En güzel bir ayna

Ahmed’deki mim perdesini kaldır da bir bak, ardında kim duruyor…salavat_savGelip geçerken günler, hayatın içinde Mu­ham­me­di­yet’in yan­sı­ma­la­rı­nı gö­re­bil­mek, imanın ke­mâ­lin­den olsa gerektir. Zi­ra her şey, bir mer­te­be­nin işa­ret ta­şı­dır ve oradan da bir son­ra­ki­ne da­vet eder. Mü­min, so­nu ol­ma­yan bir yol­da yü­rü­yen ki­şi­dir. Onun eş­ya­ya ba­kı­şı ber­rak ve keskin­dir, ke­sif­li­ğe gö­mül­me­miş­tir. Eş­ya­yı “ol­du­ğu gi­bi” (fark ve cem’ bi­ra­ra­da­lı­ğı içe­ri­sin­de) sey­re­de­bi­len ki­şi­dir mü­min. Kü­für eh­li ise, ka­ran­lık­la­ra bat­tı­ğı için eş­ya­nın “gö­rü­nen” (fark) veç­he­sin­de ka­rar kı­lan kim­se­dir. Ki bu ikin­ci­ler, ba­zen “gö­rü­nen”in as­lı­nı bil­mek nok­ta­sın­da in­sa­nın ye­ter­siz ol­du­ğu­nu, ba­zen de “asl”ın “gö­rü­nen”in biz­zat kendisin­den iba­ret ol­du­ğu­nu id­di­a ede­cek ka­dar bed­baht ve cü­ret­kâr­dır.

Ken­di­le­ri ha­yal­ler içe­ri­sin­de yü­zen­le­rin, şey­le­ri “ol­du­ğu gi­bi” sey­re­den­le­ri hayal­pe­rest­lik­le suç­la­ma­la­rı ne za­val­lı bir tu­tum­dur. Hal­bu­ki eh­li­ne ma­lûm ol­duğu üze­re, eş­ya­nın as­lı in­san ta­ra­fın­dan -Hak ona bil­dir­me­dik­çe- bi­li­ne­mez amma Hak bil­di­rin­ce “gayb” (bi­lin­me­yen) ar­tık “şu­hud”a (şa­hit­lik de­re­ce­sin­de bi­li­nen’e) dö­ner. O se­bep­le mer­te­be­si­ne gö­re her­ke­sin gayb’ı da şu­hud’u da ay­rı ay­rı­dır. Ki­mi­ne gayb olan, bir di­ğe­ri­nin şu­hud’udur.

Su­fi­ler kla­sik bil­gi te­ori­si­ne de­ğer­li bir kat­kı sa­yı­la­bi­le­cek bu fark­lı ve öz­gün ba­kış ile in­sa­nın yet­kin­lik­le­ri­ni ve za­af­la­rı­nı ye­ni­den ta­nım­la­mış­lar­dır. İn­san, bil­mek hu­su­sun­da ne da­ra­cık sı­nır­lar içe­ri­si­ne hap­sol­muş­tur, ne de her şey üze­rin­de ni­haî söz söy­le­yi­ci­dir. Fa­kat o, ipi sa­hi­bi­nin elin­de­ki bir kö­le gi­bi­dir: Şa­yet kö­le (kul), sa­hi­bi­ni (Rab­bi­ni) “cüz’î ira­de­siy­le” mer­ha­me­te ge­ti­rir­se sa­hi­bi ipi bol­laş­tı­ra­rak onun ha­re­ket da­ire­si­ni ge­niş­le­tir ama kız­dı­rır­sa sa­hi­bi de ipi da­ral­tır (cüz’î ira­de, kö­le­nin sı­nır­lı hürriyet ala­nı­dır). Öy­ley­se in­san ‘or­ta’da olan­dır ya­hut bu-ara­da-olan’dır. “Ya bu, ya da şu­dur; bir üçün­cü yol yok­tur!” di­yen­le­re ce­va­ben su­fi­ler “ne o, ne de şu­dur; de­ğil üçün­cü yol, ikin­ci­si da­hi yok­tur!” di­ye­rek in­sa­nın ‘or­ta’da­ki ye­ri­ne işa­ret et­miş­ler­dir. Bu or­ta­da oluş, ki­mi za­man “den­ge”nin işa­re­ti­dir (yet­kin­lik), ki­mi za­man da “or­ta­da kal­mış­lı­ğın” (za­af) ifa­de­si­dir.

Su­fi­le­re gö­re bil­me, “ya/ya da” iki­li­ğin­de açık­la­na­maz ve bil­gi pe­kâ­lâ derecelendirilebilir. Fark’tan cem’e gi­den ve da­ha son­ra “fark ve cem’ bi­ra­dalığı”na dö­nü­şen bil­me se­rü­ve­ni, ey­le­me’den ba­ğım­sız de­ğil­dir: sa’y ve gay­ret ge­rek­ti­rir, ama sa’y ve gay­ret yet­mez; Hakk’ın ih­sa­nı ve inâyeti de ge­re­kir.

Bu bil­me se­rü­ve­nin­de Hakk’ın ih­san­la­rın­dan il­ki Hz. Ri­sa­let­pe­nah’ın (s.a.v.) zat-ı pâ­ki­dir; çün­kü Cenâbı Mev­lâ­na Ce­lâ­led­din’in de­yi­şiy­le, “şa­yet o Yi­ğit, atı­nı ka­ran­lık va­di­ler üze­ri­ne sü­rüp et­ra­fı ay­dın­la­ta­rak yo­lu­mu­zu aç­ma­say­dı, biz­ler yo­lu­mu­zu bu­la­maz­dık.” İş­te yo­lun­dan gi­den­le­re kar­şı bu de­re­ce şef­kat­li olan varlığın sevinci olan O Yi­ğit, ih­sa­nı bol Pa­di­şah’ın ken­di is­miy­le mü­sem­ma kıl­dı­ğı Ga­fur ve Ra­him olan Kâ­mil İn­san’dır [Tevbe:128].

İs­ma­il Hak­kı Bur­se­vî, onun her âlem­de­ki te­za­hü­rü­nün fark­lı ol­du­ğu­nu söy­le­miş ve bu âlem­de (dün­ya­da) Mu­ham­med ola­rak gö­rün­dü­ğü­nü, ha­ki­ka­tın­da Ah­med ol­du­ğu­nu, öte âlem­de (uk­bâ­da) ise Mah­mud ola­ca­ğı­nı be­yan et­miş­tir. Bu isim­le­rin iş­le­ri, görünüşleri elbette bir­bi­rin­den fark­lı­dır. Mü­min­le­rin hep­si Mu­ham­med cep­he­si­ni ta­nır­ken, Ah­med cep­he­si­ni yal­nız ve­li­ler ta­nır ve bu is­min es­ra­rı pek bü­yük­tür. Ha­san Se­za­i-i Gül­şe­nî Sultânımız bir tev­şi­hin­de onu şöy­le an­lat­mış­tır:

Mu­ham­med’dir ce­mâl-i Hakk’a mir’ât
Mu­ham­med’den gö­rün­dü ken­di biz­zât

Hz. Şâ­ri’ vah­ye mu­ha­tap ol­muş ve onu uy­gu­la­mış­tır ki onun eliy­le ve sö­züy­le meydanana ge­len iş­le­rin hiç­bi­ri Hakk’ın ira­de­sin­den ay­rı de­ğil­dir. “At­tı­ğın­da sen at­ma­dın, Al­lah at­tı.” [Enfâl:17] aye­ti bu­nun de­li­li­dir ve yi­ne “Sa­na bi­at eden­ler, an­cak Al­lah’a bi­at et­miş­tir. Al­lah’ın eli on­la­rın el­le­ri üs­tün­de­dir.” [Fetih:10] aye­ti de bu­na işa­ret eder ni­te­kim Hz. Re­sul bi­at­ta eli­ni yu­ka­rı­da tutardı.

Al­lah her şey­de te­cel­li eder ve gö­rü­nür (Zâ­hir) ama bun­la­rın hiç­bi­ri­si za­tî tecelli de­ğil­dir. Za­tıy­la te­cel­li eder­se, ken­din­den baş­ka bir şey bı­rak­maz ve her ne var­sa yok eder. [Mümin:16]

Her şey is­ti­da­dı nis­pe­tin­ce Hakk’a ay­na­dır ama ya­ra­tıl­mış­la­rın en üs­tü­nü olan Kâ­mil İn­san en ber­rak ay­na­dır ve on­da­ki te­cel­li za­tî te­cel­li­dir. Ni­te­kim su­fi­ler “Rab­bi da­ğa te­cel­li et­ti ve onu pa­ram­par­ça et­ti.” [Araf:143] aye­tin­de dağ ile kas­to­lu­na­nı -iş’arî bir yön­tem­le- dağ­lar gi­bi bü­yük­le­nen sah­te ben­lik, cüz’î ira­de, sanal varlık şek­lin­de tef­sir et­miş­ler­dir. Do­la­yı­sıy­la Hz. Mu­ham­med ce­malullah’a en güzel ay­na­dır ve on­dan Hakk’ın za­tı gö­rü­nür. Bu se­bep­le­dir ki, Der­viş Tâ­cî Hazretleri bir tev­şi­hin­de:

Mü­sâ­vî­dir se­ni gör­mek gü­zel Al­lah’ı gör­mek­le
Yü­zün âyi­ne-i nûr-i Hu­dâ’dır yâ Re­sû­lâl­lah
buyurmuştur. Ah­med’de giz­le­nen, ‘Hû’dur. Su­fi­ler bu­nu ifa­de et­mek için per­de-i mîm de­yi­şi­ne sık­lık­la baş­vu­rur ve “Ah­med’de­ki mim per­de­si­ni kal­dır da bir bak, ar­dın­da kim du­ru­yor!” der­ler.

Arap­ça­da “Ah­med: ﺍﺣﻤﺪ” ke­li­me­si­nin ya­zı­lı­şın­da­ki imkân-ı mim har­fi kal­dı­rı­lır­sa, ge­ri­ye “Ahad: ﺍﺣﺪ ” ka­lır. Bir baş­ka de­yiş­le, Mu­ham­med Kâ­mil İn­san’ın va­hi­di­yet (birlik) mer­te­be­sin­de­ki is­mi­dir, Ah­med ise aha­di­yet (teklik) mer­te­be­sin­de­ki ismidir.

Mu­ham­med’den vü­cû­da gel­di ek­vân
Mu­ham­med râ­î vü mer’î vü mir’ât
Su­fi on­to­lo­ji­de var görünenlerin hep­si “Tek Var­lık” ta­ra­fın­dan mey­da­na getirilmiştir hat­ta onun çe­şit­li mertebelerdeki gö­rün­tü­le­ri­dir. Bu mey­da­na gelişin faili, mü­seb­bi­bi Hakk (Vü­cûd-ı Mut­lak), se­be­bi kavl/söz “Kün!, ne­ti­ce­si ise nur­dur (nûr-ı Mu­ham­me­dî). Di­ğer var görünenlerin hep­si, o nu­run çe­şit­li seviye­ler­de­ki açı­ğa çı­kış­la­rı­ndan ibârettir. Ma­dem­ki var olan­lar (ek­vân) Muhamed’den zu­hur et­miş­tir öy­ley­se ba­kan (râ­î), ba­kı­lan (mer’î) ve bak­ma eyleminin ger­çek­leş­ti­ği yer olan ay­na (mir’ât) Mu­ham­med’in ta ken­di­si­dir.

Bu­nu da­ha fark­lı şe­kil­ler­de açık­la­yan mu­ta­sav­vıf­lar da ol­muş­tur ve bu ba­his burada dibi bulunamayacak ka­dar de­rin ve uzun­dur.

Gö­rün­dü çün sı­fâ­tı bî-çün iken Ol
Ni­ce derk ide der­râk ânı hey­hât

Ken­di­si her­han­gi bir se­be­be bağ­lı ol­mak­tan mü­nez­zeh olan Zat-ı Hakk’ın bü­tün isim­le­ri en açık ve ber­rak şek­liy­le Mu­ham­med ay­na­sın­da gö­rün­müş­tür. Bu­nun böy­le ol­du­ğu­nu id­rak et­mek ise doğ­ru­su pek güç­tür çün­kü bu mey­dan­da akıl­lar kes­mez olur. Cenabı Mev­lâ­na’nın me­ta­fo­rik bir şe­kil­de ifa­de­len­dir­di­ği gi­bi “akıl, bu me­se­le­ler­de ça­mu­ra sap­lan­mış eşek gi­bi­dir.”

Baş­lan­gıç­ta sö­zü­nü et­ti­ği­miz epis­te­mik kav­ra­yı­şa bu­ra­da işa­ret var­dır: İn­san, ken­di ba­şı­na Al­lah’ı bi­le­mez, do­la­yı­sıy­la Hakk’ın bil­dir­me­si­ne muh­taç­tır. Ancak O bil­di­rir­se, in­san bi­lenlerden olur. Zün­nûn-ı Mıs­rî Hazretleri’ne Allah’ı bilir misin diye sual edildiğinde “Allah, bu kuluna dilediği kadar kendini bildirmiştir.” buyurmuştur ve yine “Al­lah’ı ne ile bil­din?” suâline karşılığı da “Al­lah’ı Al­lah’la bil­dim.” olmuştur.

Ki bu idrâk Hacı Bayram-ı Veliyullâh Efendimizin ifşâsı ile aynı yerden olasa gerektir:
Bayrâm özünü bildi
Bileni anda buldu
Bulan ol kendi oldu
Sen seni bil sen seni

Yeniden Hasan Sezai Sultanımızın tevşihine dönecek olursak:
Mu­ham­med şer­hi­dir en­füs ü âfâk
Anı cüm­le be­yân ey­ler ri­vâ­yât

İç­te ve dış­ta olan her ne var­sa -Kur’an (en­füs) ve Kâi­nat ki­ta­bı (âfâk)- Muhammed’in açık­lan­ma­sı­dır, hep­si onu an­la­tır. Oku­ma­sı­nı bil­me­yen ise elbette an­la­tı­lan­dan bi­ha­ber­dir “Al­lah oku­ma­sı­nı öğ­ret­ti.” [Rahman:1-2]

Tevhid bahçesinin güllerinden Hasan Basri Baba’dan bu hakîkat şöyle sızıyor:
Esmâ, sıfat zattan vücûd istedi
Kendi vücûdiyle mevcûd eyledi
Alleme’l esmâ’yı ta’lim eyledi
Oldu âdem ol dem nâtık-ı Kur’an

Do­la­yı­sıy­la Hz. Mu­ham­med ya­şa­yan Kur’an’dır, Kur’an ise ya­zı­lı Mu­ham­med’dir.

Edip Harabî Baba Sultan da bu sırra âgâh olanlardandır:
Hak kendini halka bildirmek içün
İnsânı kendine timsâl eyledi
Kur’ân-ı nâtıkın tefsîri içün
Kur’ân-ı sâmiti inzâl eyledi

Satır-ı Furkân (Kitab-ı sâmit) ile bilinmedi ol Subhân. Sadr-ı Kur’ân (Kitab-ı nâtık) ile bilindi sırr-ı Subhân. Bu sırra agâh olan imsâk-ı kelâm eyledi.

Kitap ve Pey­gam­ber “bir­lik­te­li­ği” -Hı­ris­ti­yan­lar­da­ki gi­bi “bir­li­ği” de­ğil!- hem Ki­tap’ta “Doğ­ru­su si­ze bir Nur [Mu­ham­med] ve apa­çık bir Ki­tap [Kur’an] gel­miş­tir.”) [Madide:15] hem de Pey­gam­ber’in söz­le­rin­de (“Si­ze iki mi­ras bı­rak­tım, on­la­ra uyar­sa­nız yo­lu­nu­zu şa­şır­maz­sı­nız: Kur’an ve ehl-i bey­tim.”) ıs­rar­la vurgulanmıştır.

Bu ki­tap-pey­gam­ber bir­lik­te­li­ği­ni ve Hakk’ın Kâ­mil İn­san’a olan öv­gü­sü­nü (tahmidd) Mu­al­lim Na­ci yaz­dı­ğı na­at­ta:

Hüsn-i Kur’ân’ı gö­rür in­sân olur hay­rân sa­na
Dest-i kud­ret­le ya­zıl­mış hil­ye­dir Kur’ân sa­na
mıs­ra­la­rıy­la di­le ge­tir­miş­tir.

Se­zâ­î cem’ olur Ah­med’de cüm­le
Ne kim var­dır bi­dâ­yât ü ni­hâ­yât

Var görünenlerin hep­si Cenâb-ı Ah­med’de top­la­nır ve bu “her an ye­ni bir iş, oluş, görünüş” [Rahmân:29] ile de­vam eder ki bu olu­şun ne baş­lan­gı­cı vardır ne de bir so­nu …


Bu me­se­le, na­za­rî ola­rak ne­ti­ce bul­maz, ame­lî ir­fan ol­maz­sa da asla bi­lin­mez cânım efendim…

isminebi_salavat

 

Osman Şemsî Efendi

Taraf-ı fakîrânemden derviş efendi ihvânımıza yazılmış ve yâdigâr olunmuştur
bekirsidkiefendi
Unutulmaya mahkum, eskice bir kitabın sayfaları arasında, kimbilir kaç yıldır saklıyordu şefkat nazarlarını…

[Nev-niyâz ve Dedesi]

Kim bu hazret dedem?
Şeyh, Hâfız, Gülyağcı, Saatçi Bekir Necmeddîn Sıdkî Ateşli deseler tanıyabilir misin evladım… Bilmem ki nereden nasıl başlamalı; tekke ve zâviyelerin sırlanmasına kadar irşâd faaliyetini sürdüren dergâhlardan biri de İstanbul’da Alayköşkü yakınındaki Aydınoğlu Tekkesi’dir. Şimdi gidip baksan sadece bir zamanlar tekke avlusunda bulunan Hasan Ünsî Türbesi ve tekke hazîresindeki mezarları görürsün. İşte bu Aydınoğlu Tekkesi’nin son postnişîni de, tekke ve zâviyelerin kapatıldığı güne kadar adı geçen tekkede ve daha sonra Haseki Kişihatun Camii’nde imam-hatipliğe tayin edildiği andan vefatına kadar irşad faaliyetlerine devam ederek halifeler yetiştiren Ispartalı Şeyh Bekir Necmeddîn Sıdkî Kâdirî Üveysî Enverî’dir.

Peki bu tekke meşhur bir tekke midir ki mevzu-u bahis oldu?
30 Kasım 1925 tarihine kadar âyin icrasına devam edilmiş olan Aydınoğlu Tekkesinin en son postnişîni olan fotoğrafını astığımız Şeyh Efendi de Kâdirî Tarîkatının, Şeyhi Osman Nûreddîn Efendi’nin tesis ettiği Enveriyye kolunun ilk halka şeyhlerindendir. İlla şöhret arayacaksan Şeyh Bekir Efendi, Türkiye tarihinin yetiştirdiği önemli ilim ve fikir adamlarından Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil ve büyük bestekar Hafız Bekir Sıdkı Sezgin’in babası Hafız Hüseyin Sezgin Efendilere hilafet vermiştir.

Sanki orada, hemen eskimiş fotoğrafın altında bir de mektup var?
Var ya… “Taraf-ı fakîrânemden derviş efendi ihvânımıza yazılmış ve yâdigâr olunmuştur” diye başlıyor. Bu kafesin canlarından kadim bir hatırat:

… Birbirimizi unutmak mümkün değildir. Bilirsiniz ki, kırk seneden mütecaviz bir zamandır sizinle bu dergâhda bende olduk. Bu dergâh, ne dergâhdır ki, beyanı akli külden haricdir. Kendimizi burada bildik, burada bulduk. Kendi yüzümüzü ande gördük, varlığı ande bitirdik, yokluğu ande şikâr ettik. Husûsâ sizinle hemderd idik. Ande pâk olduk, ande tâze can bulduk. Ande her müşkil fetholdu; ol ki ayni mürşidden câri feyzi hakikatdir. Nasıl unutalım. Cümleden kat’ı nazar bir pınar sızıntısıyız, ol pınardan sızıb zuhûr etmişiz, ondan bir katreyiz, mahv ü fenâmız yine ol pınarda fenâ bulur. Alelhusus hubbi sivâ, sahibi Hudaya bu kurbiyyetde mübeddel oldu. Bu muhabbet ne muhabbettir ki, beyanü imâsı kabil değildir… Yüzlerce müslüman, meclisi bezmi muhabbetde elbirliği, gönül niyazlığı derde çâresazlığı ile râhi aşkü müveddette soyunmuş, üstünde beyaz gömlek veya tennûre, sırtda haydariye, başda beyaz takke olarak kâffesi bir vücuddan bir ağız ve bir dil ile namı Hüdayı yad eylemişlerdir. Dergâhda pazar günü öğle namazından, pazartesi gecesi yatsıdan sonra, cuma ve geceleri namazı müteakip, haftada dört defa Şâbani, Kâdiri âyini yapılır, hem kuuden zikredilir hem kıyama kalkılır, hem de Halvetîlere mahsus olan şekilde devrânlar olurdu. Semâhanede iç içe halkalar teşkil edilerek genç ve ihtiyar, dînç ve nâtüvan yüzlerce âşıkan ortasında, İzzi Efendi, pervâne misali dönerlerdi. Ala yemini zâkir Mustafa Bey, Büyükefendi Osman Şems’den:

Gözü dünya mı görür âşıkı dîdâr olanın
Dilberi sen gibi bir mâhi dilâzâr olanın

neşidesini okudukça her dilden envarı muhabbet berk urmağa başlardı. Efendinin terbiye ve irşâd devresi, Dergâhın kapusundan tam yirmi sekiz sene dışarı çıkmamak sûretiyle seleflerinin çoğundan fazla devam etmiştir. Şahsındaki ulviyetin tesiri ile burayı ‚”mecmai uşşak” denilecek hale getirmiştir…

Büyükefendi diye bahsi geçen Osman Şems kimdir?
Edeb Ya Hu! Ecille-i rical-i Kadiriyye ve Üveysiyye’den es-Seyyid eş-Şeyh Osman Nureddin-i Şems (k. s) Efendi hazretleri, hazretim kamil bir mürşid…

Sizin lugatinizde “Mürşid” kime derler, Allah ile kul arasına girilmez diyorlar ya?
Fesubhanallah, Allah’ı buldun da aranıza girdik sanki. O Allah’ı kullarına, kullarını da Allah’a sevdiren ve yaklaştıran, kul ile Allah’ın arasını yapan
hazret-i insandır…

Bize O’ndan bahsetseniz…
Şeyh Osman Nûreddîn Efendi, 23 Mart 1814 Çarşamba günü İstanbul’da Bâb-ı Âlî civârında Hocapaşa Mahallesi’nde doğmuştur. Babası Maliye Bakanlığı Eshâm Kalemi Şeflerinden Nakşibendî tarîkatinden‚ Hoca Emin Efendi diye tanınan Münzevî Seyyid Muhammed Emin Efendi’dir. Hoca Emin Efendi, daha sonra Halvetiyye Tarîkatının Şa’bâniyye kolu şeyhlerinden Kuşadalı İbrâhim Efendi’ye intisab ederek yirmiüç yıl münzevî bir hayat yaşamış, 28 Haziran 1861 tarihinde 80 yaşında vefat etmiştir. Osman Şems Efendi, seviyeli bir ilim tahsili almış olmasının yanı sıra irfan dünyasına da girmiştir. Henüz genç yaştayken evlerinin yakınında oturan Nakşibendî şeyhlerinden İsmail Efendi’ye intisab etmiş, şeyhinin 1839 yılında vefat etmesi üzerine babasının da şeyhi olan Halvetiyye Tarîkatının Şa’bâniyye kolu şeyhlerinden Kuşadalı İbrahim Halvetî’ye bey’at etmiştir. İntisabından yedi sene sonra Kuşadalı’nın da vefat etmesi üzerine Osman Şems Efendi sülûkunu tamamlamak için mürşid aramağa başlamış ve sonunda Aksaray’da Kara Mehmed Paşa Mescidinde veya Sinekli Bakkal’daki evinde inzivâyı tercih eden Kâdirî-Üveysî şeyhlerinden Şeyh Abdurrahim Ünyevî’ye intisab ederek 1849 yılında irşad izni almıştır. Abdurrahim Efendi, Osman Şems Efendi’de biraz nefsânî gurur görmüş ve bunu kırmak için, eğer odun yarıcılığı yaparsa kabul edeceğini söylemiş; o da verilen emre uyarak şeyhi tarafından kabul edilmiştir. Şeyhinin 1856 yılında vefat etmesinden sonra Osman Nûreddîn Şems Efendi, Kâdirî Tarîkatı Pîri Seyyid Abdulkâdir Geylânî’nin rûhânî feyzine, dolayısıyla da manen Üveysîlik pâyesine nail olmuştur. Aynı zamanda büyük bir şair olan Osman Şems Efendi, artık hem şair, hem de şeyh olarak meşhur olmuştur. Daima diz üstü otururduğu nakledilen Osman Şems Efendi, seyrekçe beyaz sakallı, uzunca yüzlüydü. Çoğu zaman başlarına fes giyip üstüne yemeni sarardı, bazen de Kâdirî şeyh serpuşu olan tâc giyerdi. Kendisi tekkede oturan bir şeyh olmayan Osman Şems Efendi, önceleri Sirkeci Hocapaşa Mahallesindeki, sonraları Üsküdar’daki, daha sonraları da Üsküdar-Selîmiye’deki kirâ olarak oturdukları evlerinde ikâmet etmiş ve dervişlerini irşâd etmişlerdir. 27 Aralık 1893 Çarşamba gecesi Üsküdar-Selîmiye’deki evlerinde âhirete irtihâl etmişlerdir. Devrinin en şöhretli şairlerinden ve mutasavvıflarından olan Osman Şems Efendi ilim ehli ve Dîvân sahibi bir şeyhti. Osman Nûreddîn Şems Efendi Kâdiriyye-i Üveysiyye’nin Enveriyye kolu kurucu ve Pîr-i Sânî olarak sayılmakta ve tarîkatın Pîr’i olan Abdulkâdir Geylânî’ye Bâzu’l-Eşheb (Alaca Şahin) ünvânından mülhem olarak kendisine Bâzu’l-Enver (En nurlu Şahin) denmektedir.

Nezd-i âlîlerine varanlar, sohbetinin lezzetinden bıkmaz, usanmazlardı. Dâima dizüstü otururlar ve lisân-1 hikmet-i feşânından sâdır olan sözler; esrâr-ı Kur’aniyye ve ehâdis-i nebeviyyeye müteallik varidat-1 ilâhiyye idi. Hz. Şeyh’in huzuruna girildiği zaman kalbimizden mâsivâ kaydı ref olur; yerine zikr-i Hak kâim olurdu. Yanında bulunduğumuz müddetçe, cemâline baktıkça bakacağımız gelir; yanından ayrılmayı canımız istemezdi. Meclis-i şeriflerinde bulunduğumuz zamanın hâtırası ve bahusus, latif hayalleri, bir dakika gözümüzün önünden kaybolmaz: huzurlarında iken herkesin kalbinde bulunanları keşfeder, söyler idi. Ale’l-ekser, huşûan ağlarlardı. Vâridât-ı rabbâniyyeye mâlik olduklarından, sözleri pek müessir idi. Fesâhatından udebâ, maârifinden ulemâ, tahkikatından ehl-i felsefe, dakâyıkından bülegâ, eş’arından şuarâ, hikmetinden ukalâ, âdabından fukara, elhâsıl, her sınıf kendine göre, fezâil ve irfânından iktibas- ı feyz ederlerdi. Kendilerinin, zâhiri hâlde hankâhı yoktu. Fakat her müridin kalbini hankâh-ı aşk ittihâz etmiş idi. Hülâsa-ı kelâm Cenâb-ı Şeyh, ser halka-ı erbâb-ı tecrîd ve sâkî-i hum-hâne-i tevhîd olmuş idi. Şiddet i riyazet ve mücâhededen kemâl derecede zaîf halde idiler. Bellerine bağladıkları kemeri gördüm; hemen hemen bir çocuk kemeri kadar ufak idi…

Peki bu Şems adı nerden geliyor?
Asıl adı Osman Nûreddin olan Şems Efendi, Ulu Velî Kuşadalı İbrahim Efendi’den el aldıktan sonra gönlündeki ilâhî aşkın uyanarak coşup taşmasıyla yanık şiirler söylemeye, Önceki “Nurî” mahlasını bırakarak artık “Şems” mahlasını kullanmaya başlamıştır. Bu mahlası almalarının hikmetini Şeyh Vasfı Efendi (ö. 1910) ye nazîre olan bir gazelinin sonunda:

Pertev-i zâtından ey Şems ettiğim çün iktibas
Yadigâr aldım bu ismi Şemsi-i Tebriz’den

beytiyle açıklar. Şeyhi Abdurrahim Ünyevî (v. 1856)’nin vefatından sonra Şems, Kâdirî tarîkatının pîri Seyyid Abdulkadir Geylânî’nin ruhanî feyzine, dolayısıyla manen Üveysîlik payesine nail olmuşlardır. Artık her iki yönden, hem şairlikten, hem de şeyhlikten ünü çevreye yayılmıştır. Şeyhliği şairliğine mâye, şâirliği de şeyliğine saye olmaya başlamıştır. Hem ariflerin hem de şairlerin takdir edecekleri beyitlerin yüzlercesini, binlercesini yazıp sevdiklerine okumuştur.

Aziz okuyucularımızın da bu manadan ve dahi hazretimin füyuzatından behredâr olmaları için teberüken Şems remizlerinden nükteler saçalım;

MÜSEDDES Gözü, dünyâ mı görür âşık-ı dîdâr olanın
Dilberi, sen gibi bir mâh-ı dil-âzâr olanın
Gayre meyli olamaz, aşkın ile yâr olanın
Yücedir rütbesi mihrinle hevâ-dâr olanın
Ayağı yer mi basar zülfüne berdar olanın
Aşk u şevk ile verir cân ü serî döne döne

Nâr-ı aşkınla yanan, şem’a-i kâfûr gibi
Sâf eder sînesin âyîne-i billûr gibi
Cûş eder mevc-i dili, mevc-i yem-i nûr gibi
Görünür bâng-i “Ene’llâh!” ile Mansûr gibi
Tutuşur meş’al-i âhı şecer-i Tûr gibi
Savrulur göklere her bir şereri döne döne

Sana dil-beste olan, zülf-i perîşânın ile
Mest olur gerçi mey-i la’l-i gül-efşânın ile
Hûna âğâşte olur hancer-i müjgânın ile
Âkıbet yârelenür pençe-i hicrânın ile
Saplanıp sîh-i gama âteş-i sûzânın ile
Laht-ı biryâna döner tâ ciğeri döne döne

Her tecelli kim eder aşk-ı dil-efrûz-i niğâr
İnleyip bâd açar, la’lini gül-bâğ-ı bahar
Cûylar girye edip, na’re urur murg-ı hezâr
Raks eder pîr-i felek vecd ile bî-sabr ü karâr
Kimi bî-savt ü hurûf ü kimi pür-nâle vü zâr
Zikr eder Hakk’ı cihân zir ü beri döne döne

Cezbe-i aşk ile bir âleme kıldın ki hirâm
Düşdü sermest gönül, bezmine bî-bâde vü câm
Çeşmime oldu hüveydâ nice merdân-ı kirâm
Kimi Veys ü kimi Bedr ü kimisi Şems-i be-nâm
Mevlevî gibi şebistân-ı mahabbetde müdâm
Şem’inin yanmada pervâneleri döne döne

Âh kim gerdiş-i dûlâb-ı cihân gibi, nisâb
Aksine devr ile îdüp yine cüllâbı serab
Etdi bu bâğda bir serv-i revânım kem-yâb
Kıldı üftâde-i çâh-ı çemenistân-ı türâb
Nevh-i nâlemden olup devrine zencir-i tınâb
Dil ü çeşmin dökülür eşk-i teri döne döne

Kıldı hasret beni sergeşte vü mestâne-revân
Nâr-ı firkat dilime açdı nice dâğ-ı nihân
Başdan başa olup zâr tenim dîde-i cân
Görmeğe zülfü içinde ruh-i cânânı ayân
Şems olup, hem-reviş-i mihr ü meh-i nûr-efşan
Seyr eder çarh ile şâm ü seherî döne döne 

selincan

Oldu olacak bir de irfan mektebinden nutk-u şeriflerini ikram edelim:

Gel gülşen-i tevhide şu bülbül gibi yâ Hû
Nâlân olub Allah diyelim hû diyelim Hû
Gözyaş ile gül-bûn-i aşka verelim su
Giryân olub Allah diyelim hû diyelim Hû

Mânend-i sabâ nefha edüb nefha-i Rahman
Olsan çemen-i dilde maârif ğüli hândan
Bâğ-ı melekûta per açub etmeğe seyran
Perrân olub Allah diyelim hû diyelim hû

Bildik ki beka yol bize bu dâr-ı fenada
Ahvâl-i bekayı görelim râh-i Hudâ’da
Bildirmeyelim kimseye esrarı kabâda
Pinhan olub Allah, diyelim hû diyelim hû

Dergâh-ı Îlâhî’de olub bende-i ferman
Meydân-ı mahabbetde idüb zikr ile cevlân
Cezbeyle semâ eyleyelim vecd ile devran
Gerdân olub Allah diyelim hû diyelim hû

Emri tutalım eyleyelim terk-i menâhî
Çıksun feleğe nefsimizin dûde-i âhı
Tennûr-i gönülde tutuşub aşk-i ilâhî
Sûzân olub Allah diyelim hû diyelim hû

Aşk ile yanub yanmayalım nâr-ı cahîme
Mevt irmeden ivvel girelim dâr-ı naime
Beyt-i Hak olan zâviye-i kalb-i selime
Mihmân olub Allah diyelim hû diyelim hû

Dilden çıkarub meşgale-i hubb-i sivâyi
Can gözlerin açub görelim fevk-ı ulâyı
Her yüzde temâşâ edelim vech-i Hudâ’yı
Hayrân olub Allah diyelim hû diyelim hû

Envâr-ı tecellîde olub mahv ü perişan
Fânî olalım tûr-i tecellî gibi yeksan
Humhâne-i Veysî’den içüb bâde-i irfan
Sekrân olub Allah diyelim hû diyelim hû

Bul Şemsi gibi aşk-ı Muhammed’le delili
Bil âteş ile sırr-ı gülistan-ı Halil’i
Mûsâ gibi seyr etmeğe envâr-ı celîli
Pûyan olub Allah diyelim hû diyelim hû

Neyzen Osman Bey’in bestenigâr makamında bestesi 

Salahi Dede’nin(v. 1997) mâhur makamında bestesi