Gayûr

Çekmişüz el gayriden biz, Hak durur maksûdumuz
İtmezüz biz şirk-i ahfâ, aslımız gayûr durur
[Nakşî Ali Akkirmânî Hazretleri v. 1655]

gayur

O’nu yedi Semâ ile Arz ve bütün bunlardaki zevil’ukûl tesbih eder ve hattâ hiç bir şey yoktur ki O’nu hamdiyle tesbih etmesin ve lâkin siz onların tesbihlerini iyi anlamazsınız, O, cidden Halîm, Gafûr bulunuyor. [İsrâ:44]

Döne döne okuduğumuz, her okunuşta başka türlü canımıza okunan ayetlerdendir, Sure-i isrâ daki şu apaçık deliller: Yedi kat semâ, yedi bilinç mertebesindeki tüm yaratılmışlar, arz, bedenler ve onların içindekiler O’nu tesbîh eder, esmâ’sının özelliklerini açığa çıkaran terkipleriyle her an hâlden hâle dönüp dururlar!(başkaca varolamazlar) Hiçbir şey yok ki, O’nun Hamdi olarak tesbîh etmesin! Fakat siz onların el-fatır programı gereği bu tabî işleyişlerini anlamıyorsunuz! Muhakkak ki O, Halîm’dir, Ğafûr’dur.

Bu sefer gözümüz hemen aşağısındaki 45. ayette kaydı, aklımız şaşırıp kaldı:
Bir de sen Kur’anı kıraat ettiğin vakit biz seninle Âhirete inanmayanların arasına görünmez bir perde çekeriz. [İsra:45]

Habîb-i Kibriyâ Efendimizin yanında bu âyet-i kerîme okunduğunda sahabilerine dönerek saadetle şöyle buyurdular:

Bu perde, “hicâben mestûra” nedir bilir misiniz?
Allah ve Resulu en iyisini bilir.
Bu gayret perdesidir. Allah’tan daha gayretli (gayûr) yoktur.

Ben, gayûrum, Allah benden daha gayûrdur. Kalbinde gayret olmayan habîb (seven) değildir. [Müslim, Lian:16]

Ne zamanki iki âlemin de Efendisini, Hak’tan ayrı gördün, kâinât kitâbının hem metnini ve hem de başlangıcını kaybettin. İki deme, iki bilme ve iki okuma! Köleyi kendi efendisinde mahvolmuş bil! Anlayışındaki kusurdan dolayı, efendiye “gayr” dediğin zaman, ey şaşı, Gayûr olan o Sultân’dan utan “ve mâ remeyte iz remeyte” ya’nî “ve attığın zaman sen atmadın” [Enfâl:17] âyet-i kerîmesindeki “atıcı” Ahmed’dir, onu görmek Hâlık’ı görmek olmuştur. [Mesnevi-i Manevî]

Şimdi lugata mürâcaat edecek olsak gayûr için (ﻏﻴﻮﺭ) “çok kıskanç” ifadesine tesâdüf ederiz.

Allâh, kıskanç olur mu hiç? “Allâh gayûrdur”un tercümesi “kıskanç” değildir. Bu yaklaşım hatalı olur. Allâh gayûrdur demek, sevdiğinin dışsallıkla (bedensel gündem) sermâyesini harcamak yerine içselliğinde (iç aleminde, enfüs) kendi vahdet huzurunda yaşamasını murâd eden mânâsınadır.

Gayret ikidir; nefisten kaynaklanan beşerî gayret ve kalpten, taşıdığımız emanetten kaynaklanan ilâhî gayret. [Şiblî]

Gayret ikidir; Allah’tan kuluna karşı gayret, onu insanların gözünden gizleyip gözlerinde o kuluna karşı bir muhabbet meydan getirmesidir. Kuldan Hakk’a olan gayret, halini herhangi bir kimsenin bilmesinden gizlemesidir. Hakk Teâlâ Kendisi ile kulları arasındaki sırların başkalarına ifşâ edilmesi konusunda gayûrdur. Bu gayret, kulun mârifetini O’nunla, sevgisini O’nun için ve iştiyâkını da O’na has kılmasıdır. [Hakîm Tirmizî]

Ehl-dünya dilinden düşmeyen sözler vardır ya hani:
– Kimi sevsem, aramız açılıyor. Ya ölüyor ya kayboluyor. Yahut aramıza düşmanlık giriyor. Neden hoşlansam, çoğu zaman malım kayboluyor, param elimden çıkıyor. Bu yüzden dostlarımla bozuşuyorum.

Ey Allah’ın ﷻ sevgili kulu, O Gayûr’dur. Sevgisine kimsenin ortak olmasını istemez. Sevgilisine, ehil olmayanların bakmasına bile râzı olmaz. Kendi sevdiği kulu, başkasına vermez. Hal böyle iken sen başkasına bağlanıyorsun.

Gayûr olan Allah, Habîb-i Edîb-i Zîşân Efendimiz düştüğünde “anacığım diye değil Aman yâ Rabbî” diye ağlaması için anasız, babasız kendi husûsî nazarıyla, nasıl istiyorsa öyle yetiştirmiştir üzerine titrediği Habîbini…

Allahu Teâlâ gayûrdur ve kulu olana dahi gayret-i ilâhiyye gerektir.

Şu âyet-i kerîmeleri işitmedin mi?

Allah onları, onlar da Allah’ı  sever. [Mâide:54]
Ben, cin ve insanları yalnızca (esmâ özelliklerimi açığa çıkarmak suretiyle) ancak kulluk etmeleri için yarattım [Zâriyat:56]

Bazı müfessirler kulluk etmeleri ibâresini, bilmeleri, sevmeleri için manasıyla izah etmişlerdir. Rasulullah (SAV) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurdular:
– Bir kul, Allah (CC) tarafından sevilince, iptilâya uğrar; buna sabrederse iktina gelir başına.
– İktina nedir? (Bir şeyin hakikatini idrak etme, künhüne varma) diyen bir sahabîye
– Çoluğunu çocuğunu, malını, mülkünü alır buyurdular.

Çünkü mal ve evlat, Allah sevgisine perdedir. Hakk’ın sevgisi bölünmez. İki sevginin arasına giren yanar. Mal ve evlada olan sevgi çoğalınca, Hak sevgisi azalır. İnsan bu kantarı şaşmış sevgisinden ceza görür. Çünkü Allah’a bir nevi gizli şirk koşmuştur. Halbuki Allah zatına ve sıfatına şirk koşanları sevmez. Gayûr ve her şeyden üstündür. Kendine karşı duran her şeyi yok eder. Ta ki, sevdiği kulun kalbi yalnız zatına dönsün. İşte o zaman:  “Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever.” ayetinin manası tecelli eder. Bu tecelli bir süre devam ederse, sonunda Hakk’a karşı koşulan ortaklar yani şirk yok olur. Mal, çocuk ve şehevi arzular isteği gider. Mal sevgisi kalmaz. Kötü hisler ölür. Velî olmak, başa geçmek, keramet sahibi olmak, makam, dereceler istenmez olur. Cennet ve onun dereceleri gözden silinir. Kalpteki şahsi irade, temenni yok olur. Suyu saf, içi temiz bir kap halini alır. Çünkü ilahi tecelli onu kaplamıştır. Bu arada kalp yolunu şaşırdıkça ilahi tecelli onu yola getirir. Kendinden başka her şeyi yok eder. Zaten başkası için oraya yol kalmamıştır. Mevlanın azamet ve ceberut kuvvetleri orayı sarmıştır. Bunlardan başka her şey için arada bir uçurum vardır. İlahi saltanatın vadileri o imanlı kalbin etrafını çevirmiştir. Oraya yabancı yol bulamaz. Şayet bulacak olsa bile yokluğu mani olur. Bir çok kimselerin yüksek derecelere erdiği olmuştur. Bunlar yetişmiş olmalarına rağmen, bazı ufak tefek işlerle uğraşırlar. Bunlara yaptığı o işler zarar vermez. Çünkü hiçbiri, kalp cihetine yanaşamaz. Zaten o dereceye eren kul, bunları ilahi iradeye dayanarak yapar. Onlar; ilahi arzu icabı olduğundan, o sevgili kula bir lütuf ve keramet olur. Onun yüzünden birçok zavallı kimseler geçinir. Ayrıca bundan başka çokça sevap kazanır. Sonra o işler bir başka yönden kulu tecrübe sayılır. Kul, şahsi arzusunu karıştırmadığı süre işler iyi gider. Teslim olunca daha iyi gider. Kötülüklere karşı, o nimetler bir nevi kalkan sayılır. Şöyle ki: Parası olur, haramdan kurtulur. Çocukları olur kimseden yardım istemez. Ailesi olur, harama göz dikmez. Velhasıl dünya ahiret selamet olur…

Nitekim bir hadis-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: “İhlaslılar büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar. Günahkârları, benim pek bağışlayıcı olduğumla müjdele, sıddıkları ise benim gayûr olduğumu belirterek uyar.”

Gerçi ‘aşkı vasf iderse niçe biñ yıllar tamâm
Şerh olunmaz, cümle ‘âlem kâtibi mestûr ise

‘Aşk degül mi yedi tamu nârın iden pür-‘azâb
Yakısar hakka Nebîye ‘aşka kim menkûr ise

‘Aşk degül mi Yûsufı Ken‘âna sultân eyleyen
Gerçi takdîr-i Hudâ-yı Kâdir u Gayûr ise

İrfan meclisinde dinlediklerimden: Bir sal üzerinde oturuyordu, dalgındı. Eteğine dokundum… “Beni bırak oğlum! HAK gayûrdur. Seni başkasıyla görürse gözden düşersin…” buyurdular.

Gayret aşırı sevgiden kaynaklanan bir husustur. Sevgide vefâyı ifade eder. Allah’ın sıfatlarından biri de “Gayûr” dur. Manası çok kıskanan değil sevdiğine pek düşkün olandır. Bu, kulun taatinde kendisinden başkasını ortak kılmamasına yönelik olarak Allah’ın gayûr sıfatını gösterir.

Aşk-ı hakikide gayyûriyyet vardır. Ancak, gayyuriyyetle kıskançlığı ayırdetmek lazımdır. Çünkü, kıskançlık sıfatı nakıs alanda, gayyuriyyet sıfatı ise kamil olan da zuhûra gelir.

Resul-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, Hz. Ömer-ül-Faruk’a (ra):

– Ya Ömer! Sen, gayûrsun. Ben, senden gayûrum. Cenab-ı Hak da benden gayûrdur, buyurmuşlardır.

Mümin gayûr olur. Allah (z.c.hz)’leri de gayûrdur. [R. Ehâdis:230-12]

Onun için gayûriyyet sıfatı makbûl ve memdûh bir sıfattır. Bu sıfat Allah-u Teâlâ ve tekaddes hazretlerinde KEMAL sıfatıdır ve Habib-i edibini bu sıfatla terbiye ederek sıfatlandırmış, rengine boyamıştır.

Allahu sübhanehu ve teala hazretleri, kemal sıfatları ile muttasıf ve bütün noksan sıfatıardan münezzehtir. Kullann da, Allahu teala’ya mahsus bazı sıfatlarla sıfatlanmaları kendisi için en büyük bir ni’mettir, devlettir.

Ey Hakka talib!

Canab-ı Hak ve Feyyaz-ı mutlak hazretleri GAYÛR’dur. Sevdiği kullarının, zat-ı ühihiyyetinden gayrısını sevmesini istemez. Zira, Mahbub-u aslî ve hakiki ancak O’dur. Sevilmek, zat-ı ahadiyyetinin hakkıdır. Zat-ı ahadiyyetini seven aşıklar, ondan gayrı bir şeye gönül verseler, başlarına mutlaka bir musîbet gelir. Onun için, Allahu teala’yı sevenlerin ya gayrı görmemeleri ya O’ndan gayrıyı sevmemeleri gerekir. Hiç değilse, sevdiklerinde Hakkı görmeleri icap eden esasen ondan gayrı olmadığından, sevdiklerini Hak’tan gayrı görmemelidirler.

Bütün güzellikler, özellikler ve sevilen herşey O’nun eseridir. Eserini seven de, elbette mü’essirini de seviyor demektir. Bundan dolayı arifler eserle mü’essir-i hakikiyi birbirlerinden asla ayıramazlar. Hz. Musâ aleyhisselama, Tur dağından hitab-ı izzet zuhura geldiği gibi, sevenin sevdiği de kendisi için Tur dağı mesabesindedir. Sevdiğinde gördüğü güzellikler ve özellikler; mahbub ve ma’şuk-u hakikinin onun varlığında, onun vücudunda zuhurudur. Onun için; eserde kalma, mü’essire gel! Esma’da kalma, müsemma’ya gel ! Kelimede kalma, ma’naya gel!

Cürcânî hazretlerini “gayûr” kelimesinin kökeni olan “gayret” için “kişinin kendisine özgü bir şeye başkasının ortak olmasından hoşlanmaması” şeklinde tarif etmektedir. Yine Kuşeyrî’ye göre, Hakk Teâlâ’nın evliyâsı ile olan sünneti (âdeti) şudur: Evliyâ, Hakk’tan başkası ile sükûn ve huzur bulur veya ondan başkasını mülâhaza eder veyahut da gönülleri başka bir şeye yatar ve ona ısınırsa, Allah derhal bunların bu nevi hallerini teşviş (altüst) eder. Evliyâsının kalpleri tekrar ve hâlis olarak kendisinin olana kadar, bu kalpler sükûnet buldukları veya mülâhaza ettikleri veyahut ısındıkları şeyden tamamen ayrılana kadar evliyasını kıskanır. Âdem (a.s.) gibi ki, kendisinin cennette ebedî olduğuna kanaat getirip sükûn bulunca Hakk, gayûr olarak cennetten çıkarmıştı. İbrahim (a.s.) gibi ki, oğlu İsmail (a.s.) hoşuna gidince gayûr olarak ve onu boğazlamayı kendisine emretmiş, böylece İsmail’i İbrahim’in kalbinden çıkarmıştı. “Sonunda ikisi de (Allah’ın emrine) teslim olunca, İbrahim çocuğu yanı üzerine yıktı.” Böylece İbrahim (a.s.) in sırrı ve ruhu İsmail (a.s.) den temizlenip saf hâle gelince Allah, oğlu yerine fidye vermesini emretti. Allah ise Gayûr’dur. Ondan başkasını istemek gayretine dokunur. Bu yüzden onu istediği oğlunu boğazlamakla sınadı. Bu ise kendi nefsiyle ilgili olarak sınanmaktan daha ağır gelir insana. Çünkü nefsi hususunda onunla çekişecek tek şey yine kendi nefsiydi. Küçük bir çabayla nefsinin çabasını, direncini boşa çıkarabilirdi. Ama oğlunu boğazlamakla sınanması böyle değildi, oğlu hususunda onunla çekişecek çok kimse vardı. Bu yüzden bu hususta vereceği mücadele daha da güçlü olacaktı. İbrahim (a.s.) Rabbinden istediği şeyi kurban etmekle sınanınca, sınavın mahiyetini gerçek olarak algılayınca, bizzat tahakkuk etmiş gibi olduğu, yani, hayatta olduğu halde oğlunu kurban etmiş gibi kabul edildiği için, istekte bulunmadığı halde İshak (a.s.) ile müjdelendi. Böylece hem kurban, hem de karşılığı-kurban yerinde durduğu halde- kendisine verilmiş oldu. Diğer bir ifadeyle kazandığı şeyle kendisine hibe edilen şey birlikte sunulmuş oldu. Çünkü kurban etmek istediği oğlu istekte bulunması açısından kazanılmış, kurban edilmek istenmesi açısından da hibe edilmişti. Kurban edilmesi istenmiş değildi. İshak ise hibe edilmişti. [İbn-i Arabî]

Şarâb-ı cür’asından oldu mahmûr
Şarâb-ı ʻaşk içürmiş ana Gayûr

El-Kahir’ül-Gayûr cellecelâlûhû’yu idrâk yolunda bir muammâ bırakalım, giderayak çözüle çözüle aslını bulduracak:

Niçin Cebbâr olur ism-i gayûru
Neden cânın bu cism oldu kubûru
Bu yüzden oldu çün Sâni’ umûru
Tegayyürden bilinmezlik zuhûru  
Birlikten dürür dediği bilsem

BEN münâfık mıyım?

Andıkça yanan cana,
Münâfıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki Allah, onların oyunlarını başlarına geçirecektir. Namaza kalktıkları zaman da onlar gönülsüzce üşenerek, tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı pek az anarlar. [Nisâ, 142]

Zikrimiz esrâr-ı Hakdır, cânımız hayrân-ı hû
Fikrimiz bâzâr-ı Hakdır, bağrımız püryân-ı hû
Kalbimiz ihyâ eder ol pâdişah-ı lâ-yezâl
Gönlümüz mimar-ı Hakdır, katramız ummân-ı hû



Ayet-i kerime’de zemmedilenlerden olmayalım deyu heman girelim anın zikrine (kalbin şifası, dervişin gıdası, âşık-ı sâdıkın sefasıdır) ve Hicaz ilâhi diliyle, Seyyid Nizâmoğlu Hazretlerinin haliyle, gelin cümlemiz aşk ile diyelim: [230. mestmp3]

Evvelde illallah, âhirde illallah, bâtında illallah, zâhirde illallah
Âlasın illallah, evlâsın illallah, keremi lütfu çok Mevlâsın illallah
Sultânım illallah, sübhânım illallah, günahım affeyle gufranım illallah
Mabudum illallah, mevcudum illallah, senden gayrısı yok, maksudum illallah
Nurumsun illallah, vârımsın illallah, gariplik illerde yârimsin illallah
Öldürsen illallah, dövdürsen illallah, sinemde hem dinim, imânım illallah
Ya Allah illallah, Ya Subhan illallah, ne versen razıdır Seyfullah illallah

Cemaatle namaz, mescide şevkle devam, müminle münâfığı ayıran bir ölçüdür. Hz. Peygamber (a.s.) zamanında cemaate devam etmeyen, İslâm toplumunun üyesi sayılmazdı. Münâfıklar da ister istemez mescide devam ediyorlardı. Fakat isteksiz, üşene üşene geç gelip, namaz biter bitmez hapishaneden çıkar gibi çıkmaları onların isteksiz ibadet ettiklerini gösteriyordu.

Bursa’daki altı asırlık yadigâr Camii Kebir’in (kündekâri sanatının kainata dair derin manaları içeren seçkin bir örneği olan) minberinin kafesine, bir hadis-i şerif yazmışlar. O yazı, hatırımızda kaldığına göre şöyle olsa gerektir:

(El-mü’minü fi’l mescit ke’s semeki fi’l – ma) Mümin mescitte sudaki balık gibidir. Denizdeki balık gibi zevk içindedir, camiden çıkmayı istemez. (Ve’l münafıku fi’l mescit ka’t tayri fi’l kafes) Mesciddeki münafık da kafesin içine sıkışan kuş gibi, kaçmaya çalışır iki tarafa! O hadis-i şerifi oraya yazmışlar. Münafık, dinin tadına varamamış, imanı çürük, nefsi kuvvetli, zihniyeti bozuk, kalbi kasvetli, paslı; onun için anlayamıyor. Halbuki Peygamber Efendimiz namaz için, “Gözümün bebeği, gözümün nuru…” diyor. Namazı sevemiyor bir insan, namazı zor kılıyor; demek ki hastalık var. Hastalık var ki sevemiyor. Hani bazan insan hasta oluyor da, en güzel tatlıyı çıkartıyorsunuz, ikram ediyorsunuz; “Hiç tadını alamadım, herhalde hasta olduğumdan ağzım acı!” diyor. Hasta oldu mu bir insan, güzel ibadetlerin tadını, zevkini alamıyor, kaçmağa çalışıyor. Öyle olmamalı! Bir kere ibadetleri sevmeğe çalışmalı. Sevmeyen kim?. İnsanın içinde ikinci bir varlık. “Bir ben vardır bende benden içeru” dediği gibi Yunus’un. İnsanın içinde nefsi var. Nefsi sevmez.

Madem “benden içeridir en uzun yolumuz” ben de sözü ehline bırakayım…

Ey talib ağzımızdaki dil, gönül kapısının halkasıdır; hep konuşup durarak neden kapı halkası olup kalıyorsun? Sus, konuşma; cana kavuşmak için kapıyı kır da içeri gir! Sus; sus ki, susuşta yüzlerce dil, yüzlerce anlatış vardır! [Hz. Pir Mevlana]

[ NEV-NİYÂZ ve DEDESİ ]

Hazır söz münafığa gelmişken gelin buradan kapılar açıp köprüler kuralım…
Arapça’da dağın içine kazılıp giden yola, tünele “nafak” derler. Yâni içi başka olmak, dışı başka olmak. Dışarıdan bakıyorsun dağ ama içinde gizli bir yol var, tünel var. MÜNÂFIK; dışında hayırlı, iyi gibi görünmek ama, içinde kötülüğü gizlemek; saman altından su yürütmek, içten pazarlıklı olmak, özü sözüne uymamak mânâsına bir kelime.

Peki öyleyse BEN münâfık mıyım? Nasıl anlarım?

İnançta duyarlılık, insan için gerçekten hayati bir konudur. “İnancım tam mı?”, “Gereğini yerine getiriyor mu?”, “Coşku üretiyor mu?” diye, eğer inancını korumak istiyorsa, kuşku duymalı, tedirgin olmalı insan! Bu suali sorman, varlığından şüphe etmen bile hayra alamet aslında. Ebû Tâlib-i Mekkî’nin Kut-ül kulûb’unda geçer: Adamın biri Huzeyfe’ye (ra) ‘Münafık olmamdan korkuyorum’ demişti. O, adama şöyle dedi: Eğer münafık olsaydın, münafık olmaktan korkmazdın. Çünkü münafık, nifaktan emin olan kimsedir!

Canım erenlerim ne dersin! Kur’an-ı Kerim’in, insanları mü’min, kâfir ve münâfık olmak üzere üç grupta toplamaz mı?
Tasdik ve inkar bakımından öyledir lâkin münafıkta mümin, mümin olanda da münafık hali, alameti bulunur ki tam da buna dikkat çekmektir murâdımız. Hem cennetle müjdelenmiş Hz. Ömer (r.a.) bile Huzeyfe r.a. hazretlerine kendinden sorardı. Hz. Huzeyfe (ra), Peygamber (sav) Efendimiz tarafından bildirilen birçok sırlara sahipti, bilhassa münafıkları bellemişti. Hz. Ömer onu görünce ağlar ve: Bende nifaka ait bir şeyler var mı? diye sorardı. Halbuki en büyük derecelere sahip idi. Bununla beraber nefsinden emin olamıyordu, kendini itham ediyordu.

Peki, sahabenin korktuğu münafıklık veya nifak nedir? Müslüman’ın böyle bir tuzağa düşme ihtimali var mı?
Peygamber (sav) Efendimiz sahih bir hadis-i şerifinde buyurmuş ki: Dört şey, her kimde bulunursa hâlis münâfık olur. Her kimde bunların bir parçası bulunursa onu bırakıncaya kadar kendisinde münâfıklıkdan bir haslet kalmış olur. (Bunlar da) kendisine bir şey emniyet edildiği zaman hıyânet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde ahdini tutmamak, husûmet (iddiâ ve tartışma) zamanında da haksızlık yapmaktır.

Yaktın bizi cânım efendim!

“Kim daha çok uyanıksa, o daha dertlidir. Kim işi daha iyi anlamışsa, onun, daha sarıdır benzi.” [Hz. Pir Mevlana]

Bu hadis-i şerifte söylenen kötü ameller, İslâm’a, imana, dürüstlüğe, müslümanın hâlisliğine, muhlisliğine sığmayan davranışlar, münafıkça hareketler, tabii çok büyük günahlardır. Allah-u Tealâ Hazretleri hiç birine bulaştırmasın o kötü amellerin. “Bunların hepsi bir insanda bulunursa, o insan has, halis, katıksız münâfık olur. Bir tanesi bulunursa, münâfıklıktan bir parça bulunmuş olur.” diyor. Demek ki, bir insan müslüman olduğu halde atıyor, tutuyor, yalan söylüyor, yalan yere yemin ediyorsa, işte bak bir tarafı çürük… Demek ki maya tam tutmamış münâfıklık var. Akıl, idrak ve iman aleti olan gönüllerinde hastalık var. Hak Tealâ bizi, ihlaslı mü’min olmaya muvaffak eylesin. Mü’min iken, böyle bir takım kusurlarımızdan dolayı münafık durumuna düşürmesin.

Bize başkaca alametlerini saysanız da münafıklardan bazı sıfatlar üstümüze sıçramasın, bulaşmasın diye sakınsak olmaz mı?
Allah Resulü(sav) zamanında münafıkların en önemli özelliklerinden biri de sadece kendi canlarını, makam mevkilerini, midelerini, arzularını dert edinmeleriydi. Başka dertleri yoktu. Peygamber Efendimiz’e (sav) biat etmek için bir ağacın altında toplanan sahabiler arasında bulunan münafıklardan biri, bir an ortadan kaybolmuştu. Çok geçmeden kızıl devesini kaybettiği ve onu aramaya koyulduğu anlaşılmıştı. Biat eden ashabı kiramdan bazıları; “Gel bî’at et deveni sonra ararsın” dediklerinde. “Devemi bulmam benim için bî’at etmemden dahâ iyi olur” deyivermişti. Bunun üzerine Efendimiz “Şu kızıl deve sahibinden başka hepiniz bağışlandınız” buyurdular.

İşte sana münafığa dair hadis-i şeriflerden bir güldeste:

Mü’min kardeşiyle iyi geçimlidir, güleryüzlü, tatlı sözlüdür, insanlara rahatlık verir. Münafık ise çatık kaşlı ve asık suratlıdır, insanlardan uzak durur ve kardeşine sıkıntı verir. Mümin selam vermekte atılgandır. Münafık ise, ona selâm vermek ağır gelir, büyüklük taslar, selâmı karşıdakinden bekler. Ona selâm verilmedikçe selâm vermez.”

“Mü’min affetmek için hep mazeret , münafık da kötülemek için hep ayıp arar.”

“Müminin dili gönlünün ardındadır; münafığın gönlüyse dilinin ardında.”

İnanan, bir söz söylemek istedi mi, önce gönlünden geçirir o sözü, bir düşünür, hayırsa söyler, şerse vazgeçer. Münâfıksa diline gelini söyler; hangi söz kendisine fayda verir, hangi söz zarar, düşünmez bile.

“Mü’min günahını, tepesine dikilmiş bir dağ gibi görüp üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise günahını burnuna konup beklemeden hemen uçup gidecek sinek gibi görür.”

Evet biz de Hakim Ali Tirmizî’den okumuştuk; Üç şey kalbin kötülüğünün alametidir diye; Allah’a itaatten tad almamak, günaha düşmekten korkmamak, başkasının ölümünden ibret almayıp aksine her gün dünyaya daha çok bağlanmak.

Ey nefis! Zâhidlerin söylediğini söylersin, münafıkların yaptığını yaparsın. Bu haline de Cennet ve rahmet umarsın. Heyhat! Cennet ehli öyle insanlardır ki onların yaptıkları sende yok, senin yaptığın onlarda yoktur.

Yetişir efendim, yok mu bir çâre?
Siz ey imana ermiş olanlar! Sabra ve namaza/duaya sarılarak yardım dileyin. Hiç kuşkunuz olmasın ki, Allah sabredenlerle beraberdir.
[Bakara, 153]

Bizimle münafıkların arasını ayırıcı bir alâmet, yatsı ve sabah vakti cemaatte hazır bulunmaktır. Münafıklar bu yatsı ve sabah namazlarına gelmeye üşenirler, güç yetiremezler, gelemezler!” buyuruyor Peygamber Efendimiz (sav). O zaman bizim münafık olmadığımıza göre, müslümanın münafık olmaması gerektiğine göre, bu hadisi şerifi duyunca ne yapması lâzım? Yatsı ve sabah namazlarında mutlaka camide olmaya çalışması lâzım! Memur da gelebilir, patron da gelebilir, iş sahibi, iş adamı da gelebilir, tezgâhtar da gelebilir, öğrenci de gelebilir. Çünkü yatsı ve sabah namazlarının vakitlerinde durum müsait oluyor. Hiç olmazsa o namazları kaçırmamalı! Tabii ötekileri de kaçırmamak iyi. “Her kim, kırk gün sabah namazını ilk tekbiri kaçırmadan imam ile kılarsa, ona iki tane beraat verilir. Birisi nârdan, yani; cehennemden berâ’at, birisi de münafıklıktan berâ’attır.” Bu hadis-i şerife göre, ilk “Allahu ekber!” demeyi kaçırmamak şartıyla, bir insan kırk gün namaz kılarsa, bu namazı camide cemaatle kılmaya muvaffak olursa bir insan, iki tane şehâdetnâme alacak, iki tane berat kazanmış olacak. Birisi, cehennemden azatlık beratı; “Sen cehenemlik değilsin, cehenneme girmeyeceksin, bu senin kurtuluş belgendir.” diye kendisine bir belge, cehennemden kurtuluş belgesi… Bir tanesi de münafıklıktan kurtuluş belgesi; “Sen münafık bir kul değilsin, sen has bir müslümansın, iyi bir müslümansın, al bu senin medâr-ı iftiharındır.” diye böyle bir şehâdetnâme gibi bir şey verilir diyor Peygamber Efendimiz.

Gelin biz de cemaate devam etmeye gayret edelim de her namaz duamızdan eksik etmeyelim:

Ya Rabbi, dilimizi yalandan, kalbimizi nifaktan, amelimizi riyâdan, gözlerimizi hiyanetten koru ve temizle. Şüphesiz ki , Sen gözlerin hiyanetini ve kalplerin gizlediğini bilirsin. Yâ Rabbi! Bizleri nefsimizin zebûnu olmaktan muhâfaza eyle! Sen’in râzı ve hoşnud olduğun ahlâk-ı hamîde ile gönüllerimizi tezyîn eyle!

Ya Rabbi! Kalplerimizi her türlü nifaka, münafıklığa sürükleyen hallerden koru!

Ey bizim sahibimiz! Canların gözünü, doğru yolu görmesi için nurlandır; gönlünü işin sonunu düşünme lûtfuyla gül bahçesi gibi beze. Canların ahir ve akibetlerini, hayal kurma kuvvet ve kabiliyetini, görünüp duran küfür ve günah düşmanından ve gizli olan gösteriş, şüphe, münafıklık, hased, nefret ve kin gibi düşmanlardan muhafaza buyur…

Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân,
Vakt-i şerif, Aleme bayram olan Cuma,
ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet,
zahir ve batınlarımız hayrola, aşk ola, aşk ile dola,
Aşkullah, Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler


Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .

Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle

Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
huzur bulasınız efendim