Dinle Ney’den

Bîşnev în Ney

Bişnev în ney çün şikâyet mîküned
Ez cüdâyı hâ hikâyet mîküned

“Dinle! Şu neyin nasıl şikâyet ettiğini, ayrılıklardan nice hikâyet ettiğini…”

Bîşnev în ney…         Dinle! Şu neyi
Bîşnev…                   Dinle!…
B (ب)…

Mesnevî-i Şerîf’in dibâcesinde, yâni önsözünde veya takdim yazısında, bizzat Hz. Mevlânâ tarafından, “Bu Mesnevi kitabı, Allah’ın sırlarının ve O’na yakınlık kazanma yollarının öğretilmesi hakkında sırların açıklayıcısının açıklayıcısı ve dinin aslının aslının aslından bahseden Allah’ın fıkh-ı ekberi, şer-i ezhârı, yâni Allah’a ulaşma yollarının apaçık ve parlak delilidir.” diye nitelendirilen Mesnevî-i Şerîf hakkında yapılacak diğer nitelendirmeler mutlaka yetersiz kalacaktır.

ote11

Hz. Mevlânâ’nın, ayrıca, “Bu Kitab’ın nûru, içinde kandil yanan bir mekân gibidir. Parlaklığı sabah aydınlığından daha nurlu, daha nûrlandırıcıdır ve Mısır’daki Nil Nehri gibidir. Hz. Mûsâ ve kavmi gibi sabır sahiplerine geçit olur, Firavun gibileri ise boğar. Kur’ân gibi bazılarını hidâyete, bazılarını dalâlete sevk eder.* Rızıkların genişlemesini, ahlâkın iyileşmesini sağlar.” diye dibacesinde yer verdiği Mesnevî-i Şerîf’i, “Bîşnev, dinle” kelimesi ile başlar. Bîşnev ise, “B” harfi ile başlar. Dolayısıyla Mesnevî’nin başlangıcı “B” harfi iledir. Her işimizde dilimizden düşürmememiz gereken Besmele-i Şerif de “B” ile başlar.

B harfi, altında noktası olan yatay bir yay şeklindedir (ب) Denir ki, kâinat Kur’ân’da, Kur’ân Fâtiha’da, Fâtiha Besmele’de, Besmele “b” de, “b” ise noktada gizlidir. B’nin noktası, anlayabilenler için bilimin tâ kendisidir. İşte onun içindir ki, bizzat Hz. Peygamber tarafından, ilim şehrinin kapısı olarak vasıflandırılan Hz. Ali (r.a.), “İlim bir nokta idi, onu câhiller çoğalttı.” buyuruyor. O noktaya da “tevhîd-vahdet (birlik) noktası” denir. Bütün ilimler o tevhîd noktasını öğrenmek içindir.

Hz. Mevlânâ Mesnevî’sini bir beyitinde şöyle nitelendiriyor:

Mesnevî-i mâ dühkân-ı vahdetest
Gayr-ı vâhid ân çî bînî an büt-est

“Bizim Mesnevî’miz vahdet dükkânı, birlik pazarıdır: Birlikten başka ne görürsen, o puttur.” Hep o birlik noktasını anlatmak için, asırlardır ilmî çalışmalar yapılmış ve bütün kitaplar da o noktayı anlatmak için yazılmıştır.

O nokta, “tevhîd noktası”dır. Ama o noktaya gelebilmek için, evvelâ Mesnevî-i Şerîf’in emir veya tavsiyesinde olduğu gibi dinlemeyi bilmek lâzımdır. Çünkü “olma”nın yolu, “bilme”den geçer; “bilme” ise dinleme ile başlar. “Dinleme” yerine “okumak” olsa idi; o elleri öpülesi, başımıza tâç edilesi öğretmenlerimizin aslî fonksiyonları kalmazdı. Herkes kitap okur, öğretmenlerinden bir şey öğrenmesine hâcet kalmaz, okuduğu kitaplardan yeterince ilim öğrenirdi. Ama okuma ile değil, dinleme ile öğrenilir. Ancak “öğrenmek”, “bilmek” yetmez. “Olmak” lâzımdır. Nedir olmak? Bilişin, oluş hâline gelmesidir. Dolayısıyla bilmek yetmez. O bilgiyi davranış biçimi hâlinde dışa vurmak gerekir. Nice bilenler, bildiklerine uygun davranmayarak hatâ işlemekteler. Zâten, Hz. Peygamberimiz Efendimiz: “Ey mü’minler! İnsanlar sizin söylediklerinize değil, yaptıklarınıza bakarlar.” (Yâni, sözlerinizle değil, davranışlarınızla değerlendirirler) buyurmuyor mu? Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz Zilzâl Sûresi’nde zerre kadar da olsa gerek hayır, gerek şer davranışlarımızdan yâni amellerimizden sorguya çekileceğimiz gerçeğini bir tek kelimeyle belirtivermiştir. “Ya’mel” kelimesi…** Ameller, davranışlar…

Pekiyi, bilgi noksanlığından dolayı yanlış davranışlarımız olursa? Bu sorunun da cevâbı, her türlü müşkili çözmede yol göstericimiz olan Fahr-i Kâinat Efendimiz’de: “Siz bildiğiniz ile amel edin, Allah bilmediğinizi öğretir.” Bir bilgi, yanlış ve eksik de olsa; Allah rızâsı gözetilerek iyi niyetle uygulamaya konulursa, Efendimiz’in buyurdukları gibi (ki O her şeyi doğru söyler) Allah o uygulamanın doğrusunu öğretir. Bir kişinin öğretmeni Allah olursa, o kişi câhil kalabilir mi? Bakara Sûresi’nde Rabbimiz bu gerçeği iki kelimeyle özetlemiş: “İttekullah ve yuallimü kümullah” Allah’tan ittikâ edene (yâni O’nun rızâsını kaybetmekten korkana) Allah, her şeyi öğretir. Evet, bilme, olma ile biter. Ama, dinlemeyle başlar. Ve her hayırlı başlangıç Besmele’yledir. “B” ile…

İşte Hz. Mevlânâ Mesnevî’sine “B” harfiyle başlayarak bazı şeylere işaret buyurmuş oluyor. Bilindiği gibi, Besmele bütün İslâm kitaplarının başlangıç cümlesidir. Kur’ân-ı Kerîm ve diğer bütün kitaplar Besmele ile başlar. Kur’ân-ı Kerîm’de Besmele’siz başlayan tek sûre Tevbe Süresidir ki o da “berâetün” kelimesi ile yâni “B” ile başlar. Besmelenin “B”si, Tevbe Sûresi’nin ilk kelimesi olan “berâetün” kelimesinin B’sinde gizlidir. İşte Hz. Mevlânâ böyle bir ince nükteye de işâret ediyor. Ve böylece Hz. Mevlânâ kendine mahsus çok özel bir tarzda Besmele çekmiş oluyor. Çünkü bilinir ki, Besmele’siz başlayan işin âkıbeti hayır getirmez.

ote22

Mesnevî-i Şerîf’in ilk harfi “B“de Esmâ-i Hüsnâ’dan işâretler vardır: Bâkî, Bârî, Basıt, Basir, Bâis, Berr. Kâinattaki her şey Allah’ın güzel isimlerinin tecellîsi ile olur. Her şeyde Esmâ tecellîsi vardır. Mesnevî-i Şerîf de Bâkî (kesintisiz ebede giden, sâbit ve devâmlı olan) bir kitaptır. Bârî (ayıpsız, kusursuz, borçsuz, diğer kitaplara benzemekten berî olan) bir kitaptır. Bâsıt (okuyanların gönüllerini genişleten, yayan, uzatan, derinleştiren, ferahlandıran) bir kitaptır. Basîr (okuyanların basiretini açıp; görmek, bilmek, sezmek ihsân eden) bir kitaptır. Bâis (okuyanların ölü gönüllerini dirilten, uyandıran, kendi içindeki cevheri harekete geçiren) bir kitaptır. Berr (doğru haber veren, yalanı olmayan, ihsân sâhibi, iyilik ve güzellikler saçan) bir kitaptır.

Mesnevî-i Şerîf, okuyanların Hakk ve bâtıl farkını fark ederek, bâtıldan kaçıp Hakk’a koşma yolunda da bir yol göstericidir. Ayrıca, zâhire (dış görüntüye) aldanmayıp, zâhirle yetinmeyip, Bâtını (iç yüzü) anlamaya da sebep olur.

Mesnevî-i Şerîf, başlı başına bir “Belde”dir, o beldede bütün bir hayat yaşanır. Ayrıca, Hz. Mevlânâ’nm doğduğu yer Belh şehridir. “Rûhü’l Mesnevî” isimli eserinde Mesnevî-i Şerîf’ten şerhler -açıklamalar- yapan İsmail Hakkî-i Bursavî şöyle buyurur:

Zehrini yutma âlem-i telkin,
Şekkerin çiğne belde-i Belh’in,
Ney gibi buldu Belh içinde nemâ,
Saldı âvâzı Konya’da ammâ

Yaratıcımız, bizi henüz yalnızca ruh halindeyken Elest Bezmi’nde huzûruna toplayıp sordu: “Elestü bi Rabbiküm? -Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” “Kâlû: Belâ” biz yaratılmışların ilk sözü oldu: “Belâ -Evet, Rabbimizsin.” Yaradılış sürecinde Allah’ın huzûrunda olduktan sonra, dünyaya gönderilip, nefsin değil yine Allah’ın huzûrunda olma şuûrunun kazanılmasının Sidâyeti -başlangıcı, evveli- olarak, Mesnevî çok önemlidir. Allah huzûrunda, mahşerde Berâat etmek, aklanmak için de…

Eski Türkçe’deki b harfi, elif gibi dikine durmaz. Yatıklığıyla da bir alçak gönüllülük -tevazu- simgesi gibidir ki; tevazu, tasavvufun olmazsa olmazlarındandır.

Mesnevî; her beyti kendi içinde kafiyeli olan bir nazım şeklidir. Beyt, bilindiği gibi ev demektir. Mesnevî tarzında yazılan nazımlarda her beyt başlı başına bir mânâ taşır. İşte Mesnevî-i Şerifin her Beyti böyledir, mânâ evidir.

Ve Resûlullah Efendimiz’in müjdeleyici sıfatı “Beşîr” de b ile başlar. Mesnevî-i Şerîf de Allah ve Resûlünün yolunda bulunmanın müjdeleyicisidir, Beşîr’idir.

Meşhur “Osmanlı Müellifleri” isimli eserin sâhibi Bursalı Mehmet Tâhir Bey “b” harfi ile ilgili olarak, bir şiirinde şöyle söylüyor:

Bunca envâ-ı ulûmun noktadır hep mastarı,
Böyle fermân eylemiştir zât-ı vâlâ Hayder’i,
Bâ-ı Bismillah’tır ancak ehl-i Hakk’ın ezberi,
Nakşibend suretteyiz, lâkin Melâmî meşrebiz;
İsm-i zâtı her nefes tekrar eden hak mezhebiz

Evet, Besmelenin B‘si ancak Hakk ehli olanların ezberidir. Bilindiği gibi Mesnevî-i Şerîf’in ilk onsekiz beyti bizzat Hz. Mevlânâ tarafından söylenmiş ve yazılmış; daha sonraki binlerce beyit ise Çelebi Hüsâmeddîn tarafından Hz. Mevlânâ’nm söylediği beyitlerin yazılmasıyla ortaya çıkmıştır. İlk onsekiz beytin birinci kelimesi “Bîşnev”, onsekizinci beytin son kelimesi “vesselâm”dır. Yâni Besmele’nin B’si ile başlayan ilk onsekiz beyit Besmele’nin bitiş harfi olan “M” harfiyle biter. Bîşnev-Vesselâm. İşte bu da Hz. Mevlânâ’nm eserine bir başka Besmele’dir.

Tasavvuf terbiyesinin bir tek şartı vardır: Söz dinlemek. Zâten kendi irâdesi ile irâdesini, mürşidine terk edip bu terbiyeyi edinmeye tâlip olan kişi elbette söz dinlemekle yükümlüdür. Hz. Mevlânâ, Mesnevî-i Şerîf’in ilk kelimesinde “dinle” diyerek dinlemenin bu önemine vurgu yapmıştır.

Tasavvufun veya tasavvuf yolunda ilerlemenin birbirinden ayrılamayacak kadar önemli iki unsuru vardır: Hizmet ve sohbet. Hizmet dahi sohbetin feyzine erebilmenin bir yoludur. Hz. Mevlânâ “Allah dostlarının, velîlerin sohbetinde bulunmak, her türlü nafileden -dikkat buyurulsun, farzdan değil- daha hayırlıdır.” buyurur. Sohbet ise, dinlemeyle olur. Sohbetin dinlenebilmesi için, az konuşmak lâzımdır. Bu da tasavvufun bir diğer tavsiyesi- dir: “Az yemek, az uyumak, az konuşmak” prensibinin geçerli olduğu tasavvuf terbiyesinde hüner, söylemek değil dinlemektir. Doyduktan sonra yenilen yemek, tembellik uykusuyla geçirilen zaman, lüzumsuz ve boş konuşma tarzında söylenen sözler “israf haramdır” kâidesince yasaklanmıştır. Dinlemeyenler öğrenemezler, öğrenemeyenler bilemezler, bilemeyenler ise “olamazlar.” Tıp, matematik, hukuk, coğrafya, ekonomi, mühendislik ve daha sayabileceğimiz bütün müspet ilimlerin tahsilinde olduğu gibi mânevî tahsilde de bu kâide aynen geçerlidir. Bununla birlikte dinlemeden öğrendiklerini zannedenler;

Gör zahidi kim sâhib-i irşâd olayım der;
Dün mektebe gittim, bugün üstâd olayım der.

beytinde anlatılan mânâya düşerler. Evet, dinlemek…

Tâ-hâ Sûresinin 13. âyetinde, Cenâb-ı Hakk Hz. Mûsâ’ya hitâben şöyle emreder: “Sana vahy olunacak şeyleri dinle!” Nuh Tûfânı’nın anlatıldığı Nuh Sûresi’nin 7. âyetinde, Hz. Nuh’un hak olan dâvetine icâbet etmemek için bazı insanların, elleri ve parmakları ile kulaklarını tıkadıkları; bunu Hz. Nuh’u işitmemek, duymamak, dinlememek için yaptıkları ve tûfânda da, işte o parmaklarıyla kulaklarını tıkayanların yâni, dinlemeyenlerin helâk oldukları anlatılır. A’râf Sûresi’nin 204. âyetinde, bir kat’î emirle şöyle buyrulmaktadır: Kur’ân okunduğu zaman dinleyiniz ve sükût ediniz, susunuz. Böylelikle, rahmete erenlerden olursunuz.” Böylelikle, yâni dinleyerek ve susarak… Rahmete ermek için, Kur’ân ve hepsi Kur’ân’m birer îzâhı olan bütün ilmî kitaplar okunurken ve bundan bahseden kişileri dinlerken “susunuz” emri vardır. Susunuz ki, iyi dinleyebilesiniz. Çünkü dinleyen dinlenir. Dinlemek için önce iyi bir kulağa ve anlayıp etkilenecek bir kalbe sâhip olmak lâzımdır. Allah anlamanın kalp ile olacağını beyân buyuruyor. Â’râf Sûresinin 179. âyetinde, “Onlar ki, kulakları vardır işitmezler, gözleri vardır görmezler, kalpleri vardır anlamazlar. İşte onlar belki hayvan, belki hayvandan daha aşağıdırlar.” buyurularak idrâk etmenin kalp ile olacağı beyân edilmiştir.

İşitici bir kulağa sâhip olmak, önde gelen bir şarttır. Onun için, Mesnevî-i Şerifin 512 ve 513. beytlerinde Hz. Mevlânâ şöyle buyuruyor:

Cânı u dil-râ tâkat-i ân cûş nîst
Bâkî gûyenı der cihân, yek gûş nîst

“Can ve gönülde, yâni kalple hakîkat coşkunluklarını kaldıracak tâkat ve kulakta da bunu işitecek istidat yoksa, ben kime, ne söyleyeyim?”

Her kücâ gûşî bûd-ez vey çeşni geşt
Her kücâ sengi bûd-ez vey yeşm geşt

“Nerede bir kulak varsa, ondan yol gösterici göz hâsıl olur. Nerede bir taş varsa, söz dinlerse eğer taş olmaktan çıkar, yeşim derecesine yükselir.”

Burada, belki yeri değil gibi görülebilir ama, beyitte seng -taş kelimesi geçince Hz. Mevlânâ’nm, şu sözünü hatırlamadan da geçilemiyor:

“Bahar gelmekle taş yeşermez. Ancak yumuşak toprak yeşerir. Sen de taş gibi katı kalpli olma. Toprak gibi yumuşak ol ki, senin de kalbine, bir bahar güneşi gibi, bir ârif ve kâmilin güneşi gelirse; sende de nice güzellikler yeşerir.”

Bir göz ki onun olmaya ibret nazarında,
Ol düşmanıdır sâhibinin baş üzerine

Kulak ki öğüt almaya her dinlediğinden,
Akıt ana sen kurşunu hemen deliğinden.

Evet, göz bir yol göstericidir ama, kulak yol buldurucudur. Her gördüğümüz doğru değildir. Su dolu kaba, bir cetvel batırdığımızda cetveli kırılmış gibi görürüz. Hâlbuki cetvel kırık değildir, göz yanılır. Kulak, eğer doğru ağızdan çıkan sözleri işitirse, göz gibi yanılmaktan ârîdir; o doğruyu görmez ancak doğruyu bulur. Fakat bu durum, söz bir kulağından girip diğer kulağından çıkanlar ve kalpleri ve kulakları mühürlü olanlar için geçerli değildir. Ancak öyle yüksek huzûrlar vardır ki orada, o huzûr sâhibinin yüzü suyu hürmetine kulakların mühürleri açılır ve neler neler duyulur…

*: Allah, sivrisinekle yahut ondan daha küçüğüyle misal vermekten çekinmez.İman edenler bilirler ki, o, Rablerinden gelen hakkın tâ kendisidir. İnkâr edenler de “Allah bu misalle ne demek istedi?” deyiverirler. Allah, bu misalle nicelerini saptırır, nicelerini de doğru yola ulaştırır. Aslında, Allah’ın saptırdıkları, zaten yoldan çıkmış olanlardır. [Bakara, 26]

**: Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür ve kim zerre kadar bir kötülük yapmışsa, o da onu görür. [Zilzâl, 7-8]

devam edecek inşallah…