşırı isteklerimizi, kendimize tapmamızı yok etmektir. Neden mi? Muhyiddin-i Arabi Hazretleri diyor ki; “İnsan kendi kişiliğinde Rab’lık ve kulluk, her ikisini de öz olarak taşır”
Bu ne demektir dedem? İnsana bir bakalım erenlerim… İnsanın özünde ne var? Nefis var, ruh var, akıl var, kalp var. İnsan bu dört manadan oluşmuştur. Ruh, Allah’tan emirdir. Mahluk değildir. Halikten zuhur dur. Nefs mahluktur, kuldur. Yani ‘ben’ diyen kısımdır. Toprağın zuhurudur. Gene o da Allah’tan, nefs-i külden gelmiştir ama halkedilmiştir. Toprağın hakimiyetine girmiştir. Şehvetler, kinler, arzular, istekler nefiste toplanmıştır. Şimdi nefis vücutta canlı iken, aklı nefis yönetiyorken, yani kinler, nefretler yönetiyorken, vücudun içinde hayvani can var, deriz. Hayvani canımız hakim, deriz. Ne zaman ki, kalp denen et parçası üzerine Allah’ın nuru akseder ve gönül adını alır. Bu nur, ışık gibi aklın üstüne düşer. Aklın üstüne düşünce akıl nefse derki; ‘bunca yıldır beni, idare ettin ama sen yok olmaya mahkumsun. Sen fanisin halbuki vücut içinde bir de baki kılacak olan ruh var. O daha haklı, sen biraz kendinle mücadele et’ der. O zaman aklın yardımıyla aşırı çirkinliklerinin başını kesmeye başlar. Burada en büyük yardımcısı aşktır. Ne zaman ki nefis hiçliğini, yokluğunu, kulluğunu anlar. O zaman ruh, vücut içinde hakimiyet kurar.
Yunus Emre’nin “Bir can var candan içeru” sözünü bu meyanda mı anlamak lazım?
Hazretim hayvani candan içeride bir ruhani can var, onu hakim kıl demeye getiriyor.
Peki “Nefsini bilen Rabbini bilir” ne demektir? Bu sözün aslı bir hadisi şerifden alınmadır. Efendimizin fem-i saadetinden zuhur etmiştir. Nefsini bilen, hiçliğini anlayan kişi, ruhunu öğretici makamına sokar. Aslında bütün alışveriş insanın kendi içindedir. Kulluğunu idrak eden “‘Ben acizmişim, meğer bir şey bilmiyormuşum, herkesin benden daha üstün bir vasfı varmış’ ‘diyebilen insan, ruhunun öğreticiliği altına girer ve terbiye olmaya başlar. Her istediğinin gerçekleşmesini beklemek ilahlık iddiasında olmaktır. Her sözünün kabulünü beklemek ise peygamberlik iddiasında olmaktır. Hz.Ali Efendimiz ”Allah’ımı isteklerimin olmamasıyla bildim” diyor. İşte bu söz, hiçliğini bilenin Rabbini bildiğini anlatan en güzel sözdür.
Böylesi bir Tevhid ehlini hangi hallerinden bilelim?
Tevhid ehli iki türlü sükut ehlidir. Hem ağzıyla susar. Kimse onu dedikodu ettiremez, kimse aleyhte konuşturamaz, kimse iddia sahibi kılamaz. O iddia edemez. Kime iddia yapacaktır, Allah’ına mı iddia edecektir? Kimi çekiştirecektir, Allah’ını mı çekiştirecektir. Bakın tevhid ehli olan evliyaullah’tan Hz. Cîlî buyuruyor ki; Hadis-i şeriflerinde Peygamber efendimiz “Verdiğiniz sadaka insanın eline düşmeden Allah’ın eline düşer” der. O halde her şey Allah’tan tecellidir. Eee peki diyor, bağırıp küfür ettiğin söz kişinin yüzüne çarpmadan Allah’ın manasına ulaşmıyor mu ve sen bundan edep etmiyor musun? Onun için utan ve söyleme. Demek ki, bu ahlâki bakış açısından böyle bir tevhid anlayışı içinde olan insan-ı kamil şeksiz şüphesiz her insana, Allah’la muamele edermiş gibi davranır. İkinci sükût ise kalbin sükutudur. Bu da gam ve telaştan uzak olup dünya endişe ve takıntılarını bırakmaktır. Hem dilin hem de kalbin sükutu hasıl olursa, o kulun sırrı kendini gösterir ve Cenab-ı Hak o kimseye tecelli eder. Çünkü bu hal, vahdet halidir.
Muhyiddin ibni Arabi’nin sözü şimdi daha iyi anlaşıldı… İnsanın Hazreti insan olabilmesi için “Ruhlar meclisi” nden sonra insana can verilirken “ve nefehtu fiyhi min ruhi” ayetiyle haberdar olduğumuz ilahi nefesi tahakkuk ettirmesi, nefsini ise kul haline getirmesi lazımdır… Elbette… Kendini terbiye edip kendinden tecelli eden Hakk’ı görmeye başladığı anda. Bunu görmek nasıl mı olur? Kızmayacak, kırılmayacak, alınmayacak, darılmayacak, sinirlenmeyecek, her şey Hakk’tır diyecek, ben Allah’ıma, yaradanıma, varedenime nasıl kızar, sinirlenirim diyecek…
Lakin bu tecelliler mevzuunda iki mühim mesele vardır erenlerim: Tenzih ve teşbih! yanılmayasın! Bu konu çok önemlidir. Tenzih; yani Allah’ın tekliğini, O’nun bölünemeyeceğini, O’nun o ulvi yaratmasının tarife gelmediğini, doğmadığını, doğurmadığını, O’nun her şeyden üstün olduğunu bilmek… işte bu tenzih etmektir. Aynı zamanda O’nun tecellilerinin her yerde göründüğünü bilmek ve O’nun tecellisinden dolayı her şeye hürmet etmek teşbihtir. İnsan bu ikisi arasında olduğu zaman işte kamil insan olur.
Bu tecellilere dair Hz. Pir Mevlana’nın Fihi ma fih’inde okumuştuk: “Sarayda bir rüzgar esse halının ucunu kaldırır, etraftaki çeri çöpü havalandırır, havuzun suyunu dalga dalga hareket ettirir, ağacın yapraklarını hareket ettirir. Bunların her biri değişik hallerdir ama sonuçta hepsi rüzgardan kaynaklanmıştır” diyor. Evet sonra da Mesnevi’de rüzgarı sivrisinek şikayet eder. Hz. Süleyman’a der ki; “Öyle kötü esiyor ki her seferinde beni titretiyor, öldürecek. Ne olur şuna rica et de biraz şiddetini azaltsın.” Hz. Süleyman da rüzgarı çağırır ve der ki “Niye korkutuyorsun sineği?” Rüzgar da cevap verir “Ben hiç farkında değilim, bana Allah es der eserim, o esnada önümde kim var, ne yapıyor? Bunları hiç fark etmem. Vazifem esmektir, eserim” der. O halde vazifesi esmek olanın karşısında sivrisinek olmamak lazımdır. Kuvvetli olmak gerekir. İşte kuvvet olması demek, şahsiyet kazanmak demektir. Nefsinin esiri olan insan her an yıkılmaya mahkumdur.
Böylesi bir şahsiyet ile terbiye zuhur edince gönülde bahar çiçekleri açsa gerek… Açmaz mı erenlerim… Hem o insandan öyle güzel kokular zuhur eder ki, kokusu cümle cihana yayılır. O, belki çok güzel olmayabilir ama kokusu dünyayı sarar. Tadı lezzet verir. Tıpkı Mecnun’un “Leyla çok çirkin niye ona bu kadar aşıksın kara kuru bir kız diyenlere, “Siz kadehle meşgulsünüz. Oysa ki ben içindeki şarabın güzelliğinden baş kaldıramıyorum” demesi gibi…
İşte gönlümün bu huzura, dünyanın böylesi huzur ehli insanlara o kadar ihtiyacı var ki… Tevhid ehli olmak gerek… Bunun olabilmesi için de gönül evinde insanın aşırılıklarını, putlarını, tutkularını yok etmesi gerek… İşte bu hal insan-ı kamilin yardımıyla yapılır. Kâmil İnsan Allah’ın manası olan nurunu gönlümüz içine aksettirir, o nur, kalp denen et parçasını gönül haline geçirir ve o gönül nurlanınca aklı harekete getirir ve hiçliğini idrak eden nefse itibar kalkar, var ruha itibar artar. Ruh aşikâr olunca vücudu terbiye etmeye başlar. İşte bu terbiye ediş insan gönlü içinde ilkbaharı uyandırır ve o zaman da huzurlu insanlar zuhur eder.
Ne diyelim böylesi hazreti insana tabi olana, izinden ve isrinden ayrılmayana aşk olsun, huu