Serîr-i bezmgâh-ı fakrı her bir câna vermezler Değil her cânâ yâhû, belki cânâna vermezler Efendi, umma sen âb-ı hayat-ı bâdeden hisse, Anı insana tahsis ettiler, hayvana vermezler Kadem rencîde kılma, zahmet etme zâhidâ, zîrâ, Sımat-ı bezm-i irfânı kuru unvâna vermezler Gidip beyhûde bâr olma miyân-ı cur’a-nûşâna, Bu işretgâh-ı mânâda sana peymâne vermezler Vücudun hâk-ı hırmen etmeyince seng-i ğam, Fahrî! Hakîkat hırmeninden kimseye bir dâne vermezler
Meâlen izah edersek: Fakr meclisinde, baş köşeyi sıradan insana vermezler, her insana değil, belki sevgiliye bile vermezler. Ey efendi! sonsuz hayatın kapısı olan fakr bâdesinden bir hisse bekleme, çünkü o kâmil insanların hakkıdır. Onu, nefs-i emmâre seviyesinde, hayvan gibi yaşayanlara vermezler. Ey zahîd! sen ayağını yorma ve zahmet edip o meclise gitme! Zira, irfan sofrasına oturmayı, kuru unvana vermezler. O mânâ şarabından içenlerin yanına gidip boş yere onlara yük olma, o mânâ meclisinde, sana bir yudum bir şey vermezler. Ey Fahrî! gam değirmenin taşı, senin benliğini öğütüp yok etmeyince hakîkat harmanından kimseye bir dane vermezler.
Hadi ey âb-ı hayat, bir nağmeye başla da döndür değirmen gibi beni… Şu varlık buğdayı tezce un olsaydı, halkın varlık metâsı şu değirmenden dışarıda kalırdı. [Hz. Pir Mevlana]
Bir değirmen metaforudur gidiyoruz günlerdir, sadece başımız değil ömrümüz dönüyor andıkça değirmen misalini… Önce Cahit Zarifoğlu’nun bir denemesini koyalım sofraya:
Adaşım Cahidî Ahmet Efendi’nin bir beyti var, şöyle:
Akil isen can gözün aç, tut kulak bu sözüme Bir değirmendir bu dünya öğütür bir gün bizi
Elbistanlı Muzaffer Hoca’yla konuşuyoruz. -Dünya bir evcik’tir. Esas ev ötede, diyor. Bir ağabeyimiz, kendisine servetini çoğaltmasını ve saklamasını telkin eden bir rüya görüyor. Ve kendi kendine: -Herhalde bir kıtlık, bir afet, bir yokluk meydana gelecek. Zor günler gelecek. Bunun için de böyle bir rüya gördüm. Bari bundan böyle hesabımı bileyim, israfta bulunmayayım, malıma sahip olayım da zor günlerde zorluk çekmeyeyim, diyor. Ancak rüyasını ulu bir zata tabir ettirmenin daha isabetli olacağını düşünerek, böyle bir zata gidiyor ve rüyasını anlatıyor. O mübarek zat şöyle diyor: -Güzel bir rüya görmüşsün. Elbette servete sahip olmak, onu çoğaltmak gereklidir. Serveti çoğaltmak demek ise onu tasadduk etmek, muhtaçları arayıp onlara dağıtmak ve sevdiklerine hediyeler vermektir…
Bu mübarek sözlerden de anlaşılmalı ki servet, insanı bir değirmen gibi öğüten bu evcik için değil, ötedeki esas ev için. Selef-i salihîn Allah’a yalan olmakta birbirleriyle yarış ederlerdi. Cennet ve cehenneme ve bunların el’an yaratılmış olduğuna inanır ve ayet gereğince “cennete girmek için yarışırlar”dı. Kalbinde “zerre miktar iman” olan kişi, Peygamber Efendimiz’in müjdesi ile, cehennemde kalmayacağım, öte dünyada, o büyük ve esas evde cennete dahil olacağını umabilir. Evcik’te nasıl yaşanması gerektiğinin binlerce tarifinden bir tarif, bir yol, tek başına bir ışık, bir kurtarıcı olan hadisi şerif şöyle: Buyuruyor Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem: -Kalbinde zerre miktarı iman olanın cennete gireceği umulur. Bu müjdeyi duyan sahabe sorar: -Ya Resulallah, zerre miktar iman nedir? -Bir Müslüman vakit namazlarından birini elinde olmadan kaçırır, bir sonraki namazın vakti girdikten sonra hatırlar da, bundan dolayı kalbine şiş saplanmış gibi olursa, onda zerre miktar iman vardır.
Evcik, güzel, doyumsuz, ama meşakkat ve görevler dolu. Evcik sevimli bir kelime. Muzaffer hoca bu küçültme takısı ile onu sevimli gösteriyor, onun lanetlenmemesi konusundaki, gereği gibi sevilip değerlendirilmesi konusundaki görevleri hatırlatıyor. Ancak bir yandan da her şeyin iyisini ve büyüğünü isteyen insana (bize), evin de, malın da, sevabın da en çoğunu isteyeceğimizi düşünerek, evcik’le büyük ev’den söz etmeye bir yol açıyor, bize asıl menfaatin büyüğünü işaret ediyor. Gönlünüzü, enerjinizi, dikkatinizi, bu küçük kulübe ile bu evcik’le fazla eğleştirmeyin demek istiyor. Zira bu evcik, bu sevimli ve tadı şey insanları dişlileri arasına alıyor ve bağırıp çağırmalarına aldırmadan kanını kemiğine katarak öğütüp bir gün toprağa atıveriyor.
Dünya var olduğundan bu yana değirmen misali dönmekte, insanlar da iki taşın arasında öğütülen buğday tâneleri misali hayatın acı tatlı olaylarıyla ömrünü geçirmekte…
Gerçek âşık Dost yolunda ün eyler Darb-ı tevhid ile bağrın hûn eylerDeğirmen daneyi döner un eyler Derviş hu der döner kâfir mi olur?
Değirmen taneyi döne döne un eylerken tavaftaki müslüman her bir devirle özünde olmayan kirleri atıp aslına dönüyor; Lebbeyk, lebbeyk ey kerem sahibi, başımda senin sevdan var, senin suyunla değirmen taşı gibi dönüp durmadayım…
Sultânü’l-âşikîn Yûnus Emre [v. 1320] (kuddise sırruhu) hazretleri bir nutk-ı şerîfinde haremdeki tavaf manzarasını anadolu insanı gözünden ne de güzel resmediyordu… Sözcükleriyle sanki kalbime doğru sızıyor, içinden kavrayarak yüreğimi avucunun içine alıyor, beş asır sonrasından İsmail Dedemin Hicaz’daki şehnaz bestesini de alarak el ele verip devrana kalkıyoruz:
Yürük değirmenler gibi dönerler El ele vermişler Hakk’a giderler Gönül Kabesini tavaf ederler Muhammed’in kösü çalınır bunda Ol serverin demi sürülür bunda
Semâda melekler kanat açarlar Önde bir kılavuz Hakk’a uçarlar Müminler üstüne rahmet saçarlar Muhammed’in kösü çalınır bunda Ol serverin demi sürülür bunda
Hep turnalar gibi yüksek uçarlar Kanadıyla halka rahmet saçarlar Ab-ı kevser şarabından içerler Muhammed’in kösü çalınır bunda Ol serverin demi sürülür bunda
Derviş Yunus ider görün n’oldu bana Aşkın muhabbeti dokunur cana Aklını başına devşir divane Muhammed’in kösü çalınır bunda Ol serverin demi sürülür bunda
Buradan sonra sus yol almaya bak, bunu da iyiden iyiye bil ki su garibin başını değirmen gibi döndürür ha döndürür…Bir teferrüc eyleyip baktım cihânın yüzüne Her neye baktım ise ibret göründü gözüme Âkil isen cân kulağın aç nazar kıl sözümeBir değirmendir bu dünyâ öğütür bir gün seniAlt taşı değirmenin yeryüzün tutmuş karâr Göklere kılsam nazar nicedir leyl ü nehâr Nice yüz bin enbiyâ toprağa kıldı karâr Bir değirmendir bu dünyâ öğütür bir gün seniÂline aldanma sakın mekr ile hîle kılar Verdiğini geri alır sanma kim bâkî kalır İki taşın arasında dânenin hâli n’olur Bir değirmendir bu dünyâ öğütür bir gün seniHalk edipdir kudretinden kâr-âgâh ol Hudâ Çark içinde dânesin ömrü ona oldu gıdâ Bulmadı iflâh ecelden enbiyâ şâh u gedâ İki cihânın güneşi fahr-i âlem Mustafâ Bir değirmendir bu dünyâ un ider bir gün biziCâhidî geç bu hayâlden bakma dünyâ malına Zehr olur her kim ki yerse sunma onun balına Âkil isen kıl seyâhat, gir Rasûlün yoluna Bir değirmendir bu dünyâ öğütür bir gün seni
Rûhu’l-Beyân’da; “Beyt’in Rabbine kulluk etsinler” ifadesindeki “Beyt”den maksat kalptir ki o, Kabe-i Hakiki’dir. Vâridât ve ilhâmâtın metafıdır (tavaf alanıdır)” buyrulur. Şimdi Kabe-ı Muazzama’ya ziyaret farz-ı ilahidir. Nedir O? Taştan yapılmış bir binadır, O’nun şerefi yerindedir. Bina olmasa da orada yine de yeri tavaf olunur. Asıl o yerdedir mukaddeslik ama yeryüzü topraktır. Cenab-ı Hak efdal-i mahluk olarak insanı yaratmıştır. Mü’minin kamili, meleklerden de üstündür. Asıl kabe, kabe-i hakiki insan-ı kamildir… Burada gidip dönüyoruz o dönmek zahiridir. Asıl düşünen insanlara lazım olan insan-ı kamili bulup da etrafında dönmesi, hizmetinde bulunmasıdır. Bir taş binanın etrafında dönmek kolaydır, imkanı olan herkes yapar onu. Fakat kamil mümini bulup da O’nun etrafında dönmek, sohbetine nail olup sözünü dinlemek, hizmetinde bulunmak, insanı kemale o ulaştırır işte.
Peygamber efendimiz’in asr-ı saadetinde müslüman olmuş, O’nu tanımış, O’nun çevresinde dönen müslümanlara sahabe diyoruz. Sahabe-i kiram Peygamber SAS Efendimiz’i nasıl dinlermiş? Tasvir, anlatım, ta’rif şöyle: “Sanki başlarının üzerine ürkek bir kuş konmuş gibi… Sanki kıpırdandıkları zaman bu kuş ürküp kaçacakmış gibi… O kuş kaçmasın diye, hiç kıpırdamadan, nefesini bile dikkatle alıp vererek, Peygamber Efendimiz’i öyle dinlerlerdi.” Evladını gömen insanlardan asr-ı saadet içre ashab-ı kiram yapan işte Hazreti Peygambere olan tabiyetin, hizmetin, muhabbetin mükafatıdır. Nitekim Resuli Kibriya hazretleri bir gün ashabına: “Kalkınız ve savaşınız” buyurduğunda Sa’d bin Ubâde’nin “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki atlarımızla birlikte denize dalmayı emretsen hiç tereddütsüz denize dalarız” demesinde bu adanmışlık duygusu, bu hizmet aşkı vardır.
Peygamber-i ahir zamana varis olanlar kıyamete kadar eksik olmayacaktır. Kabe-i hakiki olan O varisleri bulup onların etrafında belki peyklerin döndüğü gibi dönmek, O’nun hizmetinde bulunmak, sözünü dinlemek, gösterdiği yoldan dışarı çıkmamak gerektir. Hal böyle olunca Kabe-i hakikiye götürecek olan yolları aramak her mü’min-i muvahhidin boynunun borcu olsa gerektir.
Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların otuzbirincisidir.
Ma’bûdumuz, maşûkumuz, mahbûbumuz kendisiyle vücûd bulduğumuz, ibadet ve taatların, hamd ü senâların sadece kendisine hasrolunduğu, ta’zime, tesbîhe, tenzihe ve tehlile lâyık bizlerin teşbihinden ibadet ve taatından ve tavsifinden münezzeh olan maksûdumuz, matlûbumuz güzeller güzeli Allah’ımız, zü’l-Celâl ve tekaddes Hazretleri’ne hamd ü senâdan âciz olarak fakat yine de kendi lûtf u ihsanıyla ve bizlere in’amıyla, sonsuz hamd ü senâ eder, dergâh-ı mecd-i ulûhiyetinden rıza-yı şerifini ümid ederiz.
Sultanü’l-enbiyâ, mahbûb-ı kibriyâ, şefî-i rûz-i ceza, enîsi’d-duâfa, merce-i fukara, sahib-i kabe kavseyn ev ednâ, Resûlen, Mekkiyyen, Medeniyyen, Haşimiyyen, Kureyşiyyen, Ebtahiyyen, ruhiya ve ruhaniyya sultânımız, efendimiz Resûl-i kibriyâ’ya salât u selâmdan âciz iken ümmet-i Muhammed olmaklığımız hasebince lütfedilen bu vesileye sığınarak salât ve selâm eder, salâvât-ı şerîfelerin sırrıyla o Fahr-i âlem Efendimiz’e arz-ı hal eyleriz. Ruh-i Resûlullah’ın bizlerden hoşnud ve râzı olmasını Cenâb-ı Hakk’tan niyâz eder, ashâb-ı kirâm rıdvanullahı Teâlâ ecmaîn hazerâtının dahî arkadaşlıklarını sırat-ı mustakîm üzere refakatlerini Rabbü’l-âlemîn Hak Teâlâ’dan taleb ederiz. Cenâb-ı Hakk bizleri “ve hasüne ülâike refika” âyet-i kerîmesinin sırrına mazhar eylesin.
Allah Teâlâ’nın selâmı üzerine olsun İhsan Efendi oğlum,
Derviş İhsan Efendi oğlum. Cenâb-ı Hakk Sûre-i Yunus’ta “Dikkat ediniz, şol evliyâullah ki (o Allah velîleri ki) onlara korku yoktur ve mahzûn da olmayacaklardır.” buyurarak Allah Teâlâ’ya yaklaşmanın ahvâlini beyân edip devamında o kimselerin Cenâb-ı Hakk’tan ayrı düşmek ve muhabbetinden uzaklaşmak korkusunda ve Allah’a îmân etmede sabit kadem oluşları nazara verilmektedir. İşte maksûdu Hak; matlûbu, rıza-yı Hakk olanlar dünyevî kaygılardan âzâd olurlar. Küllî iradenin câzibesi ve Hak Teâlâ’ya muhabbetin, ülfetin zevki onları havftan (bilemedikleri korkudan) ve mahzûn (hüzünlü olmak, sebebsiz yere dünyevî işlerden sıkıntı duymak) olmaktan muhafaza eder. Allah Teâlâ’ya âşinalık, uzaklıktaki korkuya benzemez.
Cenâb-ı Hakk bu âlemi imtihanhâne olarak te’sis etmiştir ve Kur’ân-ı Kerîm’inde “Yemin olsun ki sizi bir şeyle imtihan edeceğim. …” buyurarak kimsenin bu imtihandan âzâd olamayacağını beyân eylemiştir. Mal mülk, evlâd u iyâl, insanın edindiği diğer semereler bu âlemin ziynetleri, süsü mesabesindedir. Ama aslolan bu imtihanhânede Allah Teâlâ’ya kulluk imtihanını vermek, kul olduğunu tasdik edebilmektir. Evvelce de söylediğim gibi insan bu âleme ulûhiyeti tahsil etmek için gelmedi, ubudiyeti tahsil ve te’vil etmek için geldi. Fenâ sahasının imtihanları satıhtadır. Allah Teâlâ’ya kurbiyyetin imtihanları ise derûndadır yani bâtındadır. Evliyâullah da Cenâb-ı Hakk’tan çekinir, avâm da. Lâkin evliyâullah huzurda olduğunu müşahede eder ve onların korkulan avâm-ı nâsın (insanların çoğunun, ekseriyetinin) korkulan gibi değildir. Ekseriyet, canıma ne olacak, malım mülküm elden gidecek mi, evlâdımın istikbali nasıldır, gibi korkularla ömrünü harceder ve bunları kaybetmemek için Cenâb-ı Hakk’a müracaat eder. Halbuki erbâb-ı kurbiyyet ve velâyet olan zâtlar her şeyi O’na yakınlığa vesile eder, O’ndan gayrı muhabbete meyletmez hatta O’na duyulan muhabbeti bile gene O’nun yoluna sevkeder, infak eder. İnşâallah bu sözlerim sorduğunuz suâle cevap olmuştur. Burada Bağdatlı Rûhî Efendi’nin gâyet hakîmhâne bir nutku vardır. Belki ezber eder ve hikmetinden istifade edersin.
Sanma ey hâce ki, senden zer ü sim isterler Yevme la yenfâ’u’da, kalb-i selîm isterler
Ma’lûm, buradaki hâce’den kasıd şeriatın zâhirinde kalan ve hocalık taslayan kimselerdir. Yahut ilm-i zahirle âleme üstünlük taslayan kişilerdir. Dikkat buyurduysanız bu beyitte “O gün kişiye ne topladığı mal ne de evlâd u iyâli fayda verir Ancak selim bir kalb onu kurtuluşa sevkeder.” mealindeki âyet-i kerîmeye işaret vardır.
Berzah-ı havf ü recâdan geçegör nâ-kâm ol Dem-i âhirde ne ümmidü ne bim isterler
Âlem-i bi meh ü hurşid ü felekte her giz Ne mühendis, ne müneccim, ne hekim isterler
Buyurarak insanın bu dünya hayatında hangi tahsili ederse etsin, hangi korku ve ümidle yaşarsa yaşasın Allah Teâlâ’ya kurbiyyeti tahsil etmedikçe müşkillerini halledemeyeceği, hayatım idrak edemeyeceği, hikmetinden de haberdâr olamayacağı beyân edilmiştir. İnsan hikmetsiz yaşayamaz. Hikmetleri ilâhî zemine nisbet edemezse o ilim de ona fayda vermez, huzur bulamaz. Hatta ilâhî hikmetlerden uzak kalarak edindiği ilim, huzursuzluğunu ve mükellefiyetini (sorumluluğunu) artınr. Fakîrin en çok hoşuna giden beyitlerse şunlardır:
Kıble-i mâniyi fehmeylemeyen kecrevler, Sehvine secde edip ecr-i azim isterler
Ezber et nükte-i esrar-ı dili ey Ruhî Hâzır ol, bezm-i ilahîde nedim isterler…
Evet, aynen böyledir. Hak Teâlâ’dan tasdiki olmayan bir ilim yahut Hak Teâlâ’dan tasdik olunduğu halde tatbik olunmayan ilim kişiyi hataya düşmekten kurtaramaz. Hatta biliyorum zannıyla söz de dinlemez, nutuk haklamaz (Söylenilen nutku yerine getirmez, hak sözü tatbik etmez.)
Alem-i keşf-i mânide çok esrar açılır Giremez nefs-i gazub, anda halim isterler
Sâkin-i dergeh-i teslim-i rızâ ol dâim Ber-murad etmeğe hizmette mukim isterler…
İşte böyledir. Kişi bilmediğinin düşmanıdır. Nefsini bilmemek ve ilimden mahrum olmak gadabı celbeder. Gadap, hakkı ve hukuku tamamen unutup nefsini kâim kılmak sıfatının cebren kendisini göstermesidir. Ol sebebden gadap hilmiyetle teskin olmazsa yaptığı tahribada ve zararla kişinin yakasını bırakmaz. Akabinde kişi şehevâni zevkleri artmış ve bedenî zevklerini tatmin ile eyice Hak’tan uzaklaşmış olur. Bu acayip bir şeydir. Gadap şehveti besler. Hakk’a ibadetten mahrum olan kişilerin en bâriz özelliklerinden biri kendi kudretleriyle her şeyi yapacaklarını zannetmeleridir. Hak’tan gâfil olmak kibrin neticesidir. Kibir, hakkıyla tevhîd edememenin yani şirkin hastalığıdır. Kibir derinlerde ve kişilerin bâtınına çöreklenmiş bir illettir. Bu illet gadap ve şehvetle kendisini gösterir. Lâkin gadap şehvetten tehlikelidir. Çünkü gadap benliğini tam kabullenme halidir. Şehvet ise benliğini zevke âlet etmek veya zevkle memnun etmektir. Gadap, şehveti besledikçe şehevânî örtü gafleti ziyâdeleştirir, gaflet perdelerinin ağırlığı kişiyi önce ibadet taatın zevkinden, zikir ve sohbetin ülfetinden, Hak dostluklarının nazarından soğutur ve neticede kişi esir-i şehvet olduğunda ye’se ve ümitsizliğe düşerek hem ibadetten hem hakan abitlerden tamamen uzaklaşır. Etrafında tıkırtı duysa, ansızın huzuru bozulsa hemen korkuya ve evhama kapılır. Çünkü kaidedir: Hain kişi korkar. Nifaktan kurtulamadığı için devamlı nefsanî korkularla ömrünü harceder. Bu korkulan izâle için mal mülk edinir, sahte muhitlerde sahte dostluklar kurar. Yani işte şu an dünyadaki insanların ekseriyetinin haline dönüşür. Esir-i şehvet olanlar başkalarının hukukunu tanımazlar. Söz uzar gider, lâkin şehveti tatmin, neticede muhakkak esir-i nefs ve şehvet yapar. Mürşid-i kiram hazerâtı, kişileri tedavi ederken derece derece terbiyeve tâlimde bulunurlar. Çoğu insan zâhirî riyazatla Hakk’ı bulduğunu fehmeder. Halbuki içinde çöreklenmiş kibirden haberi yoktur. O kibir, şehvet ve gadapla kendini gösteremezse muhakkak kendisine tatmin için başka bir saha bulur. İbadet taatla meşgul olan kişiyi ucûb şeklinde ifsada kalkar. Onu halletse bu sefer varlık vehmine düşürür. Hep nefsin içinde, derininde bulunan kibrin yani şirkin dallarıdır bu nev’î haller. Peki bu nasıl izâle edilir? Bu hastalık, ihtisasla, hikmet öğrenmekle, kendince riyazat etmekle hallolmaz. Mürşidin terbiyesi dahî bir yere kadardır. Ne zaman insanın kalbinde aşk-ı ilâhî zuhûr eder ve bunun sirayet etmesine mâni perdeler kalkarsa işte o zaman kibir barınacak bir vücûd bulamaz. Zîrâ aşk vücûdsuzluktur. Peki bu nasıl olacak? El-cevap: Kemâl-i aşka mazhar olmuş bir kâmile aşk derecesinde mürîd olmakla. Kişinin mürşidine duyduğu bu muhabbet onu, yolunun büyüklerine ve neticede Allah ve Resûlü’ne mülhak eder. Mektûbun başında arzettiğim gibi, Allah Teâlâ bu yolun yolculanna nebîleri, sıddıyklan, şehidleri ve sâlihleri arkadaş eder. Cenâb-ı Hakk bu arkadaşlığın da, Kur’ân-ı Kerîminde “ve hasüne ülâike refika” buyurarak güzel arkadaşlık olduğunu tenbih eder. Herhalde suâlinize ziyâdesiyle cevap olmuştur.
Kıymetli İhsan Efendi oğlum, Hazret-i Pîr Ahmed er-Rifaî, evliyâullahın büyüklerinden Aktab-ı Erbaa denilen dört büyük kutbun ikincisidir. Sizin zikrullahta müşahede ettiğiniz o nev’î hallere “bürhan” denir. Bürhan, ma’lûm, delil demektir. Yani inkâr edilemez, müşahede edilen hüccet demektir. Şiş, kılıç ve gül bürhanını görmüşsünüz. (Rifaî tarikatında zikrullahta kalbî esmâ başladığında dervişler vücüdlarına şiş veya kılıçla tatbikatta bulunur, bazen de kor olmuş demir parçasını yalayarak veya ağızda hapsedib soğutarak acayip haller gösterirler, âyinde kullanılan bu aletlere ‘zarf’, gösterilen bu hale de bürhan denirmiş.) Başka başka bürhanlar da vardır. Şimdi sana lâzım olan şudur: Bir kere senin seyr u sülûkunla bunların alakası yoktur. Lâkin onların da yaptığı halleri acayip karşılama. Adı üstünde bu hale ‘bürhan’ denir. Bürhan denilmesindeki kasıd enbiyânın mucizesini inkâr edenlere ve evliyânm kerâmetini inkâr edenlere delil sunmaktır. Maddî âlemin hak olduğuna inanıp da mânânın hakkını teslim etmeyenlere bir îkazdır. Meselâ bazıları derler ki: “Efendim, Hazret-i İsmail’i bıçak kesmemiş, hiç bu mümkün mü veyahut Hazret-i İbrahim’i ateş yakmamış, böyle acayip şey olur mu?” İşte o zaman bu dervişler, kılıcı, Hazret-i İsmail(as)’in tesbîhatıyla vücüdlanna vururlar; hem acısını hissetmezler hem de o kılıç darbesinden kendilerine zarar erişmez. Ve sonra Âşık Yunus’un “Kılıç mı keser Allah diyeni?” sözü anlaşılmış olur.
Yahut Hazret-i İbrahim (as) ile alakalı âyeti okurlar ve ateşi ağızlarında söndürürler. Aynen senin anlattığın gibi yanmış et kokusunu duyduğun halde onların ağzında ne bir yanma ne de bir acı vâki’ olur. İşte bu apaçık bürhandır. Rifaî dervişleri bu hali göstererek münkirlere “Bizler âciz, zayıf ümmetler olduğumuz halde işte bak, ne kılıç keser ne ateş yakar. Enbiyâya ve evliyâya bu nev’î mucizeleri ve kerâmetleri çok görmeyin ve inkâra da yeltenmeyin.” diyerek meydan okurlar. Fakat bu, herkes eline bir şiş alsın; orasına burasına batırsın, tecrübe olsun diye yapılmış bir şey olmamalıdır. Zaten Rifaî tarîkinde bu nev’î haller ekseriyetle gösterilmez yani sıkça yapılmaz. Tarikata dâhil olmaktan murâd, Efendimiz’in ahlâkını hal edinebilmektir. Gerek Rifaîyye’de gerekse başka tarîkte olsun kişi bu nev’î bürhanlara heves etmemelidir. Vakti saati gelince vuku’ bulursa eyvallah deyup zarfı kabul etmelidir. Bu zikrullaha dâhil olduktan sonra size gösterilen mânâya gelince, evlâdım bürhan sırrı zât-ı âlinize verilmiş. Fakîrde bazı emanetler var. Teberrüken (yani uğur olsun ve öylece emaneten bulunsun diye) bende bulunmaktaydı. İnşâallahu Teâlâ mektûbun sonunda size şiş ve kılıç bürhanını, gürz ve gül bürhanını ayrıca yılan ve akrep gibi hayvanların teshirini (bağlayan, emri altına alan), dualann metnini muhtasar olarak yazacağım. Fakîr size verdikten sonra zuhûr ettiğinde bu emanetleri kullanabilirsiniz. Ayrıca Üsküp’te karındaşım olan Rifaî şeyhi, Şeyh Mehmed Efendi’ye fakîrden selâm edüp teberrüken kendisinden bu emanetleri alınız. Almasanız da bir şey îcab etmez. Allah mübarek eylesin.
Pek kıymetli İhsan Efendi oğlum. Bizler devrân ederken, ma’lûm, kalbe doğru yani Kâbe-i Muazzama’yı tavafın aksi istikametine devrederiz. Devrânın sırrıyla alakalı göndermiş olduğum mektûbda tafsilatlı şekilde bu durum îzah edilmiştir. Fakat bahsettiğiniz zikir meclisindekiler sizin beyânınıza istinaden anlaşılıyor ki hem şeriatı hem tarikatı birbirine karıştırmış ne usûl-i şeriatı ne usûl-i tarikatı layıkıyla fehmetmiş hatta hicâb ederek söylüyorum, Allahu a’lem, bir mürşidden mezun olmadan taklid etmeye kalkışmış kişilerdir. Zaten size ma’lûm olduğu şekliyle kalbinizdeki daralma ve o kişilerin nazarlarındaki şeytanî bakış ferasetinizden kaçmamış. Bu nev’î durumlarda mürşidinizden salahiyetiniz yok ise müdahale etmemeniz yerinde olacaktır. Amma inşâallahu Teâlâ mektûbun sonunda bürhan emanetleriyle alakalı duaları verirken size mânevî kılıç nasıl çekilir ve bu nev’î mânâ düşmanlarının boynu nasıl vurulur, onu dahî tâlim edelim. Bu duayı okuduğunuzda size emanet olarak verilen mânevî silahı kullanır, mûcibince amel edersiniz. Bu nev’î sahtekârlara meydanı bırakmamak fütüvvettendir. Haddini bilmeyene haddini bildirmek, kırk yetime kaftan giydirmekten efdaldir, vesselam.
İhsan Efendi oğlum, mevzu’ bu nev’î mukallidlerden açılmışken tarikatların esmâ’mı yahut usûllerini tilki gibi aşırıp hırsızlık yapan, ondan sonra da ortalıkta arz-ı endam eden birçok sahtekârlar vardır. Bizim gençliğimizde bu nev’î şeyler yok değildi. Lâkin muktedir, hem erkân bilir hem de yerinde müdahale eder kişiler vardı. Allahu a’lem bu zevât azaldığından meydan sahtekârlara ve bu uğursuzlara kaldı. Daha evvel namazı terk eden bir gürûhtan bahsetmiştim. Şimdi bir de biz Melâmiyiz diye ortaya çıkan ahmaklar türedi. Yâ hû, melâmet her tarîkte sâlikin neş’esine göre zuhûr eden bir haldir ve yüksek, ulvî bir haldir. Herkes melâmet ehli olamaz. Yani derviş olur amma melâmete muvaffak olamaz. Melâmet başkalarının kınamasına i’tibar etmemek, medh ü sena edilecek hallere erişse de kendindeki bu tecellîleri halkın nazarından kaçırmak yahut saklamak için gayret etmek demektir. Sülûkta bu iki şekilde zuhûr eder. Birincisi; yolun başında olan sâlik halkın kendisine alakasını ve teveccühünü hoş görür ve halkın hoşnudluğu, Hakk’ın hoşnudluğu ve rızasına muhalif derekeye gelirse mürşid tarafından mürîde halkın kınayacağı bir fiil yaptırılır. Hazret-i Aziz Mahmud Hüdayî Efendimiz’e ciğer sattırılması yahut bazı dervişlere saçı sakalı tıraş ettirmeleri gibi. Böylece müridin halkın ülfetinden alakayı kesmesi ve onlann muhabbetlerinin gelip geçici olduğunun gösterilmesi temin edilir.
İkinci yol ise; yolun kemâline yaklaşmış hatta kâmil mertebesine gelmiş mürîd, halkın kendisine i’tibar etmemesi, böylece Hak ile meşguliyetini daha rahat îfâ edebilmesi için kendi tedbiri ile melâmet kisvesine bürünür. Burada mürşidin müsaadesi vardır ancak bu hal dervişin tarikat içersindeki meşrebiyle alakalı bir durumdur. Ma’lüm, melâmet “levm” kelimesinden gelmektedir. Levm ise kınanmaktır. Şimdi zamanımıza gelince kendilerine “Melâmî” diyen bazı şahıslar bu hallerden uzak oldukları gibi, ne melâmetleri melâmet, ne de kerâmetleri kerâmet kabilindendir. Zîrâ ulemâ ile sofilerin arası açıldı. Bunu din düşmanları bilerek yapıyorlar. Sanki sofi olmayı, şeriattan uzaklaşmakmış gibi gösteriyorlar. Sofiler ile zâhir ulemânın arasını açarak da şer-i şerifin hükümlerini yahut şeriat ehli olan ve dini kendisinden öğrendiğimiz zâtlan çirkin göstermeye çalışıyorlar. O halde melâmet ehli olmak isteyen kişinin, hazır böyle düşünülmüşken, şerâitten görünmesi daha uygun değil midir? Çünkü şu an kınanan, kötülenen, zâhir ulemâsı gibi görünmektir. Sofiyim, diyen kişi kınanmak istiyorsa başına beyaz sarığı taksın, sakalı da koyversin, halk içine karışsın: İşte kınanmak için bir sebeb. “Yok efendim, biz hal ehliyiz, halimizi saklamak için ibadet ve taatı terk ediyoruz.” diye iddia ediliyorsa zaten kınanmaya hâcet yok, bu nev’î kişileri Allah kınamış ve huzurundan tardeylemiştir. Bunlar, hem Hak katından hem halk katından düşmüş insanlardır. Esmâ-ı ilâhîyenin hikmetleriyle, zâhirdeki hâdiselerin bâtınındaki hikmetlerle güyâ meşgul olup biraz İbnü’l-Arabî Hazretlerinden, birazcık Niyâzî-i Mısrî Hazretleri’nden ma’lûmât aşırıp, bir de utanmadan kendilerini Hacı Bayram-ı Velî’nin o büyük halîfesi Bıçakçı Dede(Ömer Sikkînî Hazretleri)’ye nisbet ediyorlar. Namaz desen yok, oruç desen yok, ihvandan kardeşimiz sormuş, niye namaz kılmıyorsunuz diye, ne dese beğenirsin? “Biz salât-ı dâimûndayız.” diye cevap vermiş. A iz’ansız herif, madem salât-ı dâimündaydın, hangi aralık çıktın da bu cevabı verdin? Zâhiri burada otururmuş, bâtını başka âlemde namaz kılarmış. Bu nasıl iş ise bunu, Efendimiz (sav) bile yapamamış. Ayakları şişinceye kadar namaz kılmış, Hendek gazasında dahî müşrikler namaz vaktini geciktirdiler diye onlara beddua eylemiş. Yani Allah Resûlü(sav)’nün çıkıp da kılamadığı âlemdeki namazı bu namussuzlar kılıyormuş da haberimiz yokmuş. Yâ Rabbî, bu nev’î şerli insanların şerrinden Sana sığınırız.
İhsan Efendi oğlum, bu nev’î insanlarla şeytan uğraşamaz. Zîrâ şeytanın bunlarla alıp veremediği yoktur. Hatta bu adamlann bulunduğu yerde şeytana hâcet de yoktur. Ne sohbetleri sohbete benzer ne usûlleri usûle benzer. Yüz kelime konuşsa her kelime diğer kelimeyi götürdüğünden ortada yokluktan başka bir şey kalmaz. Evet, insanların bir zaman, tarikatı şekilden ibaret zannetmeleri hasebiyle taklidde kaldıkları ve bu sebebden yollarını âtıl hale getirdiklerini bilmekteyiz. Onları îkaz mahiyetinde bazı büyük pîrler ve meşayih-i iz’am îkaz edici sözler söylemiş ve hatta bu seyr u sülük putlarını birer birer tepelemişlerdir. Amma bunun sebebini bilmeden, seyr u sülûktan haberdâr olmadan bunları taklid etmek, tarîkatın zâhirini taklid edenlerden daha âdi bir takliddir. Zîrâ bu durumda bâtınını taklid etmeye çalışan ahmak bir güruh zuhûr etmiştir. Haydi zâhirini gördün taklid edersin, bâtının taklidi mi olur? Bir de utanmadan kendinize Melâmî dersin. Bak sana Hazret-i Abdulkâdîr-i Geylânî’den melâmete işaret. Hazret-i Pîr “Dervişler zikirden sonra su içmesinler, zîrâ zikirden sonra bir iç yanması olur ve bu yanma vücûda hararet verir. Su içildiği vakit, içteki ateşin buharı yüze vurur ve benzi sarartır. Benzi sararınca o kişiyi görenler Allah korkusundan ve takva ehli olduğundan rengi ruhsan sararmış diye iltifat eder, rağbet ederler. Dervişe ucûb gelebilir. Bu halden, ziyâde sakınsın.” buyuruyor. Al sana melâmet. İbadet taat edecek, Allah’ın farzlarını yerine getirecek, lâkin halkın rağbetine ve ülfetine mâni olacak şekilde tedbirini alacak. Söylemiştim, lâkin bir daha zikredeyim. Hz. Ömer(ra) hilâfeti sırasında bir gün cemaati topluyor ve şöyle diyor: “Ey insanlar, siz Ömer’i böyle görürsünüz de adam mı zannedersiniz. Bu Ömer putlara tapardı, Câhiliyye zamanında türlü türlü fenalıklar yapardı; halaları, akrabaları açken tek başına ziyafet sofraları düzer, hiç aldırmadan tıka basa yemek yerdi. İşte Ömer böyle bir adamdı.” Bunun üzerine arkadaşı Abdurrahman bin Avf (ra), Hazret-i Ömer Efendimiz’in yanına gelerek “Yâ Ömer, sen ne yaptm, kendini bu kadar aşağılamak olur mu, senin nefsine yaptığın bu hareket âdetâ zulümdür.” diye mukabelede bulundu. Hz. Ömer, Abdurrahman bin Avf’a “Yâ Abdurrahman, sen bilmiyorsun, bu nefsim neler söylemekte. Tek başıma kaldığımda ‘Ey Ömer, sen bu ümmetin makbûlüsün, Ümmet-i Muhammed’e halîfe oldun, mü’minlerin emîrisin, sen şöylesin, sen böylesin.’ diyerek beni yoldan saptırmak istemekte. Şimdi halkın nazarında bu şekilde söylüyorum ki, bana böyle fısıldamayı kessin.” diyor. İşte al sana melâmet. Olacaksa böyle olmalı, olmayacaksa hiç ağza alınmamalı. Kişi o hal ile hallendiğinde büyüklerin yaptığı fiillerden hissedâr olur. Lâkin taklid ile hakikat bulunmaz. Veyahut taklidde kalınırsa sadra şifa olmaz. Taklidi geçtik, başkalarım aldatmak için hainlik yapılır ve cehalette ısrar edilirse sadece kendi sapıtmaz, başkalarının da sapıtmasına sebeb olur.
Derviş İhsan Efendi oğlum. Daha ilk mektûbumda size tarikat ve tasavvufun nice olduğunu, keyfiyetini, kişide bulunması gereken niyeti ve Hak yolların, mürşidlerin vasıflarını muhtasaran beyân etmiştim. Sizler yaşadıkça oradaki nasihatların ve ma’lûmâtın ne kadar ehemmiyetli olduğunu ayne’l-yakîn müşahede edeceksiniz ve ehemmiyetini daha iyi idrak edeceksiniz. Cenâb-ı Hakk ibret alanlardan eylesin, ibret olanlardan eylemesin. Diğer suâlinizin; cevabını bu mektûbda arzedemeyeceğim. İnşâallahu Teâlâ başka bir zaman cevap vermeye gayret ederim. Cenâb-ı Hakk taklidlerimizi tahkîk eylesin. Nefsanî, şeytanî, insanî velhâsıl cümle mahlûkatın şerrinden ve musibetinden bizleri muhafaza eylesin. İnsan sûretindeki şeytanların şerrinden, Hak sûretindeki vesveselerin ve bâtılın şevkinden bizleri ma’sûn ü mahfûz eylesin. Hakk’ı hak görüp tâbi olmakla nzıklandırsın. Bâtılı bâtıl gösterip kaçınmakla bizlere lûtufta bulunsun. Nur-i Muhammedi’nin nuruyla ve gözümüzdeki firâset, gönlümüzdeki îmân çerağıyla sırat-ı mustakîmini dâimâ gören ve o yolda sabit kadem olan kullarından eylesin.
Âmin, bi hürmeti Tahâ ve Yasin ve âl’i Ya-sin velhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn.
Allah’a emanet olunuz. Esselâmu aleyküm ve rahmetullahu ve berakâtuhû
6. MEKTUP Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların altıncısıdır.
Hamd ü senâyı kullarına bildirip bunu dahi kendi muhabbetini vermeye vesile kılan Cenab-ı Hakk’a bînihâye hamd ü senâ olsun. Nuru evvel ba’si sonra, evvelki ümmetlerin ve bu ümmetin Efendisi, Mahbûbu’l Kulûb Habîbullah ve Rasûlullah Efendimiz’e en güzel salât ve selâmlar muhabbetle arz olunsun.
Aşkımı, muhabbetimi ve hatta hasretimi meşkettiğim, aydınlık gönlüyle gözümü, gönlümü aydınlattığım Hakk yolundaki kıymetli kardeşim, Allah’ın lütfu ve ihsanı, İhsan Efendi oğlum, Cenâb-ı Hüdâ’nın selâmı, bereketi senin ve hidâyet üzere olanların dâim üstünde olsun.
Sıhhat ve selâmet haberlerinizi aldım. Her geçen gün muhabbetinizin, hikmetinizin ve irfanınızın ziyâde oluşuyla mesrûr oldum. Bize yazdıklarınız satırlardan öte, sadırlardan neş’et eden inci mercan gibi gözümde canlandı. Ve benim de gözlerimden muhabbetle inci mercan gibi gözyaşları döküldü. Cenâb-ı Hakk seni iki cihanda azîz eylesin. Bu muhabbet ve dua faslından sonra beyan ettiğimiz meseleler hakkında yine âdetimiz olduğu vech ile birkaç satır yazmaya gayret edelim. İnşallah Cenâb-ı Hakk bizi râzı olduğu şekliyle anlatmaya, sizi dahi bu rızâya uygun anlamaya muvaffak kılar.
Gözümün nuru İhsan Efendi; mürşîdine ve o silsileden birbirini takip eden büyüklerine muhabbetinin her geçen gün ziyadeşliğini (arttığını) beyan ediyorsun. Lâkin bazı dervişlerin bu sevgi hususunda seni kınadıklarını, kendilerinin de tâbiri câiz ise lenger-endaz (çok rahat, lâubâlilik derecesinde geniş meşrepli olmak) tavır içerisinde olduklarını hatta o derece ki seni kendi muhabbetinden şüpheye düşürecek bir lâubâlilik içersinde bulunduklarını ifade ediyorsun. Bu durumun senden evvel derviş olanlarda gözükmesinden dolayı da; Acaba bu işin kemâle kavuşması bunlar gibi mi oluyor? Makbul hâl bu mudur? Ben mi hata ediyorum? düşüncesini doğurduğunu söylüyorsun. Güzel evladım, bu hâl sadece bizim meclislerimizde olmayan, bu nevi muhabbet halkalarında dâima gözükegelen ahvâldendir. Müşkülünü çözmek gerekirse can kulağını bizden yana ver ve dinle.
Evladım, sevgi ve muhabbet bizim meşrebimizde tabiî ki hürmet ve saygıdan evvel gelir. Bizler aşk u muhabbetle pişer kemâle ereriz. Gıdamız aşk, cevherimiz aşk, her hâlimiz aşk u meşk üzeredir. Amma, şunu unutmayasın ve asla ihmâl etmeyesin ki sevgi ve muhabbet, hürmet ve saygıyla devam eder. Saygı ve edeb terkedildikçe kişide uyanan aşkın ve muhabbetin, âşık ve mâşuk alâkasının çökmesi, kaybolması muhakkaktır. Gerçek âşıklar, ne kadar mâşuklarına yakîn olsalar da asla edebi aşmayanlardır. Ümmet-i Muhammed’in aşkı Hazreti Peygamber’in meşk ettiği bu aşk hâlidir. Necm suresinde Cenab-ı Hakk, Hazreti Peygamber’in mi’râcında bu edebe de işaret buyurmuşlardır. Öyle ki bu muazzam tecelli karşısında dahi Hazreti Peygamber’in görmesi gerektiği gibi gördüğünü ve mübarek nazarının asla haddi aşmadığını ayetlerle övmüşlerdir. Bu dahi göstermektedir ki Allah’ın râzı olduğu yakınlıklar ve muhabbetler Cenab-ı Hakk’ın tecellilerine kişi mazhar kılar. Fakat bunun olabilmesinin şartı ve dahi devamının şartı edeb, saygı ve hürmet, hâsılı ciddiyettir. Seyr u sülûk eden kişi, her geçen gün mukaddesâtını daha azîz görür ise yaşadığı muhabbete ciddiyetle bağlanır ise o kişi feyizlidir ve her geçen gün menzile ulaşmaktadır. Sohbetlerinde veya mürşîd huzurunda veya hâllerinde veyahut rüyalarında bazı güzelliklere ve iltifata erişen kimseler, şımarmaya meylederler. Bir mürşîde niçin gönül bağladıklarını unutur, bu ikramlarla lâubâli olup nefis mücahade ve mücadelesinde rehâvete kapılırlar. Zaten bir çok insanın seyr u sülûka girdiği halde bu sülûku tamamlayamamışları bu nevi edepsizlerdendir. Bunlarla oturup kalkma. Daha evvel tembihlediğim gibi adı, vasfı, ünvanı, rütbesi, kıdemi ne olursa olsun bunlarla ülfet etmeyesin. Muhabbetini dahi bunlardan saklayasın. Lakin onları da küçük görüp kınamayasın. Zira kişi neyi kınarsa başa gelegen olur.
Sana lazım olan mürşidâne sohbettir. Muhabbetle hizmete devam ederek tesbîhâtına vesâir vezifelerine muhabbetle müdâvim olasın. Zamanı geldikte bu kimselerin dahi niye mürşidin huzurunda hâlâ bulunduklarını ve ayıklanmadıklarını elbet anlayacaksın. Şimdi sana lâzım olan kendini bütün mahlukattan daha düşük görüp Azîz olan Allah ve Rasulüne ve sana bu izzeti bildiren, şerefi bahşeden Allah ve Rasul aşkına sımsıkı tutunasın.Öyle ki bu muhabbetten uzaklaştığında nefesin kesilmiş gibi, havasız kalmış gibi kayıp içerisinde olduğunu hem fehmederek hem de ayne’l-yakîn görerek daima dikkat sahibi olasın. “Gayrıdan ümidi kes, Allah bes, bâkî heves” diyerek vaktini nakde çeviresin.
Kıymetli evladım, güzel koku meselesine gelince, Allah mübarek eylesin, pek çabuk menzillere ulaştırılıyorsun. Dervişânın namazla, Kur’an’la ve tesbihatla meşgul olduklarında, bazen güzel kokuların kendilerine ikram edildiği yine büyüklerimiz tarafından bildirilmiştir. Sizdeki bu hâl dahi beyan edilen seyr u sülûkta bu esma zikrinde ve mertebesinde gayet tabii bir hâldir. Yine ileride bu güzel kokuların tiryakisi olacak şekilde mazharı olacaksınız. O kadar ki o kokuları duymadan rahat edemeyecek, dâima Şemme-i Muhammedî’yi (Rasulullah Efendimiz’den neşet eden güzel kokuyu) arar, özler bir vaziyette ve bu kokuyla bilişir, görüşür, buluşur bir hâlde olacaksınız.
Hatırlarsanız bu güzel sözleri başka vesileyle size yine yazmış idim. Şimdi icab etti bir daha zikrettik. Hazreti Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, saâdet membaı olan evlerine geldiklerinde az evvel oradan ayrılan Hazreti Üveysü’l Karani’yi kastederek; “Burada bir Allah dostunun kokusunu almaktayım.” buyurdular. Fakir dahi buna işaret etmek isterim ki, siz bu kokuyu aldığınızda, o koku karşıdan size ikram edilen bir ihsandır. Bilişmek, buluşmak böyle olur.
Hazreti Yakub Aleyhisselam, Hazreti Yusuf’un gömleğini getiren kervan yola çıktığında nasıl kokuyu almıştı; fehmet, düşün… Yani demek isteriz ki ibâdât ve tâatta bazen sohbette, bazen rüyada ve zikir tesbihâtta neş’et eden güzel kokular en büyük ikramdandır. Zira yakınlaşmaya işaret eder. Allah bu yakınlığınızı hakka’l yak’in mertebesinde eyleyerek Cemâl’ine ve Cemâl-i Rasulüne sizi âşinâ eylesin.
Pek kıymetli evladım; yolumuzun bir sırrını dahi size ifşâ edeyim ki, bazen evliyâullah hazerâtından bahsederken veyahut türbelerini ziyaret ettiğinde güzel bir koku zuhûr ederse hemen Fâtiha-i Şerife okuyarak nimetin şükrünü edâ edesin. Ve bu hâli etrafına ifşâda bulunmayasın.
Muhabbetli evladım İhsan Efendi; Cenab-ı Hakk’ın ve Fahr-i Âlem Efendim Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in beyan ettiklerine tâbi olan dörtyüz küsur tesbit edilmiş tarikat vardır. Tabiî bunlar içersinde bıraktığı eserlerle va’z u nasîhatlarla iştihar etmiş (şöhret bulmuş, ünlenmiş) kıymetli zevât vardır. Onların güzel eserlerinden istifâde edip okumak, hangi meşrepten olursa olsun, bir dervişe mümkünse lazım olan vasıflardandır. Vaktini boş geçirmeyesin. Bazı tembel, fodul dervişler, kendi tembelliklerine bir kisve bulmak ve yaptıkları mâlâyaniyi (boş ve faydasız işleri) örtmek için; “Bize yolumuzdaki sohbet ve çektiğimiz tesbih yeter” diyerek güyâ sözümona teslimiyet gösteriyorlar. Ancak yerlerinde sayıp duruyorlar, hep aynı yerde otluyorlar. Daha evvel de beyan ettiğim gibi, hakiki dervişe lazım olan fiil, balarısı gibi olmaktır. Balarısı, bal yapmak için yüzlerce binlerce çiçeği dolaşır, fakat getirir en sonunda balını özünü kendi peteğine koyar. Kur’âni ilimlerden, Hadîs-i şeriflerden feyiz almaya çalışmayan, kendinden evvelki büyüklerin sözlerine ve eserlerine itibar etmeyen, kaşarlanmış dervişler, kovanında bal yapmaktan âciz, bal yapan arılara da düşman, eşekarıları gibidir. Seslerinin çok çıkması, iş yapan o kadar arı içersinde böylesi yabanilerin az olmalarına rağmen çok ses çıkarmaları dahi bu nevidendir.
Hâsılı sen, sana bahşedilen mürşidinin muhabbet nazarıyla ikram edilen irfanından şaşmayasın. Nazarın hep kemâle, kalbin de hep rızâya mâtuf olsun. Öğrendiğini yapmak için öğren. Yaptığını da sadece ihlas üzere Allah için yapmaya gayret edesin. Dervişlik dediğin nedir? İşte dervişlik zaten budur…
Kıymetli İhsan Efendi oğlum; mürşidinin sana verdiği Kur’ân-ı Kerim derslerini tam vaktinde okumaya gayret et. Ancak ziyâde uyku veya misafirlik gibi şeyler zuhûr ederse mürşidinin izniyle Kur’ân dersini ileriye veya geriye, durumun icabına göre icra edersin.
Şimdilik size beyan edebileceğim malûmat bundan ibaret. Bu meyânda mektubumun gecikmesinden dolayı sizi üzdüysek affediniz. Zira bu aşk yolunun yolcularından kimin baş kimin ayak olduğu belli değildir. Hepsi bir vücuttur. Sizin üzülmeniz, bizim mahzuniyetimiz, bazen bizlerin üzülmesi Hakk’ın üzülmesi şeklinde tezâhür eder. Bu nevi hallerden Cenab-ı Hakk’ın merhametine ve Cemâl’ine sığınırız.
Hakk Teala sizleri hayırlı işlere vesile kılsın. Ve bu hayırlı hizmetlerde sizleri muvaffak eylesin. Muvaffakiyet ihsan ettikleri gibi, bu tevfikin Cenab-ı Hakk’ın kendisinden olduğu şuurunu da her zaman size ihsan ederek, nefsani ve şeytani benlik iddiasından muhafaza buyursun. Allah ve Rasul aşkını öğrenmek için kaleme sarılıp yazdığımız bu satırları rahmetine, aşkının meşkine, rızasına ve Cemâl’ine vesile kılsın. O kalem tutan ellerinizi Cenab-ı Hakk, nâr-ı cahimden, kabirde çürümekten hıfz u himâye eylesin. O güzel ellerimiz Rasulullah Efendimiz’in yed-i saadetinden (saadetli elinden) âb-ı kevseri içerek O’na, sevgiliye kavuşsun. Allah’a yakîn olan kulların himmetleri ve nazarları daima senin üzerine olsun. Selametle…