Biz Allah’tan geldik, Allâh (Esmâ’sının açığa çıkması) içiniz ve O’na dönücüyüz (sonuçta bu gerçeği yaşayacağız) [2:156]
Bunca yıldır misafirsin bu tende
Cehâlettir ânı bilmez isen sende
Yaşıyorum sanıyorum ama gerçekte ölüyüm çünkü sonsuzdan kopmuşum. Oysa bir parçacığım ben bütüne hasret. Sense bir bardak suda okyanus gizleyensin, parça bütüne kavuşacak ki hasret dinsin. Bütünle bütünleşemediğim, birliği hissedemediğim sürece yaşamım daimi bir ölüm; Oysa âşık ölüdür, maşûk daim diri…
Kalk âşık kalk!
Acele et biraz
Bak! Su sesi geliyor,
Sense susuzsun
Ve uyuyorsun…
Bir katre iken kendimi ummâne düşürdüm
Hayfâ yolumu vâdi-i hicrâna düşürdüm
Bir katre iken… Ölümün hükümdarlığına gölge düşüren, ölümsüzlüğün habercisi bir okyanus. Parayı pul, zâlimi kul eden huzurun aktığı bir deniz. Yağmur damlasından büyüyen ve yine yağmur olan, “ben”de “biz”i “biz”de “ben”i saklayan bir göl. Gezgin, yârenler hası, yolculuk telâşında bir nehir. Gözü pek bir âşık-ı şeydâ, azalırken çoğalan bir şelale. Mütevazı, semazen akışlı, azimle davete icabet eden bir dere; suyun binbir yüzüdür bizim hikâyemiz.
Su, buz olarak kaldığı sürece uçamaz ama kaynatılıp buhar haline getirildiğinde gökler ağacaktır. İnsan da ruh haline gelebilirse, kolayca uçabilir hem melekler uçabilir çünkü kendilerini hafife alırlar, beden kaydındaki ağırlıkları yoktur. Ruh, zaten uçmaktadır. Uçan ruh nereye gider? Kendine uyum sağlayan yere gider ki, “fedhulu fî ibâdî” bu da aynı uyumu sağlayan kimselerdir. L. Filiz
Hak, değişmeden kaldığı halde halk o değişmeyen varlığın değişen ve sayılmayacak kadar çeşitlilik gösteren zuhur ve tecellisidir. İbn’ül Arabî hazretim, Hakk’ın çok çeşitli şekiller almasını, türlü donlar giyinmesini şu misal üzerinden izah eder: Su; buz, kar, buhar, dolu, yağmur, çeşme, dalga, ırmak, deniz gibi şekiller ve adlar alır. Görüntüler farklı olsa da bunların aslı sudur. Su donup buz şeklinde taayyün eder. Buzun bu kendisine mahsûs taayyünü erimedikçe onda mahpûs olan su tam olarak deryâya kavuşmaz. Bundan dolayı belki suyun buza iştiyâkı, kendi nefsine iştiyâkıdır. Çünkü Resûlulluah efendimiz (sav) Deccâl’den bâhis olan hadîs-i şerîfinde “Sizden biriniz ölmedikçe Rabb’ini müşâhede etmez” buyurdular. Şu hâlde kulun, ölüm vaktinde hâsıl olan hâs kavuşmaya iştiyâk göstermesi lâzımdır. Tâ ki Hak onun iştiyâkından daha şiddetli bir iştiyâk ile ona iştiyâk göstersin. Ve ölüm aslında tabîat perdelerinin ve kesîf beden hükümlerinin kalkmasından ibâret olan bir hâl olduğu için bu hâs kavuşma, hem irâdî ya’nî tercîhli ölümü ve hem de tabîî ya’nî kaçınılmaz olan ölümü ihâta eyler. [Ş. Ekber]
Cennet gömleği olursa çekeyim yırtayım
Kavuşma ânında perde ola gömleğim
Sadreddin Konevî, Hz. Pir-i Destgîr-i Münîr Mevlâna’yı hasta yatağında ziyaret etmiş ve kendisine acil şifalar dilemişti. Bunun üzerine Hz. Mevlâna bakın ne buyurmuşlar: “Bundan sonra Allah sizlere şifa versin. Âşıkla maşuk arasında kıl kadar gömlekten başka bir şey kalmadı. Bunu da soyup çıkarmalarını ve nurun nura ulaşmasını istemiyor musunuz?”
Bir ucu gösterilen mânânın, âşinâ gönüllerde doğması için, Vâridat şerhinde geçen, ilim şehrinin kapısı sultanın dilinden pek müfîd bir nazım ile devam edelim.
Hz. Ali Efendimiz’nin (kv) bir nutk-u şerîfinin izâhâtı: في تحقيقنا غير مائيه وغيران في حكمي دعته الشرائع
İmam-ı Ali kerremallahu vechehul-âli saadetle buyurur:
Ve mâl-halku fi’t-timsâli illâ ke-selcetin
Yani: Timsalde cümle varlıkların vücûtları kara benzer. Müstakil vücutları yoktur. Karın vücudu suyun vücudu olduğu gibi. Halk da böyledir. Vücutları Hakk’ın vücududur. Müstakil vücutları yoktur.
Ve ente leha’l mau ellezi hüve nâbiu
Hâlbuki sen de kar olmuş o kaynak suyuna benzersin. Su, kar sûretiyle zâhir olduğu ve karın kıyamı su ile olduğu gibi halkın zuhuru ve kıyamı dahi Hakk’ın vücududur.
Ve mâ’s-selcu fi tahkikina gayre mâihi
Hakikatte ve işin aslında kar suyun vücudundan başka bir şey değildir. Suyun kendisidir, görünüşüdür. Ancak su havanın soğukluğu ile kar sûretinde görünür. Su adı gizlenir, kar adı zâhir olur. İşin aslında aynı şey olduğu gibi halk dahi Hakkın zuhurudur. Hak Teâla her yüzden cilve-gîrdir. O cilvelerine halk adı verildi. İşin aslında Allah’ın zâtından başka zât yoktur. Cümle halk adı ile görünen kendi cilvesi, tecellisi, zuhurudur.
Ve gayre ennehu fi hükmin dâethu’ş-şerayi
Şeriatte ve zâhir ahkâmda kar ve su birbirine aykırıdır. Zira su ile taharet olunur, kar ile taharet olunmaz. Kardan başka su bulunmazsa ve karı eritecek şey yoksa teyemmüm caizdir. Karın varlığı teyemmüme engel olmaz. Suyun varlığı engel olur. Bundan malum oldu ki, karın müstakil vücudu olmadığı halde şeriatın zâhirinde kara su demezler. İsimde ve görünüşte Hakk’ın cilvesi (latif tecellisi) olan halk, Hakkın zâtından başkadır. Halka Hak denilmez. Kar suyun mazharı ve sûreti olduğu gibi halk dahi Hakk’ın mazharı ve cilvesidir. Lakin bu halka Hak denilmez. Zira ma’duma mevcut (yok olana var) denilmez.
Ve lakin yezubu’s-selcu yurfeu hükmühu Ve yudau hükmül-mâi ve’l-emrü vâkiu
Lakin kar eridiğinde kar adı ve taharete engellik hükmü kalkar. Su adı ve taharet hükmü konulduğu gibi insan da hakiki tevhide süluk ederek Allah’ın varlığında eriyerek yok olduğunda mevcud ve bâki olanın Hak olduğunu Hak şühudu ile müşahede eder.
Tecemmeati’l-ezdadü fi vahidi’l-baha Ve fîhi telaşet fe hüve anhünne sâtıu
Yani: Hazret-i cem makamında ef’al ve sıfatın Hakk’ın zâtı ile kaim oldukları müşahede olunur. O mertebe tadılmadan hakiki tevhid zâhir olmaz.
İşte böyle efendim, filler türlü türlü, iz takip edilirse fiillerin neşet ettiği sıfatta çeşit daha az nitekim Zat makamına varıldığında ise kesretten vahdete erilir.
O’nun aynı da ğayrı da yoktur. Buhârın vücûdu, lâtîf oluşunun kemâlinden dolayı görünmez. Bir mertebe yoğunlaşınca bulut ve bulut yoğunlaşınca su; ve su donarak yoğunlaşınca buz olur. Şimdi buzun esâsı buhar olmakla berâber, onun belirmesi buharın gayrıdır. Çünkü buhar, aslâ buz gibi kesîf bir belirme sâhibi değildir; o sûretsizdir. Ve aynı şekilde buz, suyun donmuş halinden ibâret olduğu halde, suyun aynı değildir. Çünkü su ile görülen işler buz ile görülemez. Su başka, buz başkadır. Velâkin gerek suyun ve gerek buzun vücûtları buharın zâtından gayrı değildir. Bu i’tibâr ile buharın aynıdırlar. Bundan dolayı bunların arasında hem aynı oluş ve hem de gayrı oluş mevcût ve gerçektir.
Buhar yoğunlaşınca su olur ve su yoğunlaşınca buz olur. Suyun ve buzun vücûdu buhârın vücûdudur. Buz eriyince su ve su buharlaşınca buhâr olur. Bundan dolayı buzun şânı helâk olmaktır. Oysa helâk olucu olan buz, buhârın indinde hem mevcût ve hem de mevcût olmayandır. Ve onun şânı, yokluk içinde varlıktır. Bununla berâber bu iniş ve çıkışta buhârın zâtı değişmiş değildir. Hakk’ın latîf olan mutlak vücûdu, her bir ismin gereklerine göre, o kesîf sûrette belirmiş ve kayıtlanmıştır. El-Latîf olan buharın yoğunlaşıp, farz edelim küp şeklinde ve diğer şekillerde dondurulması gibi. Buzun vücûdu algıda mevcût ve görülebilir ise de, latîf buharın o şekilde kayıtlanmasından ve belirmesinden oluşmuş izâfî bir vücûttur. O belirginlik ve kayıtlanma zâil olunca, mutlaklığa döner. Bundan dolayı buzun vücûdu bir hayâl olup, onda kendini göstermekte olan hakîkat latîf olan buharın mutlak vücûdudur.
İşte bu misalerle de açıkça görüldüğü şekilde bu var edilmişler âleminin hayâl olduğunu ve hakîkat yönünden Hak olduğunu zevkan ya’nî bizzat hakîkatini yaşayıp idrâk ederek anlayan kimse, yolun sırlarına hâiz ve hâlin hakîkatine vâkıf olur. Ve Allâh’ın yolunda murâdınca gitmeye muvaffak olur.
Hayır ve şer ALLAH’tandır zîra suyu buz yapan da güneştir buhar yapan da…
Hakikatte hal böyle olunca, Rabbimizin de bizden muradı O’nun büyüklüğü karşısında buz gibi olan benliğimizin erimesidir. Onun ilâhî varlığı karşısında aczimizi, mahviyetimizi anlamaklığımızdır.
Verirler “ben acizim, kudret senin” dedikçe…
Verenin şânı büyük, sen iste istedikçe…
Tevbe ile yıkayıp aslına döndürdüğümüz muhabbetimiz nefsin ve alemin dertlerine şifâ olsun niyazımızla mektubu burada sırlarken imdâd erişir feryâdımıza: Aradığın su, düştüğün kuyudadır!
Kendi çukurunda kuruyabilir insan ummana karışamadan Sen cansın özünü ten bilirsin
Katında su var susuz ölürsün
Tel tel iplik iplikte dikseler ağzımı, secde yerinde nabzımı yoklayanlar tek bir nefes duysa: Kendi benliğimi ifnâ, kendi varlığını icrâ eyle: “Al beni benden; kayd-ı bedenden, ayırma senden”
Hümâ-yı ‘ışk-pervâz ol gel ey cân murg-ı tenden geç
Germîyânoğullarından, Mevlânâ Sinân dimekle mezkûr ve erbâb-ı nazm ü irfân meyânında Şeyhî mahlası ile meşhûr bir tabîb-i lebîb ve bir hakîm-i edîb, Ahmed Mecdüddin olma, Hacı Bayrâm-ı Veliyullah Hazretlerinden doğma, pîşterîn-i şuarâ-yı Rûm: Yûsuf Sinâneddin Şeyhî شيخي (v. 1431)
Baharın revnakı vasfı, behiştin zîneti şerhi Kamu bir fasl u bâb imiş senin hüsnün kitâbından
Mesleği dolayısıyla “Hekim Sinan”, memleketi dolayısıyla “Germiyanlı Şeyhî” olarak tanınan, şiirlerinde kendisini “Yûsuf-i Şeyhî” olarak tanıtan şairin Şeyhî mahlasını alması Hacı Bayram Veli’ye intisabından sonra olmuştur yani Şeyhî kelimesindeki nispet î’si Hz. Numan Hacı Bayram-ı Veliyulla sultânıma râcidir.
Böylesi gülbağı bir intisaptan alıp ilhamı: Gelin gülle başlayalım atalara uyarak Baharı koklayarak girelim kelimeler ülkesine Bir anda yükselsin bir bülbül sesi…
Damen-i pâkinden nasiplendiğimiz, himmetleriyle huzur bulduğumuz Hz. Numan Hacı Bayramı Veliyullah Sultan (ruhaniyyetlerine selam olsun) evlatlarından olduğunu öğrenince, ehl-i vefâdan sayılmaklığımız niyyetiyle, “Şiir güzeli”nin omzundan eski Acem elbisesini çıkarıp Türkî elbise ve yeni hil‘atler biçip giydirdiğini söylenen, tatlı pınarlar kadar hoş şi’irleri ile bilinen Germiyanoğlu Yakub Bey’in nedîmi ve tabîbi olan Şeyhî’den pek latîf bir naat-ı şâhânesi sizlerle paylaşmak murad olundu. Biraz sabr edip şiirin sonunu getiren aziz okuyucular için dilerem her bir beyti ayrı şefâat eyler.
يا خاتم الرسالة يا أشرف الورى
أنت الذي تفرد باالعز و العُلى Yâ hâtime’r-risâleti yâ eşrefü’l-verâ Ente’llezî teferrede bi’l-‘izzi ve’l-‘ulâ
Ey risâlet mührü(risalet yüzüğünün kaşı, risâletin sonu) son Nebî, ey yaratılmışların en hayırlısı, şereflisi; izzet ve fazîlette biriciksin, yegânesin sen.
Ey fahr-ı halk kimde ola zehre medhine Çün Hakk dedi “le ‘amrüke” levlâke ve’d-Duhâ
Ey yaratma kudretinin sahibinin ve yaratılanların kendisiyle övündüğü, senin medhinde kim yiğitlik edebilir, kimde o cesaret var ki, senin için Allah, “ömrüne yemin olsun”, “sen olmasaydın”, “sabah aydınlığına, yüzünün nuruna yemin olsun” buyurmuştur.
Akl-ı inân-keşîde ere mi rikâbına Der “tarrakû” önünce çün ervâh-ı asfiyâ
İşi gücü çekip çevirmek, yönetmek olan dizgini çeken akıl, hiç yetişebilir mi, senin üzengine(haşa)? Çünkü tertemiz ruhlar bile senin önünde “açılın, açılın” diyerek yürürler. (O tertemiz ruhlar bile senin hizmetinde yayadırlar, akıl sana nerden erişecek!)
Seyr-i semend-i sırrına meydân-ı arş teng Pervâz-ı murg-ı fikretine lâ-mekân fezâ
Arşın meydanı bile senin o (yağız) sır atının çevikliğine az gelir, gayb âlemindeki sır atının seyrine arş meydanı dar gelir. Senin tefekkür kuşun kanat çırpıp uçunca, gökyüzü yetersiz kalır, mekansızlık bile anlamını yitirir!
Lutfun demi eder nefes-i nefsi dil-pezîr Hulkun yeli kılar harem-i rûhu hoş-hevâ
Lütfunun nefesi, nefsin soluğunu (keser de, onu) gönlün emrine âmade kılar. Yaratılışının esintisi, senin tabiatından gelen rüzgâr, ruh haremini hoş esintilerle doldurur.
Rahmân iken mu’allimin ümmî kodun adın Sultân iken dü-kevne kabâçen durur aba
Muallimin Rahman olan Allah ise de sen kendini, (ilim için okuma yazmaya ihtiyaç duymayan mânâsına) ümmî diye bildirdin. İki âlemin de sultânı olduğun halde üstüne bir parça yünden giysi edindin.
Sâyen hakîr toprağa salsayidi şeref Her zerre gün gözüne olur idi tûtiyâ
Eğer gölgen olsaydı ve lutfedip alçaktaki, hakir toprağa bir kez düşüp şeref verseydi, toprağın her zerresi, güneşin gözüne sürme olurdu.
Tahte’l-livâna Âdem “men dûnehû mutî’” Fahr anlara kim eylediler sana iktidâ
Senin (livaü’l-hamd) sancağın altında toplanan Adem ve O’ndan sonra gelip itaat edenler, (peygamberler) ne kadar övülseler az gelir ki, sana iktida eylemişler, sana uymuşlar, sana tabi olmuşlardır.
Şol kimseyi ki çekti kabûlün kılıç gibi Gerçi bürehnedir güheri doludur safâ
Cevheri, özü safa ile dopdolu olsa da kendisi, aç açık ve köle olan kimseyi kılıç gibi çekip aldın! (Hz. Bilâl Efendimizin âzadı misâli) Özü temiz kimse her ne kadar ayak altında zavallı olsa da sen onu özü bozuk olanlardan kılıç gibi kesip ayırdın.
Ol nâkesi ki reddin eli attı oklayın Üryân u ağzı kan yeri toprak yolu hevâ
O insanlıktan nasibi olmayan, aşağılık kimseyi ise, senin reddinin eli oka tuttu, reddederek o kimseyi yaydan atılan ok gibi kendinden uzağa attın. Onu çırılçıplak, ağzı kan içinde, yolu boş ve batıl halde mezara gönderdin!
Gerçiki toprak eyledi müdbirleri debûr Sen bir çerağsın kim ider nusret-i sabâ
Ayrılık (Batı rüzgarı) rüzgarı (sana karşı) uğursuz, bahtsız kimseleri toza-toprağa boğarken; saba yelinin esintisi ise senin kandiline, çerağına güç vermekte, sana yardımcı olmaktadır.
Gavvâs-ı rûh-ı kudsîyle bahr-ı vahdetin Dürr-i kelâm-ı Hakka lisânındır âşinâ
Kutsal ruhun dalgıçlığıyla(Cebrâil aleyhisselam) birlik denizine dalıp, Allah’ın inci misali sözlerini alarak bunu dilinle anlatansın, ortaya çıkaransın. Sen mukaddes ruhunla vahdet deryasına derinliklerina dalarken, lisanınla Hakk’ın kelam denizinden inciler çıkardın.
Kîş-i ve mâ rameyteden atsan kazâ okun Hayl-i müsevvimîn ede dîn düşmenin hebâ
Attığında sen atmadın ama Allah attı okluğundan (sadağından) çekip attığın her kaza oku, işaretli, nişanlı, teçhizatlı meleklerle, dinine düşmanlık eden bir güruhu heba eder.
Allah azze ve celle Uhud Savaşı’nda da müslümanlara yardım etmiş, bu yardım sayesinde düşmana galip gelinmiştir. “Ve mâ rameyte” bu olaya işaret eden ayettir. “(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. [Enfâl:17] Bedir Savaşında peygamberin ordusuna melekler eşlik etmişlerdir. Müsevvimîn kelimesiyle Âl-i İmrân suresinde anlatılanlara işaret edilmiştir. “Evet, siz sabır gösterir ve Allah’tan sakınırsanız, onlar (düşmanlarınız) hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder. [Âl-i İmrân:125] Saîd ibnu’l-Museyyeb’den, onun da babasından rivayetinde geçer: Bedr gazvesi günü Ubeyy ibn Halef Hz. Peygamber (sa)’i arıyordu.Bir grup mü’min onu karşıladı ve Rasûlullah (sa)’a ulaşmasını engellemek istediler. Allah’ın Rasûlü (sa): “Bırakın gelsin.” buyurdular. Abduddâr oğullarından birisi olan Mus’ab ibn Umeyr onu karşıladı ve öldürüldü. Tam o sırada Rasûlullah (sa) da Ubeyy’in, zırhı arasından bir anda boynunu görüverip harbesini (küçük mızrak) fırlattı. Ubeyy’e çarpan harbenin darbesiyle Ubeyy atından düştü Harbenin çarptığı yerden kan bile akmamıştı. Sadece bir kaburgası kırılmıştı. Atından düşen Ubeyy bir öküz gibi böğürüyordu. Yanına gelen arkadaşları ona: “Ayıp ayıp küçük bir sıyrıktan bu kadar feryat ediyorsun!” dediler. Rasûlullah efendimizin (sav) daha önce “Bilâkis ben Übeyy’i öldüreceğim.” dediğini zikredip “Nefsim kudret elinde olana yemin ederim ki bana isabet eden darbe Zu’l-Mecâz halkına isabet etmiş olsaydı hepsi birden ölürlerdi.” dedi ve Mekke’ye ulaşamadan yolda Şerif denilen mevkide öldü, canı cehenneme gitti. İşte bunun üzerine Allah Tealâ “Sen attığında onu sen atmış değilsin. Fakat muhakkak onu Allah atmıştır…” âyet-i kerimesini indirdi.
Kaktı nübüvvetin eli din tablın öyle kim Uş şark u garb doldu ol âvâzeden sadâ
Peygamberliğin eli, risâlet vuruşun, din kösünü (davulunu) öyle bir çaldı ki doğu ve batı işte bu gür sesten yayılan yankılarla doldu.
Cem‘ eyleyip cemî‘-i kemâlâtı lutf-ı Râb Bir zât-ı ekmel içre adın kodu Mustafâ Rabbin lutfu, bütün kemâlâtı sende cem edip, manevi hasletleri, erdemleri sende toplayıp tâ böylece kusursuz, noksansız, mükemmel zâtına Mustafa adını koydu.
Hem hırmen-i şefâatının hûşe-çînidir. Âdem ki dâne hırsıyile eyledi hatâ Bir (buğday) tanesine takılıp ayağı sürçen Hz. Adem aleyhiselâm, senin şefâat harmanının başak toplayanıdır. (Harman yerinden başak toplamak eski bir adettir)
Yek-dânesi cihân sadefinde güher gibi Ey bî-bedel yetîm onun için denir sana Sen bu cihân sedefinde, kabuğunda biricik incisin ki, eşin benzerin olmadığından sana inci (yetim) “dürr-i yetim” derler. Lugatte yetîm kelimesi eşsiz, tek, yektâ manasında da kullanılır, işbu halde mana şöyle olur, gerçi babası vefât edene yetim denirse de kimin kimsen olmayışından değil belki cihanda hiçbir benzerin olmadığından “tek” kaldın da onun için “yetim” derler sana.
Zülfünün kadd ü haddine her kim baka sanır Kim buldu bedr kadr dünün hatt-ı istivâ
Uzayan saçının lülesinin uzunluğuna, güzelliğinin mertebesine her kim baksa ayın başlangıçtaki ince hali dolunaya dönerek tam derecesini buldu sanır.
Tasavvuf aleminde “zülüf, gîsû, mûy, ebrû” Allah’ın birlik sıfatını, esrâr-ı ilâhîyeyi ifade eder.Zülüf kıvrımları C harfine benzetilirse (ki yeni ay, hilal de kurumuş hurma dalı misali bu şekildedir) Yüzün şekli ise yuvarlak O harfine benzetilse (ki dolunay, bedir de bu şekildedir.) Parlak bir dolunay misali yüzünün üzerine düşen zülfünü görenler mehtap hatt-ı istiva (eşit bölen çizgi) çekmiş sanır. Bu hatt-ı istiva ile miraçdaki en kestirme vuslat yoluna, ruh ve beden, madde ve mana, dünya ve ukba arasındaki çizgiye, ayrıma da bir işaret olsa gerektir.
Hem zülüfleri güzelin yüzünü örter, cemâline perde olur. Cism-i pâk-i Muhammed, mânâ-yı Muhammed’e hâil olur.
Naat-ı şerifin en çetin beyitlerinden birine rastladık. Burada İslam kozmolojisini vâkıf olmadan verilecek her mânâ eksik kalacaktır.
Adının iki harfine eyler işâreti Anda ki yedi yerde Hudâ andı mîm ü hâ
Kur’an’da Cenab-ı Hakk’ın yedi sureye ve Mim ve Ha harfleriyle (Ha-mim) başlamasında muradı, seni anmaktır. Çünkü Senin isminin iki harfidir Mim ve Ha’dır. Senin isminde geçen Mim ve Ha harflerine (MuHammed, AHMed, MaHMud) Cenab-ı Hakk yedi surenin ilk ayeti olarak yer vermiş, pek şerefli Kur’an’da seni isminle de anmıştır.
Hulkuna çünkü Hâlık-ı a’zam dedi azîm Lâyık halâyık eyleye mi hulkuna senâ Senin yaratılışına, ahlakına; a’zam olan yaratıcı Allah, “inneke leala hulukin azim” Şüphesiz sen azim bir yaratılış, hulk-u ahlak üzeresin [Kalem:4] buyurdu. Şu halde, diğer yaratılmışların seni övmesi, lâyıkıyla senâ etmesi mümkün müdür?
Hz. Peygamber (a.s.)’ın ahlâkından bahsetmesi istendiğinde Hz. Aişe (r.a) mümkün olan en ideal cevabı şöyle vermişti: “Onun ahlâkı Kur’ân’dan ibaret idi.” Maksadı şu idi: “Kur’ân hangi âdabı öğretiyorsa onları uygulardı.” O güzeli hayrul halefi, ilim şehrinin kapısı Hz. Ali keremallahu vechedir. Ayniyle vâkidir ki Sıffîn savaşından sonra Muaviye’nin kumandanı Amr bin As, Kur’an sayfalarını mızrakların ucuna taktırarak Hz. Ali’nin(kv) kuvvetlerinin önüne çıktı ve: “Siz ve biz, birbirimizi yok ettikten sonra, İslam yurdunu kim koruyacak? Allah’ın kitabı Kur’an, aramızda hakem olsun” diye haber gönderdi. Bu durumu gören Hz. Ali’nin(kv) yanında savaşan Hariciler, “Allah’ın kitabına uymalıyız” diyerek savaşmaktan vazgeçmek istediler ve Hz. Ali’ye: “Ya Ali! Kur’an’a uy, yoksa seni onlara teslim ederiz ya da Hz. Osman’a (ra) yaptığımızı sana da yaparız” diyerek ayaklandılar. O vakit Hz. Ali Efendimiz, “Bu bir hiledir, gerçek Kur’an biziz, ben Kur’an’ı Natık’ım” buyurmuştur.
Erdi nebât u ma’den ü hayvâna da’vetin Kim oldu şâhidin şecer ü üştür ü hasa
Senin davetin, cemâdâta, nebâtâta ve hayvânâta dahi ulaşmıştır ki, ağaç, taş, deve ve bağ- bahçe sana şahitlik etmişlerdir.
Kestin külîçe-i mehi tennûr-ı çerhde Çün hân-ı mu’cizâtına germ oldu iştihâ
Felek tandırında, ay değirmisini, sıcak somun gibi yardın, senin mucize sofrana ateş bile iştahlandı. (Subhanallah bu ne müthiş bir ifadedir, ne güçlü bir beyittir!)
Bağlansa emrine n’ola şems ü kamer kemer Nûrunla buldu neşv ü nemâ bu iki hod-nümâ
Senin emrine kemer bağlasalar, güneş ve ay sana hizmetçi olsalar çok görülmez. Çünkü, o ikisi de kendini açığa çıkaran, gösteriş meraklısı; ancak senin nurundan neşv ü nema bulmuşlardır. Zirâ yüzün nûrundan almışlar felekler şems ile mâhı…
Ger nerdübân edinse dokuz çerhi akl-ı kül Bir pâyesine ermeye mi’râcının şehâ
Ey şahım, akl-ı küll, dokuz kat feleği merdiven etse de senin Mi’racının bir basamağına adım atamaz. Bütün akıllar birleşip dokuz feleği merdiven etseler bile Senin miracında attığın bir adımın yüksekliğine bile ulaşamaz, onun yüceliğini yakalayamazlar. O’nun seyri sülukundan melekler aciz olmuşlar ki bin yılda varamazlar O bir demde varıp râhı…
İsrâ gecesi sırrına seyr etse sidrenin A’lâ-yı müntehâsıdır ednâ-yı müttekâ İsra gecesi, (varlık âleminin son sınırı olan yedinci kat semâda bir makam olan) Sidre senin sırrına bir göz atsa, görürdü ki, kendisi, dayanılan, yaslanılan en aşağıdaki şey, senin sırrın ise en yüce başlangıçtır! Sidre makamı tasavvuf âleminde Cenâbı Hakk’ı tanımada beşer aklının ve akılla kazanılan bilginin son durağıdır. Ne mümkin böyle bir âlî binâ bir dahi ger olsa / Kazâ mi’mârı sidre nerdbânı çarh müzd-veri
Çün ol seferde maksada tîz eyledin basar “Mâ zâğ” oldu aynın ü kalbin “ve mâ tağa”
O seyr ü seferde gözlerin maksadına o kadar tez ve aracısız erişti ki, ne gözünü kaydıracak, ne kalbini oynatacak bir varlık girebildi araya!
Dikkat edin! O peygamberin gözü ne kaydı, ne de başka yöne çevrildi.[Necm:17] Hz. Peygamber aleyhisselam, Rabbine öyle bir yönelmişti ki gök melekûtunda temaşa ettiği sayısız güzellikleri ve dahası bile O’nu meşgûl etmedi.
Gittin hezâr kerre hezârân hezâr mil Anda ki “lâ halâ” dediler “bel ve lâ-melâ”
Bin kere binlerce, milyonlar mil gittin gittin, ta ki bir yere geldin (neredeyse arşın ötesine geçtin) işte o demde dediler ki; bu geldiğin, vardığın yer, ne boştur, ne doludur! Buradaki mananın açılmasına ihtiyaç duyanlar Şerh-i Salat-ı Meşişiye’ye bakıverin lütfen. Ne mekân var anda ne arz-u semâ / Kim, ne hâlidir, ne mâli, ol mahal
Seyrin nihâyetinde çü buldun dünüvv-i hâs Sen dedin “eyne enzil” Hakk dedi “hâhünâ”
Bu yolculuğun sonunda Sen Allah’ın en has yakını, O’na en fazla yaklaşan oldun. İşte o demde dedin; (beni) nereye indirdin, Allah Teala buyurdu ki; İşte buraya!
Yani yoldan gelen misafir ev sahibine der ki “nereye ineyim, nereye oturayım”, cevap mahiyetinde hâne sahibi en münasip yeri gösterir. “buyrun işte buraya”
Gördün anı ki görüniser lâyıkı göze Halvet-serâ-yı hâsda bî-çün ü bî-çerâ
O dem O’nu, gözünün liyakatınca görünür olarak buldun! O’nun has odasında (sarayında) ne ise nasılsa, niçinsiz nedensiz O’nunla halvet oldun!
Doksan bin oldu bir dem içinde sana nasîb Şol bahrdan ki yoktur ana hadd ü intihâ
O’nun, o kıyısı, kenarı olmayan sonsuzluk denizinden sana bir demde, bir anda doksan bin kelam nasip oldu. O’nunla bir anda doksan bin kelam ettin. Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Hz. Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir. [İsrâ:1] Bî-hurûf ü lafz u savt ol Padişâh / Mustafâ’ya söyledi bî-iştibâh
Âsîlere nevâle-i afv aldın armağan Buldu nevâlen ile kamu bî-nevâ nevâ
(Mi’raç’tan) Asîlere, afv müjdesini(bahşişini) armağan olarak getirdin, senin bu müjdenle, bahşişinle rızıklandı rızıksızlar; aheng buldu ahengsizler; ses buldu (günahtan ötürü) sesi kısılmışlar, dirlik düzenlik buldu, intizama erdi, dirliksiz düzensiz olanlar!
Râh-ı dalâle varmağa değme ebül-heves Göründü nûr-ı sûre-i “ve’n-necmi izâ hevâ”
Sapkın yolunu talep eden en değme heves tapıcısına bile, birdenbire seninle göründü; “indiği demde o yıldıza yemin olsun” sûresindeki nur. (En korkunç heveslerin bile karanlığı (dalaleti, sapkınlığı) senin nurunla giderilir.
Doğmakta olan yıldıza, Kur’ân’a andolsun! Yükselmekte olan yıldıza Muhammed’e andolsun, doğan ve yükselen yıldızlara andolsun! [Necm:1]
Döndün çü heft ü penc ile şeş kûşe menzile Dedin yakîn ü çâr-emînine mâcerâ
Yedi ve beş ile altı mahalli menzil eyleyip döndün. Yakîn ile en yakın dört eminine, dostuna, macerayı haber verdin. (Hazret-i Peygamber’in Mi’rac’ına telmih ile İsra ve Mi’rac hadisesini çar-ı yâr-i güzine bildirmesi anlatılıyor.)
7 kat semâdan beş vakit namaz ile 6 cihetli dünyaya döndün… Mirac köşesiz, uçsuz bucaksız idi ne mekan var onda ne arz u semâ idi. Gittiğin yerde la mekân ve lâ zaman idin.
Varılacak yer (Yedi köşeli menzil): 7. kat semâdaki Sidre’nin de yer aldığı, miraç seyrinin güzergahı menzil. Hediyyesi: 5 vakit namaz (Günün beş köşesine kurulan menzil) Dönüş menzili (Altı köşeli menzil): Mirac dönüşü sağ, sol, ön, arka, alt, üst ile mukayyed kesafet alemi, imtihan dünyası veya altı köşeli bir küp cisim olan Kabe-i Muazzama’nın bulunduğu Mekke-i Mükerreme.
Nâ-çâr çâr rüknü şerîat sarâyının Dest urmayan bu çâr eteğin ola çâr-pâ
Senin şerîat sarayının dört rüknüdür, sana karşı nâçâr (sana karşı elsiz-ayaksız, sana itirazsız ve kendilerini sana tam olarak teslim eden) olan çar! (bu dört kişi) Bu dördünün (çâr’ın) eteğine yapışmayan, uzanmayan el(in sahibi), dört ayaklı hayvan gibi olur! Üzerinde bir ömür tefekkür ile nice kitaplar yazdıracak müthiş bir beyit!
Sıddîk kim tadırdın onun kalb-i hulkuna Her hân-ı ni’meti ki sana kıldı Hak atâ
(Hz. Ebubekir)Sıddîk ki onun güzel kalbine Hakk’ın sana bağışladığı her nimet sofrasını tattırdın veya başka bir cihetten; Sana Hak Teala’nın atâ ettiği, lutfettiği her nimet sofrasından seni tam olarak tasdik eden ve sana Sıddîk olanın hulkuna, tabiatına, mizacına tattırdın. Her duyduğunla amel eyledin, Hakkın kâli (söz) sende hâl oldu, vücud buldu.
Farûk kim olur idi lâyık nübüvvete Ger hazretün degülmisedi hatm-ı enbiyâ
Eger senin son peygamber olarak teşrifin olmasaydı Hz. Ömer de nebiliğe lâyık
olurdu. Lev-kâne nebîyyun ba’dî leğkâne Ömer ibn hattab (Hadîs-i Şerif). “Benden sonra peygamber gelseydi bu peygamber Ömer olurdu” sözüne işaret edilmiştir. Veya başka bir zevkle mana verilirse: eğer enbiyanın sonuncusu, nübüvvetin mührü senin zat-ı şerifin olmasaydı, Faruk olan (Hakk ile batılı ayırdetmek kudretine haiz kimse) nübüvvete layık olurdu.
Osmân ki eyledin anı nûreyn sâhibi Bulmuş idi hayât onun ile dem-i hayâ
Hz. Osman ki O’nu (iki kızınla evlendirerek ) zinnûreyn sahibi yaptın. Hayat onunla
birlikte haya zamanlarını bulmuştu. Hz. Osman peygamberin iki kızıyla evlendiği için
iki nur sahibi anlamında kendisine zinnureyn adı verilmiştir. O iki nur sahibi, O edep ve hayâda halifen, işte O Hz. Osman senin iki nurunla hayat bulmuş idi.
Haydar ki ilm ü hikmetine vâris etti Hakk Mahbûb-ı evliyâ idi mahsûs-i “lâ fetâ”
Haydar ki Allah onu hikmet ilmine varis eyledi. (O) evliyaların en sevgilisi, yiğitlerin
en mükemmeliydi. Lâ fetâ “Ali gibi yiğit, Zülfikâr gibi kılıç yoktur” Cenab-ı Hak, Haydar-ı kerrar olan Hz. Ali’yi senin hikmet ilmine vâris etti. O’ndan başka cömert ve yiğit olmadığından fütüvvet ehlinin, evliyaullahın sevgilisi Hz. Ali olmuştur.
Âlî menâkıbını Alî’nin kim ede şerh Hayy u ‘Alîm dedi çü vasfında “hel etâ”
Hz. Ali’nin o yüce menakıbını kim şerh edebilir ki, Hayy ve Alîm olan Allah, Hz. Ali’nin vasfında buıyurmuştur “hel etâ”
Buradaki “Hel etâ” lafzı İnsan suresinin ilk kelimelerinden iktibastır. Rivayete göre Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Efendilerimiz hastalanmışlardı. Hastalıktan kurtulmaları için Hz. Ali’ye bir şeyler adasanız iyi olur diyenler olmuştu. Onlar da üç gün oruç tutmayı adamışlar ve ev halkı da kendilerine iştirak etmişlerdi. Birinci gün yiyeceklerini iftar vakti kapıya gelen bir dilenciye, ikinci gün bir yetime ve üçüncü gün bir esire vermişler kendileri sadece su ile iftar ve imsak etmişlerdi. Bunun üzerine Hel etâ suresindeki şu âyetler nâzil oldu: (Onlar, dünyada) adaklarını (ve ahitlerini) yerine getirirler ve fenâlığı (her tarafa) yaygın olan bir günden korkarlar(dı). Yoksula, yetime ve esire, kendilerinin ‘arzu ve ihtiyaçları’ varken/ ‘seve seve’ yemek yedirirler: “Doğrusu biz sizi, sadece Allah’ın rızası için yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür de istemiyoruz, çünkü biz ‘yüzleri ekşiten ve asık suratlı yapan’ (dehşetli ve kara) bir günde Rabbimizden korkarız.(derlerdi) [İnsan:7-10]
Dürreyn-i ezhereyndi necmeyn-i envereyn Cân u dil-i Betûl ü dem-i kalb-i Murtaza İki parlak ve iki saf inci idiler, iki parlak yıldız. Murtaza’nın kalbinin demi, meyvesi, Fatıma’nın gönlü ve canı.
Nûreyn-i aynının biri hulkun gibi Hasen Biri Hüseyn şâh-i şehîdân-i Kerbelâ
Gözünün nurunun biri, Senin ahlakın, hulkun gibi Hasen’di,(yaratılmışlar arasında sana en çok benzeyendi) bir diğeri, Kerbela şehitlerinin şahı Hüseyn’di.
Her dem sana vü âline Hak’tan hezâr bâr Cân u cihân dolusu salât u selâm ola
Her dem, an be an, sana ve ehl-i beytine Hakk’tan; sayılamayacak kadar, canlar ve cennetler dolusu salat ve selam olsun.
Şeyhî amelden ere çü üryan eşiğine Kaddine hâk-i âl-i abâdan buyur kabâ
Bu Şeyhî, amelden ibadet ve taattan çıplak, kulluktan yoksun olarak huzuruna geldiğinde sen onun üstünü ehl-i beytinden (bir parça toprak ile dahi olsa) örtüyle örtmeyi lütuf buyuruver!
Lütfundan et meded bu günehkâra anda kim Füccâra dön dîn-ile vü ebrâra merhaba
Fâcirlerin ayak altında kaldığı ve iyilerin merhaba ile karşılandığı o anda, sen bu günahkar Şeyhî’ye de lufundan meded ü inayet eyle.
Ey hâce kime yalvarayın ben gedâyiçin Sen şâhdan şefâat umar hâce vü gedâ
Ey hâce, bu zavallı ben kime yalvarayım ki, hoca da köle de, fakir de zengin de sen şahtan şefâat umar!
Men etme teşneden katarât-ı terahhumu Çün menba-ı keremsin ü ser-çeşme-i sehâ
Terahhumunun, merhametinin katrelerinden ben susamışı, susuzu da men etme ki sen kerem pınarısın, kaynağısın, cömertlik çeşmesinin başısın!
Şart-ı şefâat ümmete cürm ü günah ise Çoktur bu derd bizde demidir k’ire devâ
Eğer ümmetine şefâat etmenin şartı cürm ü günah, hata ve ayıp etmek ise, işte bu bak hata, ayıp ve günah derdi o kadar çokdur ki bizde, tam senin devana layık derde sahibiz biz!
Yâ Rab be-hakk-ı nûr-ı Muhammed ki pertevi Doldurdu yer ü göğü kamu nûr ile ziyâ
Ya Rabbi, Muhammed’in(sav) nurunun parlaklığı hakkı için (ki yer ve gök baştan aşağı nur ve ziya ile dolmuştur)
Koma bizi cihân zulemâtında dâllîn Nûr ile müstakîm sırâtına ihdinâ
Bizi bu fani dünyanın karanlıklarında bırakma. Nurun ile sırat-ı müstakim’e hidayet eyle, dosdoğru yoluna ulaştır. Amin Yâ Muîn bi hürmet-i Al-i Yâsîn
Mektuplarımıza gül kokusu sürmek adetimizdir, işbu bâbdan nihavend bir curcunayı nice bin hasretle naat niyetine dinleye durun hele:
HAZRETİMİN KENDİ NİYÂZINA AMİNHÂNIZ EFENDİM HUU
Yâ Rab muhib gönüldeki mihr ü vefâ hakkı
Subh u saba demindeki sıdk u safa hakkı
Şevk oduna yanandaki sûz u niyâz’çin
Zevk âbına kanandaki neşv ü nemâ hakkı
Bu izzet ile turre-i vech-i habîb için
Ya’nı sürûr u hüzn-i sabâh u mesâ hakkı
Rahm eyle ben za’îfe gamdan necât ver
Hod-râylık durur kalanı sen Hudâ hakkı
Kudvetü’s-sâlikîn, kutbü’l-evliyâi ve’l-ârifîn, el-hâdî ilâ tarîkı’l-Hakkı ve’l-yakîn, vâkıf-ı esrâri’l-vâsılîn, merğubu’l âlemîn, mürşidu’l halâiki ecmâin, Ankara’da defîn-i hâk-ı ıtr-nâk olan Hacı Bayrâm-ı Velî kuddise sırrıhu’l-âlî ibni Ahmed ibni Mahmûd ve dâhi evlâdı, hulefâsı, ehibbâsı ervâhı şeriflerinin şâd u handan olmaklığı içün el-fâtiha
Hâmiş: Yeri geldi mânâ muğlak kaldı, bazı beyitler için kapılar açılmadı farkındayız lâkin “lâ yutraku kulluhu mâlâ yudraku kulluhu” diye öğrettiler bize: tamamı idrâk edilemeyen birşeyin tamamı terkedilmez; idrak edildiği kadarıyla iktifâ edilir. Bu arada rastladığınız hata ve eksikliklerimizin af ve hoşgörüyle karşılanacağını umarız zirâ insan unutma mahalli değil midir?