Zikir Risâlesi

وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ وَتَبَتَّلْ اِلَيْهِ تَبْت۪يلاًۜ
… Rabbinin adını an, bütün benliğinle kendini O’na ver, her şeyden kesilip sırf O’na yönel! [73:8]

Besmele-i tuğrâ-yı kitâb-ı hakîm
Bâdî-i her hâtime-i müstakîm
Bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm

zikir_risalesi_2

Hayr eyler her ef’âl-i nihâyetini
Envâr-ı bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm
Her işlerin hüsn-i hıtâmına sebep
Mi’mâr-ı bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm

قالَ : حدَّثني أبي موسى بنُ جعفرٍ ، حدَّثني أبي جعفرُ ابنُ محمَّدٍ ، حدَّثني أبي محمَّدُ بنُ عليٍّ ، حدَّثني أبي عليُّ بنُ الحسينِ ، حدَّثني أبي الحسينُ بنُ عليٍّ ، حدَّثني عليُّ بنُ أبي طالبٍ _ رَضِيَ اللَّهُ عنهُ _ ؛ قالَ : قالَ رسولُ اللَّهِ _ صلَّى اللَّهُ عليهِ وسلَّمَ _ : ” يَقُولُ اللَّهُ _ تَعَالى  Ebû Nuaym, Hilye, 3, 224; Suyûtî, el-Câmiu’s-Sagîr:6048

لاَ إِلَهَ إلاَّ اللَّهُ حِصْنِي ، فمنْ دَخَلَهُ أَمِنَ عَذَابِي

Kudsî bir hadis-i şerîfte “Lâ ilâhe illallâh” inancı benim kalemdir. Her kim benim kaleme sığınırsa selâmette olur” buyrulmadı mı?

Bu kaleye giren, kalenin adını söylesin denmiyor. “Lâ ilâhe illâllah” kalesine (sağlam ve müstahkem yer, sarp, erişilmesi güç yer anlamına “hısn” kelimesine tercihen) girin buyruluyor. Kalenin adını söylemek kolaydır. Sen dille, “ben kaleye gittim” veya “İstanbul’a gittim” dersin. Eğer dille gidilebilseydi bir anda göğe ağar ve yere inerdim. Arş ve Kürsi’ye giderdim.

Şimdi sen otur da söyle: “O, tektir” diyorsun, o halde sen kimsin? Sen altı binden daha fazlasın! Sen de bir ol! Yoksa O’nun birliğinden sana ne? Sen yüz bin zerresin ki her zerrende bir heves, her zerrende bir hayal taşıyorsun. Ancak niyetiyle gönülden, aklı ile tam ve içten bir bağlılık gösteren cennete girer. Bunu yapabilen cennete girer, yarınki vaade hacet yoktur. Böylesini bulursan Cennetin ta kendisidir O.

Her kelime-i tevhîd, nefse atılan gösterişten uzak bir ok mesâbesindedir. “Lâ ilâhe illâllâh” içinde dudak harfi olmadığından riyası da yoktur. Dudak oynamaz, gayrıya gösteremezsin ki riyası olsun.

Gülbîn-i zikri diküb bâğ-ı dile
Gonca-i maksûdu var Hak’dan dile
Kalb ü ruha ver safâ tevhîd ile
Dermek istersen eğer irfan gülün

zikir_risalesi_1

Ey gönül cümle sivâdan pâk olup dergâha gel
Başla sağdan “Lâ ilâhe” solda “illâllah”a gel

Taliplerim! Gönül evini temiz tutun. Allah’ın ikramı çoktur, ümitvâr olun. O, kullarını tenhalarda ve gecelerde arar. Bizden sonra yerimiz boş kalmaz. İbadeti sırf Allah için, içten gelerek yapın. Ücret umarak gündelikçi olmayın. Sohbete devam edin. Allah için yakınlaşın, kış gibi soğuk olmayın. Gizli ve âşikâr yerlerde Allah’tan haşyet duyun. Az yiyin, az konuşun, az uyuyun. Açlıktan ölseniz bile şüpheli şeyleri yemeyin. Avamın arasına az karışın. Sır olun. İnsanların elindekilerden ümidinizi kesin. Yerilen sıfatlardan uzak durup kendinizi güzel sıfatlarla donatın. Aykırı bir görüşle kendinizi cemaatten ayrı bırakmayın. Yarenler! Söz uzar, zaman geçer. Hakk çağrısı minarelerden yankılanınca bu çağrıya kayıtsız olmayın.

Son nefesinden mukaddem nasihatları bunlar imiş… Dâmeninde misâfir olduğumuz Hacı Bayram-ı Veliyyullah sultanımızın mürşid-i kâmilleri, Şeyh Abdullah Hamîd-i Velî Hazretleri’nin (v. 1412), “Mü’minler somun!” hararetinde, insan pişirdiği  “Zikir Risâlesi” nâm eserini, Hak talibi dostların istifâdelerine sunarız.

ZİKİR RİSÂLESİ
Kim tâlibidir “illâ” rumûzun; varlık hicâbın “lâ” ile silsin

zikir_risalesi_3

Her şeyi baştan var edip sonra onu çağıran, her şeyi yaratıp yarattığını eşli kılan Allah’a hamd ü senâlar olsun. Hazret-i Allah vesikayı birleştirmek, şeyler arasında irtibat kurmak için insana has bir akıl verdi. Şeriatın hükümlerini bildirmek için Kur’an’ı indirdi. Kendine varan yolları tercih etsinler diye ilmi, faziletli kıldı, tarikatı seçsinler diye insanları ilimle üstün kıldı. Hakikati ortaya çıkarmak için insanlara anlayış ikrâm eyledi.

Yüce Allah, insanlara, her hal ve durumda; ayakteyken, otururken ve yanları üzerine yatarken zikretmelerini emretti. [3:191] Zikri emretmesi bir ömür boyunca, bir an dahi Rabbinin koyduğu emirlerden gâfil olmamaları için, sünnet üzre rükû ve secdelerini yaparak, sırat-ı müstakim olan bu yoldan ayrılmaksızın, huzur ve şuhûd halinde kemâle doğru ilerlemeleri içindir.

Yüce Allah’ın diğer ümmetleri arasından bize mahsus olmak üzere iman ve İslam ihsan ettiği için O’na hamd ü senalar eyler, öteki taifeleri arasında bizi imanın şubesi olan “zikir” üzere muvaffak kıldığı için hassaten şükrederiz.

O’nun Resûlü ve Habîbi, Adnan soyundan seçilen efendimiz Muhammed Mustafa’ya ﷺ âline, ashâbına, bir güzel hâl ile kıyâmete kadar onlara tâbi olanlara salât ve selâm eyleriz. İşbu salât ve selâmımız zaman var oldukça dâim olsun.

Hamd, senâ, salât ve selâmdan sonra deriz ki; bizim sülûkumuz (tutunup yürüdüğümüz yol) tarikat; tarikatımız da farzları, sünnet ve nafileleri ve şeriatın diğer vecibelerini eda ettikten sonra vakitleri “Lâ ilâhe illâllâh” cümlesini gizli-açık söylemek, zikr-i dâim’de olmak üzerine kurulmuştur. Bu vesileyle gece-gündüz, seferde-hazarda, tenhada-kalabalıkta vakitlerimizi, nefeslerimizi bu kelimenin zikri için harcarız. Doğrusu böyle olmak mühim bir hakikat, hakikatlarin de en doğrusu ve Allah’a en yakın olanıdır.

Muhabbet ile bağlanan zikir dinmez ve zikir ile bağlanan muhabbet zâil olmaz.

İmam Ebu Ali Dekkâk der ki: “Müridler, zikir yolundan daha doğru ve daha açık hiçbir yol tutmamıştır. Hiç kimse zikre devamdan başka bir yol ile Allah’a ulaşamaz.” Tarikat büyüklerinden Cüneyd-i Bağdadî der ki: “Zikir velayetin menşûrudur, fermânıdır. Kendisine zikir nasîb olan kimseye velâyet nasip olmuş demektir. Her kim de zikirden ayrılmış ise velayetten ayrılmış demektir.”

Peygamber Efendimiz(sav), Rabbinin şöyle buyurduğunu aktararak buyururlar ki: “La ilahe illallah benim kalemdir. Her kim benim kaleme girer ise benim azabımdan emin, güven içinde olur.” İslam’ın hücceti Ahmed b. Muhammed Gazali der ki: “La ilahe illallah, en büyük kaledir. O tevhid ilmidir. Onu elde eden ebedi mutluluğu elde eder. Onun gerisinde kalan ebedi bahtsızlığı ve daimi azaba dûçâr olur.

Yine Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Zikrin en faziletlisi La ilahe illallah’tır.” Bu zikirle ilgili olarak “La ilahe illallah” zikrindeki “Lâ” nefy ü inkârın sebeplerini, zikrin nasıl olacağını, kısımlarını, bir takım şartlarını ve edeplerini anlatmak gerekmektedir. Önceden söylediğimiz gibi bu zikir Allah’a giden yoldur. Mürid bu yola nasıl girmeli ki en kısa zamanda isteğini elde etsin? Müridin, sevgilisine – ki o sevgili açıkta ve gizlide Allah’tır- ulaşması nasıl olacaktır? Meşâyihin zikir olarak bu kelimeyi seçmesinin, bunu telkin etmesinin sebebi, telkinin şekli ve edebi nedir?

Burada yaratılmışların efendisi ve senedimiz Muhammed Mustafa’ya (sav) ulaşmamızın nasıl olacağı beyan edilecektir. Bil ki meşâyihin diğer zikirler arasından bu zikri seçmesinin bazı sebepleri vardır. Şöyle ki: Bu zikir, zikirlerin en faziletlisidir. Bunun faziletli olduğu meşhurdur.

Yâ Ali gözlerini kapa ve beni dinle sonra duyduğun o sesi aynen üç defa tekrar et, ben de senin sesini dinleyeyim buyurdu Yüce Sultân bunun üzerine gözlerini yumarak yüksek sesle üç defâ “Lâ ilâhe illâllâh” tâlim etti. Daha sonra Hz. Ali Efendimiz gözlerini yumdu ve yükses sesle üç defa “Lâ ilâhe illâllâh” ahz ü zikr eyledi. Mânâ Sultânı da Hz. Ali Efendimizi dinledi… [Müzekki’n-i Nüfus, vr 11b]

Hz. Allah, insanı kesîf ve latîf, ceset ve ruh, karanlık ve nur, suflî ve ulvî şeklinde birbirinden farklı iki nesneden yaratmıştır. Zikrin de böyle farklı iki şeyden oluşması gereklidir. Bu özellik sadece “La ilahe illallah” da bulunur. Hz. Allah, insanın kalbini iki parmağı arasında döndürdüğü bir konumda bulundurmaktadır. Kalbin döndürülmesi tencerenin kaynatılması gibi hatta ondan daha şiddetlidir. Tencerenin kaynaması şiddetlenince üst kısmında mutlaka köpük ve başka şeyler birikir. Tencerede bulunan şeyi yiyerek lezzetini tatmak isteyenin tencerede ne olduğunu bilmesi ve kaynayan nesnenin üzerinde toplanan gereksiz şeyleri atması îcâb eder. İşte ahireti isteyen mürid kalbini gözetlemez ve orada bulunan havâtırı yani Allah’tan başka düşünceleri atmazsa Allah’ın kalbe koyduğu ilimlerin tadını alamaz. Nefis de marifetlerin tadını alamaz. Peygamber Efendimiz (sav) buyurmuştur ki: “İlim onların kalplerindedir.”

Kalp, sultanlar için hazırlanmış dayalı döşeli, süslü bir ev gibidir. Gelip geçerken günler evin kirlerden arınmış olması pek zordur. Bu kirlenmenin bazı sebepleri vardır ki burası onların anlatılma yeri değildir. Mürid, bu evi temizlemek ve sultanın orada oturmasına elverişli hale getirmek görevi verilmiş bir kuldur. “La ilahe illallah” zikri o evi süpürme vasıtası gibidir. Bu ev bu temizleme vasıtasıyla temizlenmelidir ki ilahi nefhalar, melekler ve başka güzeller oraya yerleşip otursunlar.

Kalp, cila ile parlatılmış bir ayna gibidir. Aynanın cilasının ve parlaklığının tazelenmesi gerekir. Kalbin parlatılması Allah’ı zikretmekledir. Nitekim Abdullah b. Ömer’den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır “Her şeyin bir cilası vardır. Kalplerin cilası aziz ve celil olan Allah’ı zikretmektir.”

Hz. Allah, insanın ruhunu yarattığı zaman ruh, Hakk Te’alâ’nın yakınında idi. Rabbi zül Celal’den feyiz almakta idi. Hz. Hakk, bedeni yarattığı zaman ruha beden ile ilişki halinde olmasını emretti. Böylece bedenin terbiye edilmesi için Cenab-ı Hakk nefsinden bir âheng lutfetti. Ta ki beden Rabbin hizmetine elverişli hale gelsin ve O’na hizmet etmekle lezzetler aleminden bir tat alsın.

Bundan başka insanların ruhları, ruhlar âleminde Hakk Subhanehu ile beraberdir. Hz. Allah, ergenlik zamanına kadar bunu bedenlere unutturdu. Ergenlik zamanı Rabbin hizmetine elverişli olunan zamandır. Beden Rabbin hizmetine uygun olunca bir eğitici ve hatırlatıcı göndermiştir. Bu ya akıl ile ya kalbin marifetlere uyanması ile ya Rabbani ruhla ya da melekle olmaktadır. Artık ruh için şeyhlerin – Allah onlara rahmetiyle muamele etsin – farklı durumlarına göre ruhu terbiye etmesi gelmektedir. Böylece ruh uyanır, hatırlar ve görür ki Rabbinin civarından hayli uzak düşmüştür ve O’nu unuttuğu için beden perdesi ve bir takım hastalıklar ve fasit irade, Hakk’a karşı inat kazanmış bir duruma gelmiştir. Bu duruma gelmesinin bazı sebepleri vardır ki bunları burada anlatmak işi uzatır.

Meşayıh-ı kiram (k.s) hakikatin edasında bu yolun hekimleri olunca müridlerin hallerine göre “La ilahe illallah” zikrini muayyen dozlarda bir ilaç olarak verirler. Bu işi bildikleri bir takım sebeplere göre yaparlar ki burası bu sebeplerin anlatılacağı yer de değildir. Meşayıh bu ilacı müridlerin Allah’tan başkasını göz önünde bulundurmaktan dolayı gönlünde meydana gelen hakkı unutma hastalığını iyileştirmek için, gaflete iyi gelsin diye verirler.

Çünkü bu “La ilahe illallah” kelimesi nefy ü inkâr çiçeği ile ifadeyi olumluya çeviren ispat sarhoşluğunun bir araya gelmesiyle oluşan bir macundur. Buna göre “La ilahe illallah” kelimesinin başlangıcı olumsuzluk, küfür ve zehir; sonu ispat, iman ve panzehirdir. “La ilahe illallah” cümlesindeki “La ilahe” olumsuzluk kısmı, kalpte doğan hastalıkların nefsani belirtilerini yok eder. “illallah” ispatı ile kalbin sağlığı ve Rabden gayrisini anmaktan doğan hastalıktan selamet hâsıl olur. Böylece kalp, Hakk ile meşgul olmaya başlar. Nefsani bozukluk belirtilerinin başka sebepleri de vardır ki onları burada zikretmek işleri uzatır. Nefisteki bozukluk işaretleri yok olursa zikir bir takım işaretlerle sırlara ve sebeplere açılan yöne doğru gider. Böylece sevinç eksik olmaz. Aksi halde kışkırtmalar olur. Kışkırtmalar olunca kalem de yok olur, kâğıt da yok olur. Mücahade de bunun üzerinedir.

Zikrin Kısımları:

Zikrin kısımları meşayıha göre değişir. Avarif adlı eserin sahibi der ki: “Zikir dört kısımdır. Bunlar: Dil ile zikir, kalp ile zikir, sır ile zikir, ruh ile zikirdir.” Şüphesiz ki ruhun zikri, sırrın zikirden haberdar olmasıdır. Kalbin zikri, nefsin zikirden haberdar olmasıdır. Nefsin zikri O’nu görüp saygı göstermesi veya sevap istemesidir. Mürid, zikir ile makamlardan bir şeye ulaşır. Ehlullah katında insanlardan en aşağı seviyede olanı, zikri ortaya çıkarmak isteyen ve zikir ile Hakkın kendi üzerine iltifatını, teveccühünü arzu edendir.

Avarif adlı eserin sahibi şeyhin sözünün özü şudur: Kalbin zikri fiillerin zikridir. Sırrın zikri, sıfatların zikridir. Ruhun zikri, zâtın zikridir. Sanki bu ifadeyle fiillerin faniliği, sıfatların faniliği ve zatın faniliği gibi üç faniliğe işaret etmiştir. Tahkik ehli bazı kimseler ise zikrin altı kısım olduğunu söylemişlerdir. Bunlar: Zâhirin zikri, bâtının zikri, kalbin zikri, sırrın zikri, ruhun zikri, hâfinin zikri. Bu zikirlerden zâhir ve bâtının zikri, başlangıç durumda olan müridin zikridir. Kalbin ve sırrın zikri, orta derecede olan müridin zikridir. Ruhun ve hafinin zikri ise ileri seviye olan müridin zikridir. Bütün bu sözler birbirine yakındır. Zikir konusunda sözün özü şudur ki Hazreti Allah ile yakınlık kazanmak, halktan uzak olmaktır.

Zikrin Şartları Ve Edepleri:

Buraya kadar söylenenlerden sonra bilesin ki zikrin açık ve gizli şartları ve edepleri vardır. Bunlarla zikirden fayda hâsıl olur ve meyvesi ortaya çıkar. Bunlardan bazılarına işaret edeceğim.

1- Bütün günahlardan ve hatalardan tövbe etmek. Bu tövbe ya Allah’a niyetle olur ya da zahiri ve batını şeriat ile ve sıkı sıkıya takvaya bağlı olmakla süslenmiş bir mürşid-i kâmil tarafından yaptırılır. Tövbenin her şartı yerine getirilmelidir. Bu şartlar şöyledir:

  • Gusletmiş olmak,
  • Abdestli olmak,
  • Temiz elbise giymiş olmak,
  • Meleklerin, sekînenin ve ruhanîlerden sâlih olanlarının hazır bulunması için iyi kokulu buhur yakmış olmak.

2- Mürid, zikir yapmak istediği zaman Efendimiz Hz. Muhammed’e (sav) gizli olarak üç defa salâvat getirir ve şu duayı okur:

zikir_risalesi_4

“Fe in tevellev fe kul hasbiyallahu la ilahe illa hu, aleyhi tevekkeltüve hüve rabbül arşil azim. Rabbi euzu bike min hemezatişşeyatini ve vesaisihim ve hemzihim ve lemzihim ve nefhihim. Eyyühel cinnü inne beynena ve beyneküm le siaten fentaliku ila abedetil evsani vela tüzahimu ehlezzikri vel kur’ani bi hakkı seyyidina Muhammedinil meb’usi ilel insi ve’l can”

3- Şeyhinin suretini, kendi yüzünün hizasında hayal etmek. Ta ki şeyhi, zikir yolunda yoldaşı olsun.

4- Halk arasında denir ki: “Önce ustayı bul, sonra ev yaptır” ya da “Önce arkadaş bul sonra yola çık” Mürid, zikre başlarken kalbiyle şeyhinin himmetinden yardım istemelidir. En güzeli, zikre başlarken şeyhinin şeyhini anmalı ve yaptığı zikir ile şeyhlerini Allah’tan başkasını istemediğine şahit tutmalıdır. İhtiyaç duyduğu zaman şeyhini adıyla çağırmasında, şeyhinden istediği yardımın Peygamber Efendimizden (sav) yardım istemek olduğunu düşünmesinde “fezkuruni ezkurkum” fehvâsınca bir sakınca yoktur. Allah’ın izniyle bu yardım kendisine gelecektir. Şöyle ki: “Halkı arasında şeyh, ümmeti içinde peygamber gibidir:’

5- Zikir yaparken kalp ve dil arasında bir âheng olmalıdır, aynı ritmi vurmalı, mütereddit olmamalıdır.

6- Mürid, tam bir ihlâs ve doğruluk üzere olmalıdır. Böyle yapmadaki gaye zikrinde, diğer ibadetlerinde ve davranışlarında Allah’tan başkasını istememesi içindir.

7- Mürid, zikir sırasında gönlüne düşen şeyleri şeyhinden gizlememeli, gerçek hayatta (gündüz rüyası) ya da gece rüyasında gördüklerini de gizlememelidir. Manayı anlattıktan sonra gördüğü rüyanın yorumunu da şeyhinden istememelidir.

8- Zikir sırasında hareket halinde olmalıdır. Zikir ya vezinli, dengeli olarak yapılır ki bu da şöyledir: gözlerini kalbine dikerek, oradan ‘la’ kelimesini alır ‘ilahe’ kelimesi ile bunu başın arkaya çevirerek, geriye atar. Bu hareketi ile sanki kalbindeki masivayı, Allah’tan başkaya ait şeyleri oradan çıkarmış ve “La ilahe” diyerek sağ tarafından arkasına atmış olur. Ve sol tarafından “illallah” diyerek kalbini murakebe ile gayriyattan boşaltır. Artık kalbinde zikirden başka bir şeye yer vermez.

Eğer zikir hareketi dengeli değilse vezinsiz ise bu da şöyledir: nefs ile ceset, süt ile kaymağı, yağı gibi karışmış kabul edilir. Sütün her zerresinde mutlaka yağın, kaymağın bulunması gibi kendi benliğinde mutlaka kötü sıfatlar da güzel sıfatlar da bulunur. Sütün içinde bulunan kaymağı meydana çıkartmak için yayık nasıl kuvvetlice ve devamlı çalkalanırsa mürid de zikir sırasında uzunca bir süre sağa sola sallanmalıdır. Ta ki benliğinde bulunan güzel sıfatlar kötülüklerden arınıp ayrılsın.

Bu rumûzdan asıl manayı anla, itiraz etme. Aksi halde zevk ve mana ehlinin gönlüne senin itiraz şüphen doğar. Zevk ehline itiraz, insanı delalete götürür. Hakikat bilgisi ise Allah’tadır.

Hz. Ali medh ü sena ettiği bazı arkadaşlarını anlatırken şöyle demiştir: “Vallahi onlar Allah’ı zikrettikleri zaman rüzgarlı bir günde ağaçların salındığı gibi sallanırlar, gözlerinden yaşlar dökerlerdi.” Bazı arkadaşlarının da zikir ve itaatte gaflet içerisinde olduklarını söylemiştir. Hz. Ali Efendimizin (kv) bu sözlerinden zikirde sallanmanın caiz olduğu anlaşılmaktadır. “Sevdiğinin adı anıldığında depreşmeyen, hali, hareketi değişmeyen mürüvvetsizdir” buyruğu da mânâ Sultânına aittir.

İbadet nâmına dalgın oturma!
Çağırma, bağırma göğsüne vurma!
“Yâ Hû”, “yâ Hay” diye köpürüp durma,
Zikr-i Hak hazm için geviş değildir.

Mürid, zikir sırasında kendine değer verdiğini imâ eder bir hal görmekten sakınmalıdır. Bu büyük bir münafıklık ve büyük bir günahtır. Bilakis müridin zikir sırasında kendine bir coşku ve bu coşku halinin verdiği bir sarhoşluk, cezbe gelmesi durumunda kendini tam manasıyla tutması gerekir. Asla kendini değerli saymak gibi bir hayale kapılmamalıdır. Her kim böyle bir şeye meyleder ise bizden değildir. Her kim açıktan kendisine zahir olan şeyi konuşursa, “Ulvi veya sufli şöyle şöyle şeyler görünüyor.” derse “Bana rengârenk ve çeşitli nurlar görünüyor.” derse, eski tasavvuf şeyhlerine benzer şatahat türü bir şeyler söylerse, zikir sırasında bir takım şeyler söyler bağırıp çağırıp nara atarsa yahut peygamberimizin kılmış olduğu nafilelerden birini yapmak konusunda gevşeklik gösterip aldırış etmezse – ki bu nafileleri “Vasiyetim” kısmında söyleyeceğim – yahut zikir sırasında raks eder gibi oynarsa bunları yapan birisi tarafımızdan reddedilmiştir ve münafıktır. Biz böyle bir kimseden uzağız. O da bizden uzaktır. Bu yasaklardan birini yapan, bizim adımızı kullanıp yemin eden, bizim adımıza ortaya çıkan ve insanlardan maddi bir çıkar elde eden ve böylece geçimini sağlayan olursa bu kişinin konuşması da sağladığı menfaat de haramdır.

Zikir sırasında kuvvetli sallanmak helaldir. Sallanmak ayakta olabildiği gibi oturarak da olabilir.

9- Mürid, zikir meclislerinden asla uzak kalmamalıdır. Zira bereket ve rahmet, cema’at iledir. Müridler bir araya gelip halka oldukları zaman gür bir sesle ve güçlü bir hareketle zikir yapmalıdır. Böyle yapmak şeytanın vesvesesini, kalbe gelen zararlı düşünceleri uzaklaştırıp def eder. İslam’ın hücceti İmam Gazali (r.a) bir kişinin tek başına zikir yapması ile cemaat olarak zikir yapılmasını; tek bir müezzinin ezan okuması ile grup halinde müezzinlerin ezan okumalarına benzetmiştir. Nitekim grup halinde çıkarılan gür ses, tek başına bir kişinin sesinden daha fazla havayı kat edip daha uzağa gider. Bundan dolayı bir cemaatin tek kalp halinde zikretmesi daha evladır. Çünkü Allah, kalbi katılıkta taşa benzetmiştir. O şöyle buyurur: “(Ne var ki) bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha katıdır. (Varlığındaki Hakk’ı açığa çıkaramaz oldu) Çünkü taşlardan öylesi var ki içinden ırmaklar kaynar. Öyleleri de var ki çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah’ın haşyetinden düşerek aşağı yuvarlanır.” [2:74] Bilindiği gibi taşlar ancak şiddetli bir güç ile kırılır. Katılaşmış kalp de böyledir. Meşâyih (r.a.) demiştir ki: “Zikri kuvvetli ve şiddetli yapmak şarttır. Kuvvet ve şiddetin derecesi “Allah” lafzının kuvvetinin kalbe, kalpten bedenin diğer organlarına tesir edecek derecede olmalıdır. Zikirden murad edilen budur”

Şeyh Ebu’l Hasen Harakanî (k.s) hazretleri şöyle der: “Zikir ehli ‘Allah’ dediğinde cismi tepeden tırnağa titreyen adamdır. Eğer ‘Allah’ dediği zaman bu hal olmazsa o ehl-i zikirden sayılmaz. Zikrin sevap durumu da bu kuvvete göredir. Çünkü cemaatte zikir meydana getiren, bu hali kolaylaştıran bir kuvvet vardır.”

Zikirde sema hali, insanın iç dünyasındaki deruni kuvvet, müminlerin zikir sohbetleri ve daha pek çok meselenin anlatılmasına bu küçük risale yetmez…

Vasiyetim

Dostlarıma ve yolumuza girenlere vasiyetimdir:

1- Gizli, açık tüm hallerinde Allah’tan sakınsınlar.
2- Az yiyip az konuşsunlar.
3- Avam (halk) arasına az karışsınlar.
4- Daima şehvetten uzak dursunlar.
5- İnsanların ellerinde bulunanlardan ümidi kessinler.
6- Bütün kötü sıfatları, yerilen huyları (ahlak-ı zemime) terk etsinler, övülen güzel huylarla (ahlak-i hamide) kendilerini süslesinler.
7- Şiir ve şarkı dinlemekten kaçınsınlar.
8- Düşüncelerinde dayatmacı, ön yargılı olmasınlar.
9- Açlıktan ölseler bile şüpheli hiçbir şeyi yemesinler.
10-Sünnet olan namazlara devam etsinler.
• Özellikle sabah namazının iki rekât sünneti
• İki rekât işrak namazı
• Altı rekat kuşluk, duha namazı
• Öğlenin farzından önce dört, farzından sonra dört rekât sünneti
• İkindinin farzından önce dört rekat sünneti
• Akşamın farzından sonra iki rekât sünneti
• Akşamın farzından sonra kılınan altı rekât evvâbîn adı verilen namazı
• Geceyi ihya niyyetiyle on iki rekât namazı
• Yatsının farzından önce dört, farzından sonra dört rekât sünneti
• Vitir namazından sonra oturarak kılınan iki rekât namaz. Bu namazın birinci rekatında “İza zülzilet” ikinci rekatında “Kul ya eyyühel kafirun” suresi okunur
• On iki rekât teheccüd namazı
• Her Cuma gecesi veya günü tesbih namazı.

Mürid, bu ibadetleri evrad bilip ömür boyunca terk etmemelidir. Herhangi bir sebeple bunlardan bazısını kılamazsa bir hafta sonra da olsa hatırladığı zaman kılmalıdır.

11- Her gün bir günlük kaza namazı kılmalıdır.

Bunlar bir müridin namaz olarak kılması gereken asgarî miktarlardır.

Oruç olarak yapması gereken asgarî miktar ise:
1- Pazartesi ve Perşembe günleri
2- “Eyyam-ı Biyz” denilen her hicri ayın 13, 14 ve 15. Günleri
3- Şevval ayından altı gün
4- Zilhicce ayının ilk on günü
5- Muharrem ayının ilk on günü
6- Muharrem ve Şaban aylarının çoğunu oruçlu geçirmelidir.

Oruç ibadetinin en çoğu ise Davud’un (a.s) orucudur ki bir gün iftar edip bir gün oruçlu olmaktır. Gücü yetse de mürid bundan fazlasını yapmaz.

Kur’an okumaya gelince:
1- Her gün gündüz vakti Kur’andan yüz ayeti, ayrıca günün evvelinde Yasin Suresini okur. Bunu yapanın hacetleri yerine gelir.
2- Her gece “Elif, Lam, Mim” ile başlayan Secde Suresini, Yasin Suresini, Duhan, Vakıa ve Tebâreke Surelerini okur.

Gece okuması gereken bu surelerden birini okuyamazsa gündüz kaza ederek okur.

Zikirler:
• Yüz defa “La ilahe illallahu vandehu la şerikeleh, lehül mülkü ve lehul hamdü yuhyi ve yumit ve hüve ala külli şey’in kadir”
• Yüz defa “Rabbiğfirli ve tüb aleyye, inneke entettevvabur rahim.” (Ey Rabbim! Beni bağışla. Tövbemi kabul eyle. Çünkü sen tövbeleri kabul eden, merhamet sahibisin)
• Yüz defa Peygamberimiz Efendimize sallallahu aleyhi ve selleme salâvat.
• Yüz defa “Ve subhanallahi vel hamdu lillahi, vela ilahe illallahu vallahu ekber.” • Yüz defa “Vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim. Ve etübü ileyhi la melcae vela mencae minallahi illa ileyh. (Allah’tan başka, masiyetten koruyacak güç ve ibadete yöneltecek kuvvet sahibi yoktur. Ben O’na tövbe ediyorum. Kurtuluş O’na sığınmaktadır.)
• Yüz defa “Subhanallahi ve bihamdihi. Subhanallahil azimi estağfirullahil azimi ve etûbu ileyh.”
• Yüz defa “Subhanallah”
• Yüz defa “El hamdu lillah”
• Yüz defa “La ilahe illallah”
• Yüz defa “Allahuekber”
• Yüz defa yatakta oturur vaziyette, ölüm döşeğindeymişçesine “İhlas Suresi”
• Her namazdan sonra yirmi beş defa “Subhanallah” Yirmi beş defa “Elhamdulillah” Yirmi beş defa “Allahuekber”
• Her Cuma günü ve gecesi Peygamber Efendimize (sav) bin defa salâvat.

Dualar:
Duaların en güzeli bizim iyiliğimiz için Allah tarafından Peygamber Efendimiz’in (sav)) fem-i saaadetleri vasıtasıyla indirilen kelâm-ı kadîm olan Kur’andır. Sonra sahih senetlerle gelen altı hadis kitabındaki hadislerde bildirilen dualardır. Nitekim “Silâhu’l Mürîdîn” isimli eserimizde güzel bir tertiple bu dualar bildirilmiştir. Bunlardan sonra mürid daha ziyadesini talep ederse büyük şeyhlerin bildirdiği dualarla dua eder. İşte benim vasiyetini budur. Kelâmın hayırlısı, kelimesi az, mânâsı çok, ifadesi güzel olanıdır. Allah, bizleri bu emirlerle amel etmek nimetiyle rızıklandırsın. O hakkıyla işiten ve duaları kabul edendir. İşin başında ve sonunda hamd ve sena O’nadır. Güç ve kuvvet ancak yüce ve ulu Allah’ın yardımıyladır.

Tac ve Hırkanın Tefsiri

Tac, cennette müminlerin giyeceği taca işarettir ve cennet giysilerinden bir giysidir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Tac, Allah tarafından indirilmiştir!”

Bahsi geçen tac, Hz. Peygamberin tacıyla alakası olan tacdır. Bir kimsenin başına mürşid, halife veya salih bir kimse tarafından bir tac konursa bu tac, kıyamet gününde o kimsenin başında bir nur olacaktır. Çünkü o tac Allah’tan inmiştir. Bu sözün manası, “Bu tac, Allah’ın kudretindendir.” demektir.

Tac, türbe işaretidir. Tac sahibi, ölü gibidir. Tacı giyen kimse ölüdür. Yani nefsi ölüdür. Nefsi ölen tac sahibi kimse sadık bir velidir. Tac giyen kimsenin tüm insanlara karşı cevabı olmaz. Sövene sövmez, vurana vurmaz. Böylesi tac sahibi olan insanın tacı, sahibinin üzerinde nurdan bir dağdır. Yüce Allah buyuruyor ki: “Tur’a (Sinâ Dağı’nda Hz. Musa’nın karşılaştığı hakikate) ve satır satır yazılmış kitaba andolsun…” [52:1-2]

Ayetteki “vav” harfi tacın çevresine sarılan sarığa işarettir. “Elif” harfi tacın gücüne ve dünyayı terk etmeye işarettir. “Lam” harfi tacın sarığının uzunluğuna işarettir. Tac, kıyamet gününde sahibinin başında nurdan bir tac olacaktır. Tac sahibi cennete girdiğinde de bu hal üzere olacaktır.

Hırkanın Beyânı

Hırka, Resul-u Ekrem Efendimizin ve bütün peygamberlerin hırkasına işarettir. Hırkayı giyenin, halktan hiç kimseye sözü olmaz. Cümle halk, hırka sahibi katında kardeştir, yetmiş iki millete bir gözle bakar. Tac ve hırka, sahibinin üzerinde zabıta görevi yapar. Bu kimse günah olan bir şeye yönelse hırka, onu giyenin bedeninde koruma görevi yapar. Böylece hırka sahibi günahtan iyiliğe döner. Çünkü hırka giyen, ilk olarak insanlara karşı, ikinci olarak Allah’a karşı utanma giysisi, ar libâsı giyer.

Ey fakirler! Hırka giyiniz. Çünkü kıyamet gününde hırka, sahibinin bedeninde cennet hullelerinden bir giysi olacaktır. Hırkayı giyenler sükûnet, vakar ve itaat üzere giyerler. Hırka giyen itaat üzere olmazsa, hırka, sahibinin başında ateş ve cehennem giysilerinden katrandan bir giysi olur. Allah’a sığınırız…

Ey Hakk’ın âşık kulu tevhîde gel tevhîde
Tevhîddir Hakk’ın yolu tevhîde gel tevhîde

Mâsivâyı sildirir illâllâh’ı bildirir
Nûr-ı Hakk’ı buldurur tevhîde gel tevhîde

Nûrlar dolar her taraf yüz gösterir “men ‘aref”
Hak olur dilde hedef tevhîde gel tevhîde

37. Mektup

37. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların otuzyedincisidir.

1mursidinmektuplari

Elhamdülillah Rabbi’l-âlemin. Yâ Erhamu’r-rahimîn, bizleri seninle işiten, seninle gören, seninle konuşan, seninle yürüyen, her amelini seninle işleyen, cüz’î iradesini aldığın, külli iradenin cazibesiyle üzerinde tasarrufta bulunduğun kullarından eyle.Vessalât ü vesselâmu alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmain. Yâ Rabbî, Resülullah Efendimiz’in nuruyla ve ruhuyla bizleri hem-dem eyle. Efendimiz’in muhabbetini kalblerimizde müzdâd eyle. Salâvât-ı şerîfenin sırrına bizleri lâyık eyle. Şefaat-i Muhammediye’ye ve ahlâk-ı Muhammedîye’ye bizleri muvaffak eyle. Efendimiz’in şikâyetinden bizleri hıfz u emin eyle. Âmin. 

Esselâmu aleyküm ve rahmetullahî Şeyh Tûtî İhsan Efendi.

Cenâb-ı Hakk sıhhat ve afiyette dâim eylesin. Evliyâullah yolunun her ahkâmı ve âdâbı muhakkak bir müşahedenin eseridir. Eserden müessire yol bulunur. Cihaz-ı tarîk(tarîkatta tekbirlenen yahut kullanılagelen derviş çeyizleri) aynı şekilde belli hikmetlere ve mânâya işaret eder. Daha evvelki mektûblarımızda lâzım olan kısmını size beyân etmiştik. Hem derviş çeyizleri hakkında hem de dervişlerin lîsanı hakkında yazmış olduğum mektûbları tekrar mütalaa ederseniz bu malûmatı orada bulabilirsiniz. Gerçi hayatınızda zaten bu ahkâm ve âdâb üzre yaşadığınız için artık satırlara da muhtaç değilsiniz ya, neyse. Şimdi size tâc-ı şerif tekbirlenmesi hasebiyle tâc ve hırka hakkında ma’lûmat arzedeceğim.

Şeyh Tûtî İhsan Efendi, Efendimiz(sav) evvelce söylediğim gibi beş renk üzre destar kuşanmışlardır. Ekseriyetle beyaz ve yeşil sarık kullanmışlardır. Nadiren sarı, birisi Hayber’in fethinde olmak üzere iki kere kırmızı, Mekke-i Mükerreme’nin fethinde ise siyah sarık kuşanmışlardır. Evliyâullah hazerâtı nefis ve esmâ mertebelerine göre başlarına giydikleri tacın renkleri hususunda ictihad etmişler yahut emr-i manevî ile bu renklerden birine ihtiyar etmişlerdir. Hemen hemen cümle tariklerde yeşil sarık kullanılmıştır. Düssûki tarîkinde sarı, Sadiyye tarîkinde beyaz, Rıfaiyye’nin de birçok kolunda siyah destar mevcuddur. Yeşil sarık üç yüzden fazla tarîkin rengi olmuştur. Bize tekbirlenen tâc-ı şerif dahî hem tepesi yeşildir, hem destarı yeşildir ve yine hemen hemen cümle tarîklerde Cüneydiyye tarzında destar sarılması âdet olmuştur. Hazret-i Cüneyd-i Bağdadî Efendimiz’e nisbet edilen bu tarz sarık sarmanın şöyle bir menkıbesi vardır. Hazret-i seyyidü’t-taife şeyh-i ins ü cin Cüneyd-i Bağdadî Efendimiz büyük bir cemaate va’z ediyormuş. Hakk’a teslim olmaktan, nefsini teslim almaktan, ümit ve korkudan hâli olmaktan(âzâd olup kurtulmaktan) bahsediyormuş. Bu sırada ejderha misilli dev bir yılan peydah olmuş ve kürsünün önünde Hazret-i Şeyh’in karşısında dikilivermiş. Bu acayip manzarayı gören halk dehşete kapılarak kaçışmaya başlamış. Bu sırada o dev yılan Hazret-i Cüneyd’e ya hal ile ya da kal ile: “Halka teslimiyetten bahsediyorsun, korkudan halâs olmayı sâlik veriyorsun, şimdi ne yapacaksın?” demiş. Hazret-i Şeyh de “Benim tevekkülüm ve teslimiyetim Allah’adır. Sen O’nun âciz mahlûkatından birisin. O dilerse kuluna istediğini yapar. Cenâb-ı Hakk’ı zikretmekten bir an bile ayrılmamışam. O ister lütfeder ister kahreder. Ben emrine râm olmuşam.” deyince yılan Hazret-i Şeyh’in önünde cansız bir ip haline dönüştü. Hazret-i Pîr bunun üzerine halka nida etmiş: “Ey halk, ey insanlar nereye kaçıyorsunuz? Az evvel size teslimiyeti ve Hak Teâlâ’ya rağbeti anlatmadım mı? Dönün gelin, sohbete devam edelim.” buyurmuş ve o yılanı almış, başının üzerine sarmış. Yılanın başını da en alttan çıkarıp baş aşağı sarkıtmış. İşte bu nev’î sarılan sarıklar Cüneydî tesmiye(isimlendirilir) olur. Yani ejderha gibi olan nefsimi nefs-i Muhammedi’de yok ettim. Kendi bedenimi ve nefsimi bu dünya hayatında kendi ruhuma kefen ettim. Allah Teâlâ’dan başka korkuyu başımdan def ettim, gönlümle reddettim hikmetine işaret eder. Rengin yeşil olması “hû makamı”nda karar kıldığına, aşk-ı ilâhî üzre yaşadığına işarettir. Tâc-ı şerîfin tepesinin yeşil olması cennetteki ravzalara ve Firdevs-i alâ’ya, Sûre-i Rahman’daki “müdhâmetan” sırrına ve nur-i Muhammedi’nin bu âleme menba’ oluşuna işarettir. Ayrıca yeşil sarığı Efendimiz’in soyundan gelen zâtlar kuşanır. Bu cihetle tâc-ı şerîf tekbirlenen kişi Efendimiz’in dölünden olmasa da yolundan geldiği için evlâd-ı Muhammed mesabesindedir. Zîrâ yoldan gelmek daha önemlidir. Bir adamın dedesi mimar diye torununa gel şu camiyi i’mar et, senin deden de mimardı denir mi? Yahut bir kişinin babası hekîm olsa sen hekîm oğlusun, şu hastalığı tedavi et, cerrahi müdahalede bulun diye teklif edilir mi? Aynen bunun gibi. Güzel nesilden gelen kişide kabiliyet olabilir. Fakat bu aynı zamanda büyük mes’uliyettir. O nesilden gelir ve o yoldan feyiz alırsa ne âlâ amma o nesilden gelir ve feyiz almadan sadece nesliyle övünürse ne edna(ne büyük düşüklük ve ne büyük alçaklık).
[audio http://semazen-doc.com/mestmp3/13-dervislik.mp3]

Tâc-ı şerîf, Muhammedü’r-resûlullah kelimesine işarettir. Bu kişi Resûlullah Efendimiz’in ahlâkını irşada memur ve Resûlullah taliblerine hizmete me’zundur demektir. Şeriat, tarikat, hakîkat ve ma’rifet kapılarından geçmiş ve müşahede etmiş demektir. Allah Teâlâ’nın emirlerine hakkıyla itaat eder, nehiylerinden korunmak için gayret eder ve insanlara Allah’ın emir ve nehiylerini en güzel şekilde tebliğ eder demektir. Kendisine tâc tekbirlenen kişi “ölmeden evvel ölmek” sırrına mazhar olmuş, dört kitabın mânâsı ve bu âlemin muhtevası tevhîdi başına tâc etmiş demektir. Tâcı giyen kişi nefsini tezkiye etmiş, kalbini tasfiye etmiş, ruhunu tahliyeye muvaffak olmuş, cüz’î iradesini küllî iradeye, ilme’l-yakîn îmânını hakke’l-yakîne tebdil etmiş demektir. Tâc-ı şerîf ve hırkasıyla kişi aynı zamanda bir kabir taşı gibidir. Seneler evvel İstanbul’u ziyaretimde Üsküdar’da Minkarizâde Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin türbesinde şu ibareyi görmüştüm: “İza tehayyartüm fi’l-umûri ve’ste’înû min’ehlil-kubûr” (Herhangi bir işte hangisini yapacağım diye tercihte bulunamazsanız kabir ehlinden yardım isteyiniz.) Şunu demek isterim: Yani bu zâtlar nefislerini öldürerek âdetâ kabirlerini sırtlarına almış, insanlar arasında bînefis dolaşmaktadırlar. Kendilerine müracaat olundukta nefsaniyetle konuşmazlar. Hak nâmına onlara tavsiyede bulunurlar. Ve yine onlara verilen sır sadırlarında, içlerinde, göğüslerinde saklı kalır. îfşâatta bulunmazlar. “Sudûru’l-ebrar, kubûru’l-esrar” demişler. Yani ariflerin ve sâlih kimselerin kalbleri sırların kabirleridir. İşte bu sözde ifade edilen hal üzre insanlara muavanette ve muamelede bulunurlar. Bir mühim mes’ele de şudur ki; tâc-ı hırkaya bürünen bu zevât kendilerine hakaret edilse de, incitecek hareketlere ma’rûz kalsalar da kabir gibidirler. Asla incinmez, hakarete ma’rûz kalsalar da, anlayışsızlık görseler de tekrar müracaat edildiğinde aynı şevk ve gayretle ricayı kabul ederler. Ölüm bir vücûdda tam olarak vuku’ bulduğunda o beden kabre konur. Buna göre tâc-ı hırka giyen sâlik, biatıyla evvelce doğduğu âhiret âlemine tam şekilde intikal etti, artık asla bu âlemde varlık iddiasında bulunmadan kemâl mertebesinde nefsini tezkiye etti demektir. Hırkanın rengi ekseriya siyahtır. Siyah renksizlik demektir. Şeyh efendinin siyah hırka giymesi bedeniyle hizmet ederken aradan kendisini çıkarttığına işarettir. Hak için hizmet ettiğine ve vücûdunu Hak’ta ifnâ ettiğine işarettir. Bu cihetle, öyle bir kimseye rağbet Hakk’a rağbet ve hakikate yönelmek makamındadır.

Muhterem Şeyh Tûtî İhsan Efendi, tâc-ı şerifin ve hırkanın bu nev’înin daha pek çok hikmete işaret eden remizleri vardır. Lâkin dikkat buyurduysanız buraya kadar anlattıklarım halden ibarettir. Her ne kadar kâl ile anlatılsa da hale işaret etmektedir. Bir kişi böyle bir kisveye nâil olur da mucibince amel edemezse… Ah evlâdım, işte bu çok ağır bir mesuliyettir. Zaten tâc-ı şerifin kendisi emanettir. Her emanet beraberinde riayeti ve mes’uliyeti getirir. Şeyh efendi göçtükten sonra tâcı alınıp pir türbesine yahut ona hilafeti veren zâtın yanına gönderilir. Başka bir şeyh efendi namzetinin başına konulmak üzere bekletilir. Yeni gelen kişi giyse ve sonra o da göçse onun başından alınır, bir başka kişi için bekletilir. Bu dahî göstermektedir ki tacın sahibi asla giyen kişi değildir. Onda tasarrufta bulunan yolun maneviyatı ve pîrin kendisidir.

İhsan Efendi oğlum, dervişlik olaydı tâc ile hırka, biz de alırdık otuza kırka demişler. Şeyhim tâc ve hırka giydirdikten sonra fakîri karşısına almış ve şöyle demişti: “Evlâdım, biz senin zahirini süsledik. İnşâallah Cenâb-ı Hakk da bâtınını süslesin ve ziynetlendirsin. Ölüme râzı ol amma bu kisve-i Muhammedîye’ye ve yolunda tekbirlenen bu elbiseye toz kondurma. Sakın kendini kâmil menzilinde sanma, ben sana mürşid-i kâmil kisvesini giydirdim ve bunu mânevi emirle ifâ eyledim. İş bizden çıktı, şimdi yük senin omuzlarında, artık sen kâmil olmaya çalış. Cenâb-ı Hakk mübarek eylesin.” Bendeniz o tâcın altında âdetâ ezildim. Hak ile yeksân oldum(yerle bir oldum). Şimdi bu sözleri sana söylenilmiş gibi kabul et. Tâc giymek, hiç kimseye kahr-ı nazar etmeden cân ü başla hizmet etmek demektir. Eskisinden daha halim ol. Çok daha fazla hâdim ol. Kullara şefkatle muamelede bulun, merhametle nazar kıl. Tâc u hırkanla övünme. Her makamın kendine ait putu vardır. Kendini hep huzurda yani huzur-i ilâhîye de muhabbet üzre kâim bil. Hacca giderken malumundur, harem hudutlarına girilince kişi her şeyinden soyunur. İki parça beze bürünür. Kılını bile koparamaz. Harem hudutlarında ufacık bir otu bile çekip koparamaz. Sineği bile incitemez. İşte tâc u hırkaya nâil olmak mâsivadan soyunmaya işaret ve Hak Teâlâ’nın haremine mahrem olmak demektir. Nerde kaldı insanlara karşı böbürlenmek, henüz ilk esmada olan dervişe kibirle muamele etmek yahut gayret eden muhîblere külhanbeyi gibi konuşmak. Zamâne dervişlerine bakıyorum, sonra da diyorum ki iyi ki uzlet etmişim. Müsaade olunsa kılıcı elime alacağım, en önce halîfeyim diye ortada dolaşan, kalblerindeki ve beyinlerindeki necâseti tâc-ı şerif ve hırkayla örtmeye çalışan o kabakları bir bir budayacağım. Zarif olacağına kaba, halîm selîm olacağına gadaplı, elinden dilinden emin olunacak yerde de ihanette olan bir alay koca sarıklı var. Zaten işin resminde kalan ulemâ tasavvuf ve tarikatlara düşmanlık için bahane ararken tam da onlara malzeme oluyorlar. Bu fodulları gören ulemâ pîr yoluna ve ehl-i tarîke hakaret ediyorlar. Yahû, başına tâc giydirildiği halde daha okuduğu evrâdın mânâsını bile merak edip öğrenmeyen cahil herifler var. Bir de teslimiyetten dem vuruyorlar. Hani şeyhi söylememiş, o sebebden mânâsını okumamış, öğrenmemiş. Cehaletlerini de hem şeyhlerine hem de teslimiyete yüklüyorlar. A ahmak herif, pekâlâ sen madem şeyhin sözünden çıkmıyorsun, sana söylenmeden bir şey yapmıyorsun, peki mâlâyâni konuşmak ve elâlemin gıybetini yapmak şeyhinin emriyle mi? İnsanlara kahr u nazar etmek, külhanbeyi gibi dayılanmak sana hangi pirden emanet? Ne yolun âdabını bilirsin, ne ahkâmıyla amel edersin. Âyetten sorulsa, hadîs-i şeriften suâl edilse bilmiyorum dahî demez; “Bize bunlar lâzım değil, biz zaten pirimizden almışız.” diye pîrine de iftira edersin. Ümmî desen ümmî değil, meczub desen meczub değil, kendince bir bahanesi var amma onu dile getiremez, söyleyemez. İçinden şöyle der: “Ben bu hal üzre devam ederken şeyhim bana tâc ve hırka giydirmiş. Bu kadar esmâ’ı da telkin eylemiş. Demek ki benden memnunlar, ben aynen devam edeyim.” Sadrında sakladığı işte bu kötü niyettir. Evet, doğrudur, pîrin dervişleri bir vücûddur. Bu hakîkati bir yerlerden duymuş fakat mânâyı anlamamıştır. Bu nev’î çirkin halleri utanmadan yapıp sonra kendisini o vücûda isnad edenler bilsinler ki vücûdun belden aşağısına mensubdurlar. Belden aşağı vücûdda bulunmak onları memnun ediyorsa mübarek bir maba’d olarak kalabilirler. Amma sakın kendilerini belden yukarıya yani hazret-i insan olan zâtlara nisbet etmesinler. Vücûdun neresine ait olduklarını fehmedip, eğer zerre kadar irfanları varsa tövbe etsinler. Bu mânâ sahnesinde çirkinlikleri sergileyen bedbahtlardan olmasınlar.

Şeyh İhsan Efendi, nasıl olsa tâc ve hırka giydiniz diye size birçok insan iltifatta ve rağbette bulunacaktır. Amma bu söylediklerimi belki size söylemeye kimse cesaret edemeyecektir. Pirimin izniyle ve şeyhimin verdiği salahiyetle konuşuyorum. Sözlerime çok dikkat et. Geçmişte ve günümüzde tarikatlara en büyük tahribatı “oldum” diyenler yapmıştır. Bunu sakın unutma. Böyle olmuş! olmaktansa ham kalmayı tercih ederiz. Cenab-ı Hakk sizi giydirilen ve tekbirlenen kisve-i Muhammedi’nin ahlakına muvaffak eylesin. Mes’uliyetinizi idrak ederek ve mensubu olduğunuz pirinizi daima murakabe ederek hadim olunuz. Cenab-ı Hakk sizi benliğe düşmekten ve malayani ile uğraşmaktan muhafaza eylesin. Etrafına hep nur-i Muhammediye’yi yayan ve ahlak-ı Muhammedi’yi neşreden kullardan eylesin. Sizi bu kisveyle hem Hakkın gem de halkın şikayetinden, pirin huzurundan tard eylemesinden muhafaza eylesin. Sizden evvelli meşayih-i kirâm hazerâtının ruhlarını sizden hoşnud u râzı eylesin ve bu zatlara sizi hayrü’l halef eylesin. Dua ve niyazlarımızın kabulü içün, pirimin sırrıyla… el-Fatihâ.

38. mektupta buluşmak üzere…

İsm-i Celal Okumak

İSM-İ CELÂL OKUMAK

Allah, Allah, bu ne muhteşem bir isimdir. Gönül virdi ve canın muhafazası ancak bu isimledir. Bu yüce isimden nasibi olan kimsenin hissesi memnuniyettir. Bu ismin mânâsını halktan ve şeytandan sorma. ‘Allah de, sonra onları bırak!’ (En’âm, 6/91) âyetinden sor. Bu hâl mânâ ehli indinde tamam olur. “Hasbiyallah, Allah bana yeter!” bu dâvanın şahididir.

Ahmed Eflâkî, Menâkıbü’l-Ârifîn’de Mevlânâ’ya ‘sizin yolunuz nasıldır?’ diye sorulduğu zaman ‘Bizim zikrimiz Allah, Allah, Allah’tır, Biz Allah’a aitiz, Allah’tan geldik yine Allah’a gidiyoruz’ diye cevap verdiğini aktarmaktadır. Menkıbe şu şekildedir:

Bir gün Muîneddin Pervâne Mevlânâ’dan; ‘Bütün geçmiş şeyhlerden her birinin “Lâ ilâhe illallah” gibi bir virdi ve zikri vardır. Meselâ Türkistan dervişleri “Hûu” “Hûu” demişler. Bazıları, “illallah”, zâhidlerden bazıları da “lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l- azîm”, bazıları da “estağfirullah el-azîm”, bazıları “sübhânallah” ve “elhamdülillah”, “sübhânallahi’l-azîm ve bihamdihî” demişler ve bunu yüz kere tekrar etmişlerdir. “Efendimizin zikri nedir?” diye sordular. Bunun üzerine Mevlânâ, “Bizim zikrimiz “Allah.. Allah.. Allah’tır” Biz Allah’a aitiz, Allah’tan geldik yine Allah’a gidiyoruz!” buyurdu. Nitekim babam Bahâeddin Veled (k.s.) dâimâ Hak’tan işitiyor ve söylüyordu, sürekli Hakk’ı zikredici idi. Çünkü Cenâb-ı Hak peygamberlerin ve velîlerin hepsine husûsî bir isimle tecellî etmiştir. Biz Muhammedîlerin tecellîsi ise, “Allah” ismi iledir. Çünkü o ism-i câmîdir.

Kösec Ahmed Dede’ye göre de; “Hz. Mevlânâ muhabbet-i zâtiyye’nin mazharı ve cezbe-i ehadiyye’nin menbaı olduklarından ism-i zât ile iştigal eder ve müritlerine de bunu telkin eylerdi”. Yine Eflâkî, başka bir rivayette, “Mevlânâ’nın uzun gecelerde dâima Allah, Allah diye zikrettiği, başını medresenin duvarına koyarak yaptığı bu İsm-i Celâl zikrinin coşkusuyla her taraf dolduğunu” anlatır. Gelenekten gelen bu ve benzeri bilgiler neticesindedir ki, Mevlevîlerin seyr-i sülûkü İsm-i Celâl iledir. Buna sebep olarak da şöyle bir rivayet olduğu ifade edilmektedir:

Cüneyd-i Bağdadî bir gün dayısı ve şeyhi olan Seriyy-i Sakatî’nin yanına girmiş. Allah, Allah diye zikrettiğini görmüş. “Lâ ilahe illallah” zikirlerin efdali olduğu halde siz ne için Allah, Allah diye zikrediyorsunuz diye sormuş. Seriyy-i Sakatî de: “Oğlum demiş, yahut Lâ ilahe deyip de İllallah demeye vakit bulamaksızın ölmekten korkuyorum da onun için Allah diyorum” diye cevap vermiş. İşte bundan dolayı Mevlevîlikte İsm-i Celâl umûmî zikir olarak kabul edilmiştir. Zât ismi olan Allah lafzının, bütün isimleri ve sıfatları kendinde toplaması, her muradın Allah ismiyle hâsıl olması da, Mevlevîlikte zikrin bu isme has kılınmasının bir başka sebebidir.

Aşçı İbrâhim Dede hatıralarında Mevlevîlikte seyr-i sülûkün İsm-i Celâl ile oluşu ve başta Nakşîlik ile olan benzerliklerine şöyle işaret etmektedir:

Tarîk-i aliyye-i Mevleviyye ile tarîk-i aliyye-i Nakşbendiyye’nin min ciheti’s-sülûk sâlikâna talim olunan zikr-i şerîf, İsm-i Celâl’dir. Sair turuk-ı aliyyede evvelâ sair esmâ-yı ilâhiyye tâlim olunup nihayette İsm-i Celâl tâlim ederler. Yâni sâir turuk-ı aliyyenin min ciheti’s-sülûk intihası, tarîk-i Mevleviyye ve Nakşbendiyye’nin ibtidâsıdır. Yâni bunlarda İsm-i Celâl’den başka esmâ-yı ilâhiyye tâlim ve i’tâ olunmaz. Ve bu iki tarîk-i aliyyede İsm-i Celâl ile meşgul olunur.

Aşçı Ibrâhim Dede, İsm-i Celâl’e devamı zaman ve mekân boyutu ile bu zikrin yapılış keyfiyeti hakkında da şu bilgileri vermektedir:

Yâni âdet ve vakit tâyin olunmayıp boş kaldıkça geşt ü güzârda dahi kalbî ve hafi olarak İsm-i Celâl’e müdavim olur. Ancak yirmi dört saatte bir kere ve bu yirmi dört saatin ibtidâsı nısf-ı leylden îtibâr olunup gelecek nısf-ı leyle kadar müddeti vardır. Bu müddet zarfında her ne vakit ve her ne saatte mümkün ise kıbleye müteveccihen kemâl-i huzûr ve huşû ile eûzü-besmeleden sonra cehren yâni kendisi istimâ edecek kadar savtını ref’ ile lâ-ekal altmış altı kere ki Ism-i Celâl’in ebced hesâbıyla adedi bu kadardır veyahut üç yüz altmış altı kere ve- yâhut altı yüz kere ve en nihayeti bin bir keredir. Bu kadar cehren meşgul olup hitamında; ‘Allâhu ekber, a’zamu kebîrâ, velhamdu lillâhi hamden kesîrâ. Fe-subhânallâhi ve bi-hamdihi bukreten ve asîlâ. Salli ve sellim alâ eşrefi’l-enbiyâi ve’l-mürselîn, velhamdü lillâhi rabbi’l- âlemîn’ deyip ba’dehû birkaç âyet-i kerîme kıraatinden sonra Hazret-i Pîr Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî kuddise sırruhu’l-azîz efendimizin rûh-ı pür-fütûh-ı mukaddeseleri için Fatiha kırâat olunduktan sonra; ‘Vakt-i şerifler hayrola, hayırlar feth ola, şerler def ola, Allâhu azîmi’ş-şân ism-i zâtının nuruyla kulûblarımızı münevver eyleye, dem-i Hazret-i Mevlânâ hû diyelim hû’ deyip zemîn-bûs oldukları hâlde zikirden fâriğ olunur. Şurası da malum olsun ki bu İsm-i Celâl zikrinde sâlik sağ memesi altından sol memesi altına lafz-ı Celâl’i med ederek çekip getirecektir. Yani bu iki memenin arasında telgraf hattı ve telleri gibi med olmuş mülahazasıyla zikre meşgul olacaktır. Pazartesi ve cuma geceleri ihvân-ı bâ-sefâ ile yatsı namazından sonra İsm-i Celâl çekilmesi ve beher sabah namazından sonra dahi böylece icrası usûl ü kâide-i Mevleviyye’den olduğu da ihvânın malumudur. İşte semâ eder iken de çark ayağım attıkça hafi ve kalbî İsm-i Celâl’e meşgul olacağı da emr-i gayr-ı münkerdir.

Kösec Ahmed Dede ise, İsm-i Celâl zikrinin şeyh efendinin yapması gerekli işlerden olduğunu nakletmektedir:

Tekke’nin mescidinde dervişlerini toplayıp, sabah namazım edadan sonra işrâk vaktine kadar beraberce İsm-i Celâl’i zikretmek şeyh efendiye lâzım olan umurdandır.

Bu gelenek Mevlevilerce her zaman devam ettirilmiş, İsm-i Celâl zikri, meclislerine renk ve huşû katmıştır. İsm-i Celâl zikrinin icrası ise şu şekildedir:

Şeyh mihrabın önüne serilen kızıl posta mihraba arkasını dönmüş olarak oturur. Dedeler, canlar ve muhibler, halka halinde diz çökerler. Şeyhin tam karşısında oturan derviş kollarında taşıdığı iri taneli tesbihin imamesini öperek şeyhe sunar ve tesbihi halkaya yayardı. Bu tesbih büyük bir halkaya yayılacak kadar uzundu ve taneleri yumruk büyüklüğüne yakın bir büyüklükteydi. Herkes kendi önüne gelen kısmı öpüp iki avucuyla avuçlar içeriye gelmek suretiyle tutardı. Şeyh, medleri çekerek ağır bir sesle eûzu besmele çeker ve onunla beraber halkadakilerin hepsi Allah adını zikre başlardı. İlk defa üç kere Allah adının iki hecesi nefes miktarı çekilerek ve iki hece arasında gayet az ve adeta belirsiz bir durak yapılarak kalın sesle Allah denirdi. Ondan sonra Allah lafzının elif ve lâm harfine şiddetle vurularak “Al” denir ve pek hafif bir duraktan sonra hece biraz çekilerek “lâh” denirdi. Her iki hecede vücud ve baş hafifçe hareket edip kalkar ve hece sonunda tabiî hâle gelinmiş olurdu. Vücudu ve başı sağa ve sola çevirmek yoktu. Zikir devam ettikçe şeyhten itibaren tesbih halka içinde sağa doğru devrederdi. Zikir hızlandıkça Allah kelimesinin iki hecesi arasındaki durak sıklaşır, vücudun yukarı, aşağı hareketi şiddetlenir, hecelerde med kalmaz ve nihayet kelime, harfler kaybolarak adeta iki şiddetli ses hâline gelirdi. Zikirde sayı yoktu. Şeyh zikri yeterli görünce uzunca bir Allah çeker ve

Allahu ekber a’zam kebîrâ, ve’l-hamdu lillâhi hainden kesırâ ve sübhânallahi teâlâ biikreten ve asîlâ, ve sallallâhü alâ eşref-i nûr-i ce- mî’il-enbiyâi ve’l-miirselîn ve’l-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn

der, hazır olanlardan bir kimse bir aşr-ı şerif okur sonra da şeyh efendi ellerini kaldırarak şu duayı okur ve aşağıdaki gülbangı çekerdi:

Bârekallahu seyyidi’l-kevneyni ve resûlü’s-sakaleyn, Habîb-i Hüdâ, Muhammedeni’l-Mustafa (s.a.v.) hazretlerinin pâk, mutahhar, münevver, şerif, latîf rûh-i nazîfleri içtin ve âl ü ashâb hazerâtının ervâh-ı tayyibeleri içün, husûsan çehâr yâr-ı güzîn ve Hz. imâm Hasan- ı Alî ve imam Hüseyn-i Velî radıyallahu aleyhim ecmaîn ervâhı içün ve şühedâ-yı deşt-i Kerbelâ ervâhı içün ve cemî-i enbiyâ-i izâm ve evliyâ-i kirâm ve meşâyıh-ı zevi’l-ihtirâm ve ulemâ-i fihâm ervâh-ı şerîfeleri içün ve ale’l-husûs, Hz. Sultanü’l-Ulemâ ve mişkât-ı nûrü’l- Hudâ ve Hz. Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizî ve Hz. Kutbu’l- aktâbi’l-ahyâr ve gavsü’l-evliyâ-i ebrâr Mevlânâ Hüdâvendigâr ervâh- ı tayyibeleri içün ve Hz. Nûrü’l-mübîn ve felekü’l-yakîn Şeyh Şemseddîn-i Tebrizî ve Hz. Şeyh Hüsameddin Çelebi ve Hz. Sâhibü’l- mecd-i ve’s-sûd Bahâeddin sultan Veled ervâh-ı şerîfeleri içün ve tarîkat-ı Mevleviyye’den güzerân eden çelebiyân ve meşâyıh-ı kiram ve’l- fukarâ hazretlerinin ervâh-ı tayyibeleri içün hâlen seccâde-nişîn olan kerâmetlü şereflü çelebi efendi hazretlerinin selametliği içün ve pâdişâh-ı âlem-penâh selâmetliği içün ve bu mecliste hâzirun olan ihvân-ı ehl-i safânın husûl-i meramları içün ve ashabü’l-hayrât ve’l-hasenât ervahı içün ve huccâc-ı beytullahi’l-harâm ve asâkir-i İslâm selâmetliği içün ve hastalar şifâsı ve medyunlar edası ve mahbûblar halâsı içün ve kaffe-i ehl-i îman ve rızâ-i Rahman içün el-fâtiha maa’s-salavât! dedikten sonra;

-Rûh-i pâk-i Hz. Mustafâ râ salavât!
-Sırr-i pâk-i Hz. Mustafâ râ salavât!
-Fahr-i âlem Muhammed Mustafâ râ salavât!

Allahümme salli alâ seyyidinâ Mııhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed!

Azamet-i Hudâ râ tekbîr:

Allahıı ekber Allahu ekber Lâ ilahe illallahu vallahu ekber Allahu ekber ve lillahi’l-hamd

-Essalâtu ve’s-selâmu aleyke yâ Resûlallah, Essalâtu ve’s-selâmu aleyke yâ Habîballah, Essalâtu ve’s-selâmu aleyke yâ seyyide’l-evvelîne ve’l-âhirîn ve selâmun ale’l-mürselîn velhamdü lillahi rabbi’l-âlemin dedikten sonra şeyh efendi;

“Allah azîmü’ş-şân ism-i zâtının nuruyla kalplerimizi pür nûr eyleye, Vakt-i Şerif hayrola, hayırlar feth ola, şerler def ola! Demler safâlar ziyâde ola! Dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Şems-i Tebrizî, kerem-i imâm Ali, hû diyelim!”

Herkes şeyhle beraber nefes miktarınca “Hûûû!” derdi. Bundan sonra şeyhle beraber herkes yeri öpüp kalkardı. Şeyh ‘Esselâmü aleyküm’ derdi. Gülbanktan önce, tesbihi getiren meydancı dede yahut derviş yeri öpüp kalkarak tesbihi toplar ve yine kollarına alıp şeyhin tam karşısına geçmiş bulunurdu. Halkanın kapı tarafmdakiler biraz yana çekilerek yolu açarlardı. Şeyh halka ortasında selam verince tesbihi getiren aynen semahanede olduğu gibi şeyhin selâmını alırdı. Şeyh, mescid kapısında geriye dönüp baş keser, onunla beraber herkes de aynı tarzda niyaz eder, ondan sonra semâhâne ve meydandan çıkıldığı gibi mescidden çıkılırdı. Şeyhin yahut kudümzenbaşının hastalığı, mukâbeleyi idâre edecek kimsenin bulunmayışı gibi bâzı özel durum ve zamanlarda ya da başka bir sebepten dolayı mukâbele yapılamazsa onun yerine, bazen de mübarek gün ve gecelerde İsm-i Celâl çekilirdi.

Zikir esnasında vecd ve tevâcüd izhârı, üstünü başını yırtıp, bağırıp çağırmak, kendini yerlere atmak ve benzeri hareketler Mevlevîlikte edebe aykırı addedilirdi. Ancak zikir esnasında cezbenin galebe çalması sonucunda vârid olan bu tür hallere de anlayışla bakıldığını görmekteyiz. Nitekim Hüseyin Azmî Dede Nuhbetü’l-Adâb’ta bu husus için, “hây-hûy ile el çırpıp ayak vurmanın ne anlama geldiği, dinde olup olmadığından suâl olunur ise, cezbenin gayr-ı iradî bir şekilde inşam kaplaması özür sebebi olarak kabul edilir” demektedir.

Mevleviler İsm-i Celâl zikrinde gürültü ve bağrışmalar gibi aşırı vecd izhârı nev’inden şeylerle edeb dairesini asla tecavüz etmez, zikir meclisleri hemen her zaman edeble başlar ve öylece de sona ererdi. Mevlevîlerin hemen her türlü merasiminde olduğu gibi İsm-i Celâl zikrinde de itidal ön plandadır ve asla kontrolsüz, aşırı cezbe hâllerine müsâade edilmezdi. Bu konudaki tavırlarını şu beyitler ortaya koymaktadır:

Zikir, heyecanla gürültü, patırtı yapmak değildir. Bizim zikrimiz, dâimâ zikrettiğimizle birlikte olmaktır. Zikrettiğinde fânî olan kimse zâkir hükmündedir. O kendinden geçmiştir çünkü ve Hak ile hâzır haldedir.