Ancak Mekkî ayetlerde bahsi geçen bir Celal tecellisi olarakel-Kahhâr
O gün, onlar (herkes, bütün sırlarıyla birlikte kabirlerinden) meydana çıkacak kimselerdir. Onlardan hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz! (Allah:) “Bugün mülk (hâkimiyet)kimindir?” (diye sorar). (O günün dehşetinden kimse cevab veremez de yine kendisi cevab buyurur:) “Vâhid (bir olan), Kahhâr (herşeyi kahra gücü yetici) olan Allah’ındır!” [Mü’min: 16]
Kahr, bir şeye onu hor, hakir veya mahv ve helak edebilecek surette gâlib olmaktır. Lisan-ı Arabî’de kendisini kırmak için inen balyozu kıran sert kayaya, taşa da bu ismi verirler.
Kahr odur ki, rubûbiyyet da‘vâsında olanları helâk eyleye. Rubûbiyyet da‘vâsı da üç türlüdür. Biri; külliyyet ile Firavun, Şeddâd, Nemrûd misillilerin da‘vâsı gibi. Biri de ba‘ziyyet ile ki, anlar tanrılık da‘vâsında değillerdir velâkin işleri onlara benzer. Zâlim pâdişâhlar ve beyler, paşalar gibi. Biri de temerrüdlük edenlerdir ki, bir işde “ben şunu şöyle ederim, bunu böyle ederim” diye, hattâ “şu işi şöyle işlerim” dedikde inşâallâh demekde temerrüdlük, da‘vây-ı rubûbiyyetdir. Onun gibileri de Allâh te‘âlâ kahr edüb murâd etdiği işi nasîb etmez. Bu üç tâifenin üçü de makhûrlardır. Da‘vâları mikdârı, aza az çoğa çok yine herbirisine kahr bir mahlûk yüzünden zuhûr eder, yoksa kahr eden mahlûk değildir.
Hak kulundan intikâmın yine ‘abd ile alır Bilmeyen ‘ilm-i ledünnü anı ‘abd etdi sanır
İmdi bu kahrdan hiç kimse hâlî değildir. Her ne vakit ki kişi kendi nefsinde veya gayrıda bu sıfât-ı kahrı müşâhede ede, o kimse, Hakk te‘âlâyı el-Kahhâru ismiyle zâkir olmuş olur, gerekse dili sâkit olsun.
El-Kahhâr olan Allah, varlığa boyun eğdirendir. O’nun ayet-i kerimeleri de (gerek satırda gerek kainatta yazılı olsun) Allah’ın akıllara boyun eğdirdiği, aciz bıraktığı yani El-Kahhar isminin tecellisi olan aletlerdir… Acz-i mutlakın idrakindeki insan da, nefsine hoş gelse de Allah’ın yasakladığı durumlardan kendini korumak için bu isme muhtaçtır.
Eyle bu ismi vird subh u mesâ Kahr ola sana ki kasd iden a’dâ Hubb-ı dünyâ gide derunundan Nefs-i emmare geçmeye sana fen Sâlim ol mekr-i cinn ü şeytandan Hisse al hâtem-i Süleymân’dan
Ey kulum nice bir düşmanın elinden bana ağla ve inle! Zira onu kahretmek mutlak bir iktidar sahibi olan benim elimden gelir. Benden başka kimse birşey yapamaz. Yanlız şu kaideyi koydum: Ey kulum! âciz olmana rağmen, onun kahrı için çalış ve onunla barışma, daima mücadelede bulun. Ben Allah’ım; onun kahrı için benden saygıyla ve inleyerek yardım dile. Can ve gönülden, tam bir sadakatla istersen, kendi kuvvetimi senin ellerine veririm ve senin elini, onun kahrından kuvvetli ve cesaretli yaparım. Nihayet, sen benim kuvvetimle, sıdk kılıcıyla düşmanı alt edersin. [Maarif-i Sultan Veled]
Herkesi kahrı lütuftan ayırt eder, anlar. İster bilgili olsun, ister cahil, ister aşağılık! Fakat kahır içinde gizli olan lütfu yahut lütuf içinde gizlenmiş bulunan kahrı az kişi anlar. Meğer ki gönlünde bir can mihengi olan ehlullahtan bir er olsun. [Hz. Pir Mevlana]
Tama’ ve hırsa uyup nefs ile makhûr olma Rahatın zâil olur nâm-ı meşhûr olma Sohbet-i ârif-i billaha eriş, dûr olma Saltanat-ı mesned-i dünya ile mağrûr olma
El-Kahhar ismi-i şerifi sâfiyye makamının esrarıdır ve ism-i Kahhar’ın nuru hâlis siyahtır. “Ettim havâle nefsimi Kahhâr-ı âdile” deyip niyaza durduk Ey Allahım, bizleri bu siyah nurun esrarı ile zevklendir ve manasından hissedâr eyle…
Ya ilahi! Sensin Allah, ben Senin bir bendenim
Bismi Allah der ve zikreyler Seni ruh u tenim.
Abd-i acizim, düşerim gaflete her bir nefes
Mağfiret etmezsen ey Rahman boğar insanı nefs
… Başka gâlib var mıdır, Sensin o kudret ey ilâh
İsteğin mutlak olur, Kahhâr‘sın elbet ey ilâh
Zulmetinden nefsin artık görmez gönlüm nesneyi Nûr olan Allah ışıt nurunla şol harâbeyi Rahmetin örter gazabın, ört günahım Sen dahî Senden elbet himmet ey Settâr, sevindir ebedî Ya Vedûd aşk ver şu taştan kalbe kim envâr dola Ol muhabbetten Resûlün nisbeti vâsıl ola Ey Mucîb sensin kabul eden niyâzım, hem duam Bendenem, arzûm icâbet et, Sana kurbân olam
Peygamber, mü’minlere kendi öz nefislerinden, canlarından, birbirlerinden daha yakındır, daha ileridir. Eşleri mü’minlerin anneleridir. [Ahzâb:6]
Tarik-i Uşşakiyye Meşayihinden El-Hâcc Hüseyin Vâssaf Hazretleri (v.1929) Semt-i illiyyîne uçdu şimdi bir rûh-ı kerîm
Çıka istikbâle yârân gülşen-i adnânda
Rıhlet-i cân-sûzuna Sa’dî didim târih-i tâm
Hüseyin Vassâf bugün rahmet-i Rahmân’da
Hazretim, mah-ı Muharrem’de dünyaya geldiği için Şeyh Ahmed Zarîfî, tarafından kendisine “Hüseyin” ismi verilmiş; “İnşeallah Vassâf-ı Muhammedî olur” diye mahlası da “Vassâf” konmuştur. Eskimeyen kültürümüzle yetişmiş, Arapça, Farsça ve Fransızca’ya vâkıf, edib, şair ve mutasavvıf. Öyle ki zat-ı şahaneleri tam bir Peygamber aşığı. Her üç rüyasından birinde mutlaka peygamber efendimiz var…
Maddenin kasıp kavurduğu gönül derdimize şifa olsun, vesile-i şefaat buyrulsun niyyetiyle, Hüseyin Vassaf Hazretlerinin Kasîde-i İstişfâiyye’sini ihvan-ı bâ safa kardeşlerimize teberrüken ikram eyler, dua bekleriz…
Bu hasret imtidâdından tahammül kalmadı bende
Sana ma’lûm bunu ‘arza ne hacet yâ Resûla’llâh [imtidâd: uzama, uzun sürme]
Seherlerde yanıp yakılmada bu haste dil bi’llâh
Eder her ihtiyâcı kesb-i şiddet yâ Resûla’llâh [haste dil: hasta gönül] [kesb-i şiddet: şiddet kazanmak]
Geceler leyle-i yeldâ ana hem-dem gam-ı ferdâ
Nevâl-i lutfuna kandır semâhât yâ Resûla’llâh [yeldâ: uzun / hem-dem: can-ciğer sohbet arkadaşı / ferdâ: yarın, gelecek zaman] [gam-ı ferdâ: yarın endişesi / nevâl: talih, kısmet, bağış / semâhât: cömertlik]
‘Umûm ahvâlimi teşrîhden maksaddır istimdâd
Dahîlek yâ nebiyya’llâh sahabet yâ Resûlallâh [teşrîh: şerh etme, açıklama / istimdâd: yardım isteme, imdada çağırma] [sahabet: sahip çıkma, koruma, arka olma]
Ümîdvârım ki mahrûm-ı şefâ’at eylemezsin sen
Senin şânındadır, rahmet, mürüvvet yâ Resûlallâh [mürüvvet: mertlik, cömertlik]
Senin âzâd kabul etmez kulundur ‘âşıkın Vassâf
Bu ‘abd-i rû-siyâha kıl şefâ’at yâ Resûlallâh
[vassâf: vasıflarını, özelliklerini sayarak anlatan kimse]
[abd-i rû-siyah: kara yüzlü kul]
Kasîdem elde ‘aşkın dilde geldim bâb-ı ihsana
Dahîlek ey Habîb-i Hazret-i Hak yâ Resûlallâh
8 Ramazân 1343 (2 Nisan 1925) Perşembe’de temam oldu.