KENDİMİZİ TANIYALIM
İkinci Tavır
Bu nefsin var yedi bâbı üçünde hiç de eğlenme
Sakın emmârede, levvâmede hiç durma dinlenme
Nefis mertebelerinden ikincisi “kalb-i tıfliyye”dir. Bu mertebenin nefsi “nefs-i levvâme”, makamı “kalp”, seyri “seyr-i lillah”, zikri ise “Allah”tır. Yaşadığı âlem, dünyada mucib-i şehavât olan “yevm-i berzâhiyye” nefs-i levvâme çocuk cevherindedir. Sâlikin bulunduğu makamda ilerlemesi için “terk-i âdet” gereklidir.
Nefs-i emmâre ile kim bulsa hevâ
Zahm-i levvâmeye ol bulmaz devâ
“Kınayıcı nefs”de denilen nefs-i levvâmede kalp, az da olsa kalp nûru ile nûrlanmış ve sahip olduğu bu nur mikdarınca uyanıklık kazanmıştır. Bu mertebede nefis, gafletten bir miktar kurtulduğu için özeleştiri yapabilmekte, kendisini kınayıp günah işlemekten çekinmekte ama tamamen olgunluğa erişemediği için yine de günah işlemeye devam etmektedir. Bu mertebede nefsinin kötü sıfatlarını eleştirmeye başlayan sâlikin Kur’ân’daki emirlere karşı bağlılığı ve salih amelleri artmıştır.
Nefs-i levvâme, dâima Hazret-i izzetten çekinen ve mahzûn olan, kahra sebep olacak amellerinden imtinâ ederek, lutfa lâyık olmaya gayret eden nefistir. Bundan dolayı Hakk Teala kâsem tâcının onun başına koymuş ve لَٓا اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ kendini kınayan nefse andolsun buyurmuştur.
Nefs-i levvâme, kendini kınayan, kötüleyen, azarlayan, emmâreliği tamamıyla zâil olmamakla beraber, ara sıra pişmanlık duyan, sahibini yasaklara yöneltmekten ayıplayan bazen de hayırlı ameller ilham ederek güzellikleri fısıldayan nefis demektir.
Lâim demiyor, nefs-i lâime demiyor; levvâme diyor. Yâni mübâlağa sîgası, âmir değil, emmâre dediği gibi; levvâme… Bu sefer nefsini çok levm ediyor. Sabah akşam nefsiyle mücadelede… Diyor ki: “ – Gene beni kandırdın. Gene bana bu sabah namazını kaçırttırdın. Gene bana şu günahı işlettirdin. Sen ne kötüsün be! Senin elinden ne zaman kurtulacağım ben ya? Yâ Rabbi, sen bana güç kuvvet ver, şu nefsimi yeneyim!” diyor. Nefsinin düşman olduğunu anladı, nefisle mücadele ediyor ama, nefis kuvvetli, bu zayıf. Küt küt yere vuruyor, küt küt yere vuruyor. Yatırıyor bunu daimâ…. Bu her seferinde: “ – Ah gene nefse yenildim, eyvah gene mağlup oldum, gene günahı işledim, gene hatayı yaptım…” filân diye nefsine levm ediyor, kendisini kınıyor. “Çok kusurluyum, çok hatalıyım, pür hatayım, günahlara batmışım… Benim hâlim ne olacak?” diye. İşte bu nefs-i levvâme… Bu hâle geliyor. İlk önce nefisle bir mücadele başlıyor ve o mücadelede yenildikçe, kişi kendi kendisini kınıyor. Kendi kendisine kızıyor. “Yâ ne zaman kuvvetleneceğim ben?” diyor.
Nefs-i Levvâme’ye sahip olanlar, yine nefs-i emmâre sahibi gibi, her türlü fenalığı yapar velâkin sonradan nedamet edip nefsini levmederek yâni ayıplayarak tövbe eder. Yine tövbesini bozar, yine tövbe eder. Bu sıfata malik olanlara da nefs-i levvâme sahibi derler. Bu hal, kurtulmaya, iyi insan olmaya başlangıçtır.
Dört unsurdan ateş, zâlim (Emmare), hava, Ehl-i şeriat (levvame), su, ehl-i marifet (mülheme), toprak, ehl-i hakikat (mutmaine) remzidir.
Levvâme-i nezâfet nesîm-i nefha-i irşâd ile gubâr-ı hâk-i siyeh-i kalb mahv ile bekā bulmasıdır…
Nefsin terbiye olmaya başladığı duraktır çünkü nefs kendinde bir eksiklik hissettiğinde, bazı işlere gücü yetmediğini anladığında iş biter. Orada gemi delinir. Yani varlık gemisi o eksikliği hisseder hissetmez delinir. Bu genellikle iki şekilde olur; ya sille-i Hüdâ’yla, şefkat tokadı olacak bir sıkıntı gelir, kendi o sıkıntıyla başa çıkamayınca nefs, İbnü’l Arabî Hazretleri’nin buyurduğu gibi “Yahu, hani her şeyi beceriyordun? Daha bir sıkıntını bile gideremiyorsun, demek ki sende bir eksiklik var!” der ki, eksikliğini ve yanlışlığını idrak ettiği anda dirilme başlar. Bir ölüm, doğal âfet, ciddi bir hastalık misafir olduğunda, travma sonrasında hakiki gücün karşısında acziyetini hisseder.
Yahut da bir aşk, bir cezbe gelir, bir mürşid-i kâmil ile tanışır, onun ilmine hâlime bakarken kendi eksikliğini görür ki, o zaman aczini da hisseder. Burada levmeden nefs zevkli bir nefs olsa da daha adam olmamıştır. Neden? Çünkü kendini kötüler ama hemen ardından tekrar metheder, günaha dalar. Levvâme mertebesindeki kişi, sahip olduğu ilim ile övünür ve bu ilim sayesinde baş olmak ister. Tahsil ettiği mantık, me’ânî gibi ilimler aracılığı ile halka ilim sahibi olduğunu göstermeye çalışır
Levvâme mertebesinde bulunan sâlikin vasfı “nemmâme”, sıfatları ise “yerme, kınama, heves, mekir, ucub, sem ve sekr”dir.
Ger sorarsañ nefsini levvamedür
Vasfı dahı hem bunuñ nemmamedür
Sâlik nefs-i levvâme mertebesinde bir taraftan dünyalıkları terk etmeye diğer taraftan da mevki sahibi olmaya çalışmaktadır. Oysaki rızık Allah tarafından ezelde taksim edilmiştir. Bu iki düşünce arasında sıkışıp kalmış olan sâlik, bundan kurtulmanın yollarını aramaktadır.
Hırs ider bilmez ki ta vakt-i ecel
Rızk-ı maksum oldıgın yevmü’l-ezel
Böylesine bir ikilem yaşayan sâlik, bir taraftan ilmi ile övünüp makam ve mevki sahibi olmanın ve itibar kazanmanın yollarını aramaktadır. Diğer taraftan ise “kalb-i selim” sahibi olmanın etkisi ile gönlünden mâsivâyı kaldırmak için uğraşmaktadır. Sonunda yolcu ikilemlerden kurtulup kalb-i selim sahibi olmaya karar verir ve “Allah hiç kimsenin içine iki kalp koymamıştır” [Ahzab:4] hükmünden yola çıkarak nefsinin mutlak hâkimiyetinden kurtulmak için çalışır.
İki olmaz bir olur kalb bî-güman
Buna delil vardurur kavl-i Subhan.
Nefs-i levvâme mertebesine ulaşan sâlik, kötülüğü terk edip iyilik yapmaya başlar. Yalnız kendisine karşı yeteri kadar güveni olmadığı için yaptığı salih amellerin başkaları tarafından da görülüp bilinmesini ister. Nefs-i levvâme, Kur’an-ı Kerim’de daha önce yaptıklarından pişmanlık duyan nefis olarak tanımlanır ve Kıyâme suresinde şu şekilde geçer “Kendini kınayan (hakikate ters düştüğünü fark edip pişmanlığını yaşayan bilince) nefse yemin ederim (diriltilip hesaba çekileceksiniz).” [Kıyame:2]
İkinci tavırda sâlik, nefsinin “tasfiye” ve “tahliye”si için çabalar. Bu mertebenin hâli “muhabbet”, nûru, “kızıl”; vâkıâtı bağ, bahçe, çerağ, yıldız, gökler, gül bahçesi, mescidler, Kâbe, gökyüzü vb. dir. Nefs-i levvâmenin yıldızı “Utarit”, günü Pazar, nebîsi Nûh a.s. ve eseri “tevhîd-i ef’âl”dir.
“Kalb” makamıda denilen nefs-i levvâmede sâlik “basar” (görme) sıfatına sahiptir. Bu mertebenin özellikleri; ayıplanmak, heves, hilekârlık, kendi halini beğenme, işret, temenni ve kahırdır. Bu mertebede olan sâlik doğru ile yanlışı ayırmakta zorlanır.
Bu mertebede asıl günah kibirdir. Sâir ahlâk-ı zemîme ondan nâşîdir. İnsân tekebbür etmese sâir ahlâk zuhûr eylemez. Meselâ gazap ve haset gibi…
Nefs-i emmârenin etkisi altında kalbine gelen kötü havâtırdan zevk alan sâlik, bundan kalb makamının etkisi ile kurtulmaya çalışır. Bu makamın günü, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı gün olan Pazar günüdür çünkü sâlikte de bu makamda manevi gökler ve yerler meydana gelmektedir. Bu makamın yıldızı “Merkür” (muhabbet yıldızı)’dür çünkü özelliği bilgi ve hüner olan Merkür gibi bu makamda da kalb, bilgi ve sadakat makamıdır. Peygamberi Hz. Nuh’tur. Hz. Nuh, ruhu simgeler, ruh ise nefse ait olan güçleri davet eder.
Bu makam Nuh makamı olarak isimlendirilir. Çünkü Hz. Nuh Allah yolunda çile ve meşakkatlere katlanmıştı. O yüzden bu makamda buluna kimseye şu tavsiyede bulunuyor: Ey bu makamda bulunan kişi, nefsini Hakk’a karşı ibadet ve kulluk yolunda güçlendir. Nefsine Hakk elbisesini giydir. Allah’a davet yolunda tıpkı Hz. Nuh’un çektiği meşakkati çek. Eğer böyle yaparsan birçok menzili birden aşarsın. Öyleyse Hakk’a teveccüh et. Rabbine dua et ve şöyle de: Allah’ım, her şeyin sahibi sensin, emir senindir kul da senin kulundur. Salik bu şekilde tazarru ve duaya devam ettiğinde kendisine şu sır bildirilir: Artık sende fenâ hali gerçekleşmiş oldu. Daha sonra Celal isminin kahrı üzerine iner ve ruhtaki gam, keder ve üzüntü ortadan kalkar. Ruhta, Nuh tufanında olduğu gibi sular yükselir ve deniz ortaya çıkar ve nefis gemisi parçalanır. Böylece Nuh’un ruhu kurtulur. Artık o ruhla beraber olan sıfatlar baki kalır diğerleri zail olur gider. Bu durumda salik, artık nefis ve vücut gemisinden kurtulmuştur. Ruh güçlenmiştir. Dolayısıyla artık bile isteye Rabbine isyan etmez.
Zikir, nefs-i levvâmeyi kendi nuru ile aydınlatır. Karanlık bir evde açılan lamba orayı nasıl aydınlatırsa zikirde kalbi öyle aydınlatır. İçindeki bütün kusurlar görünür hale geldiğinden nefis bunları kınamaya başlar ve uzaklaştırmak için çabalar.
Levvâme şehrine giren sâlik, kötü huylarını bırakmaya söz vermiştir ancak bir süre daha günah işlemeye devam edecektir. Pişman olacak ve tekrar tekrar tevbe edecektir. Bu insanın kendisiyle (nefsiyle) savaşıdır ve onun olgunlaşma yolunda melek, hayvan ve şeytandan ayrılan tarafıdır.
Heves ve mekerr ve ‘ucub ve ‘ışret ve temennâ ve ruhsat ve ibâhat Nefs-i Levvāme’nin vasf-ı mekrûhlarındandır. İşte kalbin dış tabakasına bulaşmış, henüz terbiye edilmemiş, levmedilen, ayıplanan bu sıfatlar insanı celb ederek gelin gibi cilvelendiği vakit, hemen şahıs o günahı işlemek için kendinde bir cesaret toplar bu esnada Hakk’a ve O’nu hatırlatanlara doğru yönelip kâmil akıl sahibi mürşitten feyz alarak dönüp kendi kalbinin derinliklerine bakarsa derhal pişman olup tevbe eder. Ahsenü’l-kısâs olan Sure-i Yusuf’ta misâli vardır: Andolsun ki (o kadın) Onu arzulamıştı… Rabbinin burhanı olmasaydı (aklı, duygusuna hâkim olmasaydı Yusuf da) ona meyletmiş gitmişti! Biz böylece Ondan kötülüğü (nefsanî duyguları) ve şehveti uzak tuttuk! Çünkü O, ihlâslı kullarımızdandır. [Yusuf:24] Hz. Yusuf (as)’ın ona meyletmesi, insanın fıtratında var olan, kalbin en dış tabakasındaki tabî bir duygunun -iradesi dışında- harekete geçmesi anlamındadır. Kitabın bu âyeti bir yergi değil, övgü manasınadır çünkü şâyet Hz. Yusuf’un kadınlara karşı fıtrî bir meyli olmasaydı, ondan uzak kalmanın övülecek bir yanı olmazdı. Mühim olan, bu gayrımeşru olduğu kadar gayrıihtiyarî olan meyli, kendi ihtiyariyle, özgür iradesiyle aklın rehberliğinde def etmektir. İşte Hz. Yusuf (as) gördüğü burhanla en doğru yolu izlemiştir.
Sâlik işlediği günahlardan sonra nefsini kınamayı başarırsa bir süre sonra zâhirî günahları işlememe konusunda terbiye olmuş demektir. Bu hale ulaştığında durum rüyalarına yansır ve artık bu şehirde konaklama süresi biter. Mürşidinin verdiği öğütlere uyarak bir üst şehir olan “mülheme”ye geçer.
Bu makamda birçok meşakkat vardır. Zira bu makamdaki nefis, sahibine vesvese vermek ve ona tuzak kurmak suretiyle onu yoldan çıkarmaya çalışarak delalet ve sapkınlığı arttırmaya çalışır. Çünkü bu makamda da nefsin kusurları çoktur. Bu makamda bulunan kimseler, sülûk yolunda sabır ve sükûnetle yol alıp maksudunun dışında başka şeylere dönüp bakmaz, onlara iltifat etmezler ve Allah’ın izni ile maksutlarına da ulaşırlar. Bunlar, tarikat yolunda tevazu yolunu seçen ve bu tevazu sayesinde de aşk şarabından içen kimselerdir. Bunlar, tevazudan dolayı daima boynu bükük bir halde bulunur ve su misali asla yüzlerini topraktan kaldırmazlar. Dolayısıyla salik, bu makamda hem şeytanın iğvasına ve yoldan çıkarmasına, hem de nefsin tuzaklarına yakındır. Bu yüzden şeriatın ipine sımsıkı sarılması lazımdır ki tarikat yolundan kaymasın, Allah’a karşı ihlas ve samimiyetini arttırsın, içindeki şüphelerden kurtulsun ve dinin hükümleri ile hükmetmeye başlasın. Bu makam, ruh makamına veya âşıkların bulunduğu makama pek yakındır.
Ayet ile hadis ile anlayana verdim cevab
Andan öte içerüye levvameye seyrân gerekŞeriatden tarikatden içerusu sır iledir
Akıl ana ârif olmaz mülhemeye vicdân gerek
Nefs-i levvâme makâmı tehlike ve hatar üzerine idüğin bilesin ve nefs-i emmâre ile nefs-i levvâmenin ahvâlini dâima tefakkud edip murâkabe altında tut!
Levvâme sıfatı, nefs-i-emmâre’ye pek yakın olduğundan bu sıfatta olanların da akıbetlerinden korkulur, demişlerdir: Yâ Rabbî! Ey kalpleri halden hâle çeviren Allâhım, kalplerimizi, dinin ve ta’atin üzere çevir de orada sabit kadem eyle bi-hürmeti-câh-i seyyid-il-mürselîn.
EŦ-ŦAVRU’Ŝ-ŜĀNį
Fā’ilātün / Fā’ilātün / Fā’ilün
Ŧavr-ı evvel seyrini ķılduķ tamām
Tevbe vü telķįn-ile āħir-kelām
Ŧavr-ı ŝānį seyrine baśduķ ķadem
Seyr-i ila’llāhdan śoñra vü hem
Pes maķām-ı ķalb kim ikincidür
Toħm-ı ĥubbi gel aña ek incidür
Ger śorarsañ nefsini levvāmedür
Vaśfı daħı hem bunuñ nemmāmedür
Ħulķları levm ü heves daħı mekr
‘Ucb u ‘aşv vü hem daħı sem’ u sekr
Hem śabį dirler aña ey bü’l-‘aceb
Nedürür böyle dimek buña sebeb
Kim śabį meyl idiciye didiler
Her zamānda bu da meyyāl bildiler
Meyl elinden ĥāli olmaz ber-ķarār
Gāh śāfį geh mükedderdür ey yār
Meyl ider terk itmege dünyāyı hem
Ķalmaya ya’ni elinden bir direm
Meyl ider bāy olmaġa gāh uzanur
Yüz biñ ola dir fülürüm ķazanur
Ĥırś ider bilmez ki tā vaķt-i ecel
Rızķ-ı maķsūm oldıġın yevmü’l-ezel
Baĥr-i efkār ġarķ idüp anı tamām
Yapışacaķ bulamaz bir yir müdām
Gel geçelüm bu śabāvet ‘ālemįn
Gör mine’l-ķalbi ile’r-rūĥ ‘ālemįn
Hem iki dürlü olur bu ķalb daħı
Gūş-ı cān-ile işit sen ey aħį
Birisi cāna anuñ ķalb-i ‘alįm
Mübtelādur ‘ilmine olmaz selįm
‘İlmine tekyelenüp işi ġurūr
Geh tekebbür gāh ‘ucb u gāh fücūr
Hem riyāset arzū eyler bes tamām
Śadra geçmekdür işi anuñ müdām
Gāh manŧıķ gāh me’ānį gāh beyān
Ya’ni ħalķa ‘ilmini eyler ‘ayān
Geh belāġat geh feśāĥatden müdām
Dem urur bilmez nedür ammā merām
Biridür daħı anuñ ķalb-i selįm
Geçdi ‘ilminden odur Ĥaķķa ‘alįm
Kendü ‘ilmini ķılup ‘ayn-ı ‘adem
Yapışur Ĥaķķ ‘ilmine ol dem-be-dem
Mā-sivāyı maĥv ider dilden müdām
Muśĥaf’ı ķalbine yazar ħoş kelām
“Yemve lā yenfa’”da nef’į bi’t-tamām
Bes selįm olmaġ-ile buldı selām
İki olmaz bir olur ķalb bį-gümān
Buna delįl vardurur ķavl-i Subĥān*
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “ Âdemoğlunun vücudunda bir et parçası vardır. Eğer o sağlıklı olursa vücut da sağlıklı (iyi) olur. Eğer o bozulursa vücut da bozulur. Dikkat edin; o, kalptir.” [Buhârî, İmân, 39, c.1: s.19]
🔑 Nefs-i Levvâme’den geçebilmek için ism-i celâlin nuru ile tevhid kelimesinden haline ermek gerektir, gül şeklinden, gül kokusuna ulaşmak, ikilikten, “ben”i görmekten geçmek lâzımdır zîrâ kendini görmediğin her yerde Hakk’ı görebilirsin.
Kesil şimdi yürü cümle hevâdan
Nazar kat eyle külli mâsivâdan
Erip aşk-ı Hakk’a âşık olasın
Cemâlin görmeye lâyık olasın