İkinci Tavır

KENDİMİZİ TANIYALIM
İkinci Tavır

Bu nefsin var yedi bâbı üçünde hiç de eğlenme
Sakın emmârede, levvâmede hiç durma dinlenme

Nefis mertebelerinden ikincisi “kalb-i tıfliyye”dir. Bu mertebenin nefsi “nefs-i levvâme”, makamı “kalp”, seyri “seyr-i lillah”, zikri ise “Allah”tır. Yaşadığı âlem, dünyada mucib-i şehavât olan “yevm-i berzâhiyye” nefs-i levvâme çocuk cevherindedir. Sâlikin bulunduğu  makamda ilerlemesi için “terk-i âdet” gereklidir.

levvame

Nefs-i emmâre ile kim bulsa hevâ
Zahm-i levvâmeye ol bulmaz devâ

“Kınayıcı nefs”de denilen nefs-i levvâmede kalp, az da olsa kalp nûru ile nûrlanmış ve sahip olduğu bu nur mikdarınca uyanıklık kazanmıştır. Bu mertebede nefis, gafletten bir miktar kurtulduğu için özeleştiri yapabilmekte, kendisini kınayıp günah işlemekten çekinmekte ama tamamen olgunluğa erişemediği için yine de günah işlemeye devam etmektedir. Bu mertebede nefsinin kötü sıfatlarını eleştirmeye başlayan sâlikin Kur’ân’daki emirlere karşı bağlılığı ve salih amelleri artmıştır.

Nefs-i levvâme, dâima Hazret-i izzetten çekinen ve mahzûn olan, kahra sebep olacak amellerinden imtinâ ederek, lutfa lâyık olmaya gayret eden nefistir. Bundan dolayı Hakk Teala kâsem tâcının onun başına koymuş  ve لَٓا اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ kendini kınayan nefse andolsun buyurmuştur.

Nefs-i levvâme, kendini kınayan, kötüleyen, azarlayan, emmâreliği tamamıyla zâil olmamakla beraber, ara sıra pişmanlık duyan, sahibini yasaklara yöneltmekten ayıplayan bazen de hayırlı ameller ilham ederek güzellikleri fısıldayan nefis demektir.

Lâim demiyor, nefs-i lâime demiyor; levvâme diyor. Yâni mübâlağa sîgası, âmir değil, emmâre dediği gibi; levvâme… Bu sefer nefsini çok levm ediyor. Sabah akşam nefsiyle mücadelede… Diyor ki: “ – Gene beni kandırdın. Gene bana bu sabah namazını kaçırttırdın. Gene bana şu günahı işlettirdin. Sen ne kötüsün be! Senin elinden ne zaman kurtulacağım ben ya? Yâ Rabbi, sen bana güç kuvvet ver, şu nefsimi yeneyim!” diyor. Nefsinin düşman olduğunu anladı, nefisle mücadele ediyor ama, nefis kuvvetli, bu zayıf. Küt küt yere vuruyor, küt küt yere vuruyor. Yatırıyor bunu daimâ…. Bu her seferinde: “ – Ah gene nefse yenildim, eyvah gene mağlup oldum, gene günahı işledim, gene hatayı yaptım…” filân diye nefsine levm ediyor, kendisini kınıyor. “Çok kusurluyum, çok hatalıyım, pür hatayım, günahlara batmışım… Benim hâlim ne olacak?” diye. İşte bu nefs-i levvâme… Bu hâle geliyor. İlk önce nefisle bir mücadele başlıyor ve o mücadelede yenildikçe, kişi kendi kendisini kınıyor. Kendi kendisine kızıyor. “Yâ ne zaman kuvvetleneceğim ben?” diyor.

Nefs-i Levvâme’ye sahip olanlar, yine nefs-i emmâre sahibi gibi, her türlü fenalığı yapar velâkin sonradan nedamet edip nefsini levmederek yâni ayıplayarak tövbe eder. Yine tövbesini bozar, yine tövbe eder. Bu sıfata malik olanlara da nefs-i levvâme sahibi derler. Bu hal, kurtulmaya, iyi insan olmaya başlangıçtır.

Dört unsurdan ateş, zâlim (Emmare), hava, Ehl-i şeriat (levvame), su, ehl-i marifet (mülheme), toprak, ehl-i hakikat (mutmaine) remzidir.

Levvâme-i nezâfet nesîm-i nefha-i irşâd ile gubâr-ı hâk-i siyeh-i kalb mahv ile bekā bulmasıdır…

Nefsin terbiye olmaya başladığı duraktır çünkü nefs kendinde bir eksiklik hissettiğinde, bazı işlere gücü yetmediğini anladığında iş biter. Orada gemi delinir. Yani varlık gemisi o eksikliği hisseder hissetmez delinir. Bu genellikle iki şekilde olur; ya sille-i Hüdâ’yla, şefkat tokadı olacak bir sıkıntı gelir, kendi o sıkıntıyla başa çıkamayınca nefs, İbnü’l Arabî Hazretleri’nin buyurduğu gibi “Yahu, hani her şeyi beceriyordun? Daha bir sıkıntını bile gideremiyorsun, demek ki sende bir eksiklik var!” der ki, eksikliğini ve yanlışlığını idrak ettiği anda dirilme başlar. Bir ölüm, doğal âfet, ciddi bir hastalık misafir olduğunda, travma sonrasında hakiki gücün karşısında acziyetini hisseder.

Yahut da bir aşk, bir cezbe gelir, bir mürşid-i kâmil ile tanışır, onun ilmine hâlime bakarken kendi eksikliğini görür ki, o zaman aczini da hisseder. Burada levmeden nefs zevkli bir nefs olsa da daha adam olmamıştır. Neden? Çünkü kendini kötüler ama hemen ardından tekrar metheder, günaha dalar. Levvâme mertebesindeki kişi, sahip olduğu ilim ile övünür ve bu ilim sayesinde baş olmak ister. Tahsil ettiği mantık, me’ânî gibi ilimler aracılığı ile halka ilim sahibi olduğunu göstermeye çalışır

Levvâme mertebesinde bulunan sâlikin vasfı “nemmâme”, sıfatları ise “yerme, kınama, heves, mekir, ucub, sem ve sekr”dir.

Ger sorarsañ nefsini levvamedür
Vasfı dahı hem bunuñ nemmamedür

Sâlik nefs-i levvâme mertebesinde bir taraftan dünyalıkları terk etmeye diğer taraftan da mevki sahibi olmaya çalışmaktadır. Oysaki rızık Allah tarafından ezelde taksim edilmiştir. Bu iki düşünce arasında sıkışıp kalmış olan sâlik, bundan kurtulmanın yollarını aramaktadır.

Hırs ider bilmez ki ta vakt-i ecel
Rızk-ı maksum oldıgın yevmü’l-ezel

Böylesine bir ikilem yaşayan sâlik, bir taraftan ilmi ile övünüp makam ve mevki sahibi olmanın ve itibar kazanmanın yollarını aramaktadır. Diğer taraftan ise “kalb-i selim” sahibi olmanın etkisi ile gönlünden mâsivâyı kaldırmak için uğraşmaktadır. Sonunda yolcu ikilemlerden kurtulup kalb-i selim sahibi olmaya karar verir ve “Allah hiç kimsenin içine iki kalp koymamıştır” [Ahzab:4] hükmünden yola çıkarak nefsinin mutlak hâkimiyetinden kurtulmak için çalışır.

İki olmaz bir olur kalb bî-güman
Buna delil vardurur kavl-i Subhan.

Nefs-i levvâme mertebesine ulaşan sâlik, kötülüğü terk edip iyilik yapmaya başlar. Yalnız kendisine karşı yeteri kadar güveni olmadığı için yaptığı salih amellerin başkaları tarafından da görülüp bilinmesini ister. Nefs-i levvâme, Kur’an-ı Kerim’de daha önce yaptıklarından pişmanlık duyan nefis olarak tanımlanır ve Kıyâme suresinde şu şekilde geçer “Kendini kınayan (hakikate ters düştüğünü fark edip pişmanlığını yaşayan bilince) nefse yemin ederim (diriltilip hesaba çekileceksiniz).” [Kıyame:2]

İkinci tavırda sâlik, nefsinin “tasfiye” ve “tahliye”si için çabalar. Bu mertebenin hâli “muhabbet”, nûru, “kızıl”; vâkıâtı bağ, bahçe, çerağ, yıldız, gökler, gül bahçesi, mescidler, Kâbe, gökyüzü vb. dir. Nefs-i levvâmenin yıldızı “Utarit”, günü Pazar, nebîsi Nûh a.s. ve eseri “tevhîd-i ef’âl”dir.

“Kalb” makamıda denilen nefs-i levvâmede sâlik “basar” (görme) sıfatına sahiptir. Bu mertebenin özellikleri; ayıplanmak, heves, hilekârlık, kendi halini beğenme, işret, temenni ve kahırdır. Bu mertebede olan sâlik doğru ile yanlışı ayırmakta zorlanır.

Bu mertebede asıl günah kibirdir. Sâir ahlâk-ı zemîme ondan nâşîdir. İnsân tekebbür etmese sâir ahlâk zuhûr eylemez. Meselâ gazap ve haset gibi…

Nefs-i emmârenin etkisi altında kalbine gelen kötü havâtırdan zevk alan sâlik, bundan kalb makamının etkisi ile kurtulmaya çalışır. Bu makamın günü, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı gün olan Pazar günüdür çünkü sâlikte de bu makamda manevi gökler ve yerler meydana gelmektedir. Bu makamın yıldızı “Merkür” (muhabbet yıldızı)’dür çünkü özelliği bilgi ve hüner olan Merkür gibi bu makamda da kalb, bilgi ve sadakat makamıdır. Peygamberi Hz. Nuh’tur. Hz. Nuh, ruhu simgeler, ruh ise nefse ait olan güçleri davet eder.

Bu makam Nuh makamı olarak isimlendirilir. Çünkü Hz. Nuh Allah yolunda çile ve meşakkatlere katlanmıştı. O yüzden bu makamda buluna kimseye şu tavsiyede bulunuyor: Ey bu makamda bulunan kişi, nefsini Hakk’a karşı ibadet ve kulluk yolunda güçlendir. Nefsine Hakk elbisesini giydir. Allah’a davet yolunda tıpkı Hz. Nuh’un çektiği meşakkati çek. Eğer böyle yaparsan birçok menzili birden aşarsın. Öyleyse Hakk’a teveccüh et. Rabbine dua et ve şöyle de: Allah’ım, her şeyin sahibi sensin, emir senindir kul da senin kulundur. Salik bu şekilde tazarru ve duaya devam ettiğinde kendisine şu sır bildirilir: Artık sende fenâ hali gerçekleşmiş oldu. Daha sonra Celal isminin kahrı üzerine iner ve ruhtaki gam, keder ve üzüntü ortadan kalkar. Ruhta, Nuh tufanında olduğu gibi sular yükselir ve deniz ortaya çıkar ve nefis gemisi parçalanır. Böylece Nuh’un ruhu kurtulur. Artık o ruhla beraber olan sıfatlar baki kalır diğerleri zail olur gider. Bu durumda salik, artık nefis ve vücut gemisinden kurtulmuştur. Ruh güçlenmiştir. Dolayısıyla artık bile isteye Rabbine isyan etmez.

Zikir, nefs-i levvâmeyi kendi nuru ile aydınlatır. Karanlık bir evde açılan lamba orayı nasıl aydınlatırsa zikirde kalbi öyle aydınlatır. İçindeki bütün kusurlar görünür hale geldiğinden nefis bunları kınamaya başlar ve uzaklaştırmak için çabalar.

Levvâme şehrine giren sâlik, kötü huylarını bırakmaya söz vermiştir ancak bir süre daha günah işlemeye devam edecektir. Pişman olacak ve tekrar tekrar tevbe edecektir. Bu insanın kendisiyle (nefsiyle) savaşıdır ve onun olgunlaşma yolunda melek, hayvan ve şeytandan ayrılan tarafıdır.

Heves ve mekerr ve ‘ucub ve ‘ışret ve temennâ ve ruhsat ve ibâhat Nefs-i Levvāme’nin vasf-ı mekrûhlarındandır. İşte kalbin dış tabakasına bulaşmış, henüz terbiye edilmemiş, levmedilen, ayıplanan bu sıfatlar insanı celb ederek gelin gibi cilvelendiği vakit, hemen şahıs o günahı işlemek için kendinde bir cesaret toplar bu esnada Hakk’a ve O’nu hatırlatanlara doğru yönelip kâmil akıl sahibi mürşitten feyz alarak dönüp kendi kalbinin derinliklerine bakarsa derhal pişman olup tevbe eder. Ahsenü’l-kısâs olan Sure-i Yusuf’ta misâli vardır: Andolsun ki (o kadın) Onu arzulamıştı… Rabbinin burhanı olmasaydı (aklı, duygusuna hâkim olmasaydı Yusuf da) ona meyletmiş gitmişti! Biz böylece Ondan kötülüğü (nefsanî duyguları) ve şehveti uzak tuttuk! Çünkü O, ihlâslı kullarımızdandır. [Yusuf:24] Hz. Yusuf (as)’ın ona meyletmesi, insanın fıtratında var olan, kalbin en dış tabakasındaki  tabî bir duygunun -iradesi dışında- harekete geçmesi anlamındadır. Kitabın bu âyeti bir yergi değil, övgü manasınadır çünkü  şâyet Hz. Yusuf’un kadınlara karşı fıtrî bir meyli olmasaydı, ondan uzak kalmanın övülecek bir yanı olmazdı. Mühim olan, bu gayrımeşru olduğu kadar gayrıihtiyarî olan meyli, kendi ihtiyariyle, özgür iradesiyle aklın rehberliğinde def etmektir. İşte Hz. Yusuf (as) gördüğü burhanla en doğru yolu izlemiştir.

Sâlik işlediği günahlardan sonra nefsini kınamayı başarırsa bir süre sonra zâhirî günahları işlememe konusunda terbiye olmuş demektir. Bu hale ulaştığında durum rüyalarına yansır ve artık bu şehirde konaklama süresi biter. Mürşidinin verdiği öğütlere uyarak bir üst şehir olan “mülheme”ye geçer.

Bu makamda birçok meşakkat vardır. Zira bu makamdaki nefis, sahibine vesvese vermek ve ona tuzak kurmak suretiyle onu yoldan çıkarmaya çalışarak delalet ve sapkınlığı arttırmaya çalışır. Çünkü bu makamda da nefsin kusurları çoktur. Bu makamda bulunan kimseler, sülûk yolunda sabır ve sükûnetle yol alıp maksudunun dışında başka şeylere dönüp bakmaz, onlara iltifat etmezler ve Allah’ın izni ile maksutlarına da ulaşırlar. Bunlar, tarikat yolunda tevazu yolunu seçen ve bu tevazu sayesinde de aşk şarabından içen kimselerdir. Bunlar, tevazudan dolayı daima boynu bükük bir halde bulunur ve su misali asla yüzlerini topraktan kaldırmazlar. Dolayısıyla salik, bu makamda hem şeytanın iğvasına ve yoldan çıkarmasına, hem de nefsin tuzaklarına yakındır. Bu yüzden şeriatın ipine sımsıkı sarılması lazımdır ki tarikat yolundan kaymasın, Allah’a karşı ihlas ve samimiyetini arttırsın, içindeki şüphelerden kurtulsun ve dinin hükümleri ile hükmetmeye başlasın. Bu makam, ruh makamına veya âşıkların bulunduğu makama pek yakındır.

Ayet ile hadis ile anlayana verdim cevab
Andan öte içerüye levvameye seyrân gerek

Şeriatden tarikatden içerusu sır iledir
Akıl ana ârif olmaz mülhemeye vicdân gerek

Nefs-i levvâme makâmı tehlike ve hatar üzerine idüğin bilesin ve nefs-i emmâre ile nefs-i levvâmenin ahvâlini dâima tefakkud edip murâkabe altında tut!

Levvâme sıfatı, nefs-i-emmâre’ye pek yakın olduğundan bu sıfatta olanların da akıbetlerinden korkulur, demişlerdir: Yâ Rabbî! Ey kalpleri halden hâle çeviren Allâhım, kalplerimizi, dinin ve ta’atin üzere çevir de orada sabit kadem eyle bi-hürmeti-câh-i seyyid-il-mürselîn.

EŦ-ŦAVRU’Ŝ-ŜĀNį
Fā’ilātün / Fā’ilātün / Fā’ilün

Ŧavr-ı evvel seyrini ķılduķ tamām
Tevbe vü telķįn-ile āħir-kelām
Ŧavr-ı ŝānį seyrine baśduķ ķadem
Seyr-i ila’llāhdan śoñra vü hem
Pes maķām-ı ķalb kim ikincidür
Toħm-ı ĥubbi gel aña ek incidür
Ger śorarsañ nefsini levvāmedür
Vaśfı daħı hem bunuñ nemmāmedür
Ħulķları levm ü heves daħı mekr
‘Ucb u ‘aşv vü hem daħı sem’ u sekr
Hem śabį dirler aña ey bü’l-‘aceb
Nedürür böyle dimek buña sebeb
Kim śabį meyl idiciye didiler
Her zamānda bu da meyyāl bildiler
Meyl elinden ĥāli olmaz ber-ķarār
Gāh śāfį geh mükedderdür ey yār
Meyl ider terk itmege dünyāyı hem
Ķalmaya ya’ni elinden bir direm
Meyl ider bāy olmaġa gāh uzanur
Yüz biñ ola dir fülürüm ķazanur
Ĥırś ider bilmez ki tā vaķt-i ecel
Rızķ-ı maķsūm oldıġın yevmü’l-ezel
Baĥr-i efkār ġarķ idüp anı tamām
Yapışacaķ bulamaz bir yir müdām
Gel geçelüm bu śabāvet ‘ālemįn
Gör mine’l-ķalbi ile’r-rūĥ ‘ālemįn
Hem iki dürlü olur bu ķalb daħı
Gūş-ı cān-ile işit sen ey aħį
Birisi cāna anuñ ķalb-i ‘alįm
Mübtelādur ‘ilmine olmaz selįm
‘İlmine tekyelenüp işi ġurūr
Geh tekebbür gāh ‘ucb u gāh fücūr
Hem riyāset arzū eyler bes tamām
Śadra geçmekdür işi anuñ müdām
Gāh manŧıķ gāh me’ānį gāh beyān
Ya’ni ħalķa ‘ilmini eyler ‘ayān
Geh belāġat geh feśāĥatden müdām
Dem urur bilmez nedür ammā merām
Biridür daħı anuñ ķalb-i selįm
Geçdi ‘ilminden odur Ĥaķķa ‘alįm
Kendü ‘ilmini ķılup ‘ayn-ı ‘adem
Yapışur Ĥaķķ ‘ilmine ol dem-be-dem
Mā-sivāyı maĥv ider dilden müdām
Muśĥaf’ı ķalbine yazar ħoş kelām
“Yemve lā yenfa’”da nef’į bi’t-tamām
Bes selįm olmaġ-ile buldı selām
İki olmaz bir olur ķalb bį-gümān
Buna delįl vardurur ķavl-i Subĥān*

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “ Âdemoğlunun vücudunda bir et parçası vardır. Eğer o sağlıklı olursa vücut da sağlıklı (iyi) olur. Eğer o bozulursa vücut da bozulur. Dikkat edin; o, kalptir.” [Buhârî, İmân, 39, c.1: s.19]

🔑 Nefs-i Levvâme’den geçebilmek için ism-i celâlin nuru ile tevhid kelimesinden haline ermek gerektir, gül şeklinden, gül kokusuna ulaşmak, ikilikten, “ben”i görmekten geçmek lâzımdır zîrâ kendini görmediğin her yerde Hakk’ı görebilirsin.

Kesil şimdi yürü cümle hevâdan
Nazar kat eyle külli mâsivâdan

Erip aşk-ı Hakk’a âşık olasın
Cemâlin görmeye lâyık olasın

 

Usûlî dilinden Münâcat

Tarîk-i Gülşenî içre, melâmet neş’esinde bir gül-i rânâ
Vardar Yeniceli Abdullah USÛLÎ أصولى (v. 1538)

Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadîm
Bir meş’aledir devr edilir elden ele

usuli_1

Taşrada, o dönemin Selânik vilâyetine bağlı bu küçük kaza merkezinde, bir kültür havzası inşa edecek Anadolu irfanının nerelerden mayalandığına dair mühim ipuçları olsa gerek Aşık Çelebi’nin işâretinde: “Rivâyet ederler ki Prizren’de oğlan doğsa, adından akdem mahlas koyarlar. Yenice’de doğan oğlan, baba diyecek vakit Farisî söyler. Priştine’de oğlan doğsa, dividi belinde doğar.”

İşte bu tasavvufî cereyân ile yetişen Usûlî’nin üslûbu âlem-i tekliften bile âzâde, rindmeşreb bir tavır sergiler, samîmî ve derinliği olan ruhunu, Mısır’da Dede Ömer Rûşenî halifesi İbrahim Gülşenî (v. 1533)  hazretlerinin hizmetinde geçen yıllarından alır. Biz dahi “Vâh kim gitdi Usûlî dermend” dimezden önce Fatihalar ihsân eyleyelim bende-i âl-i âbâ hazretimin aziz ruhaniyetlerine.

Buradan ikram edeceğimiz Mi’râciyesinden beyitlerle feth-i kelâm eyleyelim:

Bir avuç topraktan insân eyledi
Hem hilâfet verdi sultân eyledi

Kendi esrârından âgâh eyledi
Vâsıl-ı makbûl-i dergâh eyledi

Hâk-i nâçîzi tüvânâ eyledi
İlm verdi anı dânâ eyledi

Âfitâb-ı ruhu tâbân eyledi
Âdemin hâkinde pinhân eyledi

Gelelim münâcâtlara… lugatte “fısıldamak” anlamındaki necv kökünden türeyen münâcât “fısıldamak, sözü gizlice söylemek ve bir sırrı paylaşmak” demekse de biz burada.n tarif için aleni fısıldayacağız. Kulun her türlü sanat endişesini bir tarafa bırakarak doğrudan ve samimiyetle Allah’a yönelmesinin bir gereği olarak münâcâtlarda duygulu ve rikkatli bir üslûp ortaya çıkmıştır.

Görelim bu üslûb Usûli’den nice devr ider gönülden gönüle…

usuli_2

MÜNÂCÂT

Yâ ilâh’el-âlemin dil-hasteyem
Bu kuyûd-ı nefs ile pâ-besteyem

Bende-i gam-gînini şâd eylegil
Kayd-ı nefsâniden âzâd eylegil

Nûr-ı Ahmed hürmetiyçün ey Ehad
Habs-i zulmânîde koyma tâ ebed

Ayırıcak bu tenimi cândan
Cânımı ayırmagıl imândan

Çünki bu hâkî tenim hâk edesin
Umaram kim şirkden pâk edesin

Çün bizi hâk iken insan eyledin
Bî-nihâyet bize ihsân eyledin

Çünki ihsânını gördük bu kadar
Eyleme âhir behâyimden beter

Yolumu urdu benim nefs-i leîm
Bu belâdan beni kurtar ey Kerîm

Bir garîbem rehgüzerde kalmışam
Asîyem havf ü hatarda kalmışam

Hâb-ı gafletden beni bîdâr kıl
Rahmetin bâğında berhûr-dâr kıl

Ver bekânı et beni benden fenâ
Rabbenâ fağfirlenâ verhamlenâ

Aç dilimiz rahmetinle ey Gafûr
Tâ olalım biz dahi abden şekûr

Zâhirimi meskenetle hâk kıl
Bâtınımı lîk nûr-ı pâk kıl

Yâ ilâhî eylegil bir feth-i bâb
Gitsin ortadan bu yetmişbin hicâb

Gündüzün zerrin kabasın çâk kıl
Gecenin zülf-i siyâhın hâk kıl

Bu anâsırdan vücûdum eyle pâk
Yele versin kalmasın bir zerre hâk

Hâke sür yüzün hevâ-yı serkeşin
Koy ocağına sevâb u ateşin

Yolum üzre koma yâ Rab hiç pîç
Tâ ki senden gayri görünmeye hîç

Âline evlâdına eshâbına
Cümle-i ezvâcına ahbâbına
 ﷺ
Bin du’a vü bin selâm ü bin senâ
Bin gedâdan olsun anlardan yana

Buraya kadar olan manayı incitmeden, bir mertebeden sözü dizmek icâb iderse: Ey âlemlerin Rabbi olan Allah’ım peşinen itiraf ederim ki gönlü yaralı bir aşığınım, böyle iken dahi arzu ve heves bağıyla, nefsimin türlü kötü huyları ile kımıldayamaz olmuş, esir düşmüşüm. Bağlandığı bu dertlerden kederli esirini nefsani bağlarından, ağırlıklarından âzâd eyleyip sevindiriver.

Beden, ruhun bağıdır. Ruh, bedenden kurtulmak, o bağı çözmek ister. Fakat biz, kafeste yaşamaya alıştığımız için ölümden korkuyoruz. İnsanın alıştığı ortamdan kopması zordur. İnsan bedeni, ten sureti bir cam şişe gibidir. Kimse onu kırmadan içinde ne olduğunu bilip göremez. O camın içindeki kendi özü renksizdir. Biz o nurun gölgesinin gölgesiyiz. İçimizdeki de aynı gölgedir. O gölgenin beden camına vurması, cama bir renk vermektedir. Can, Allah’ın nuru, beden ise o nurun gölgesidir.

Uğruna alemlerin yaratıldığı Ahmed’in nuru, Ehad olan zâtının mim nuru hürmetine bu karanlık hapiste tutma, ten kafesinde bırakma, nefs alışkanlıklarında koyma sonsuza dek bırakma cehennemde.

Ehad Ahmed.. celle celaluhu sallallahu aleyhi ve sellem. Birbirini sımsıkı kucaklamış iki kelime. Ehad, birlerin içine girmeyen bir tek! Ahmed, beşer şahsiyetinin övülmesinde kullanılabilecek en zirve kelime! İki kelime arasında mim farkı… Ehad tecellisine; mim harfini ekleyince Ahmed’i görürüz. Mim henüz daha yazılışında bile boynu bükük bir harftir; secdeyi, kulun rabbine en yakın olduğu makamı sembolize eder… Ehad’e ulaşmanın yegane yolu; Rabb ile abd arasına Ahmed’e kurdurulan mim köprüsüdür. “Bir nefestir mim-i Ahmed, vâlid-i mevlüd o mim” Eski Türkçe’de Ehad ile Ahmed kelimelerinin yazılışları arasında bir “mim” farkı vardır. Mim de م‎ yuvarlak bir harftir. Hz. Mevlâna o mimi gözbebeğine benzeterek “Ahmed, Ehad’in gözbebeğidir” demiştir. “mim-i Ahmed” Ehad’den Ahmed’i ayıran mim’dir, o bütün doğumların -burada insan doğumundan bahsedilmiyor, arş, sema, kürsi, kalem ne varsa- hakiki sebebi işte o mim’dir, Ahmed’in mim’idir, yani Ahmed’dir. Ehad ile Ahmed arasında bir mim- i imkan farkı var. “Ayn-ı Ehad idi Ahmed ey cân olmaya idi arada mim-i imkân” Mîm-i Ahmed’den zuhûr-ı kâ’inât, Mîm-i Ahmed mazhar-ı sırr-ı sıfât!

Ey iman edenler… Allâh’tan (size yaptıklarınızın sonuçlarını kesinlikle yaşatacağı için) hakkıyla sakının ve ancak teslim olmuşluğunu yaşayanlar olarak, ancak müslüman olarak can verin [3:102]

Bir “Gel” nidâsı ile Emr-i Hak vâki olup bu tenim candan ayrıldığında, cânımı imandan ayırma ne olur, vereyim tâ bu iman ile cânım. İnsanı kendi ruhundan üflediğin ruh ve bir avuç toptaktan yarattığın bedenden terkip ettin, ten yeniden toprağa verildiğinde, ruhumu da şirk, iki görme hastalığından temizlendiği halde aslına döndüresin. Bir avuç toprak iken kendi ruhundan üfleyip insan etmekle sonsuz bir armağan vermiş oldun. Madem başlangıçtan beri, bu kadar lütuf ve bağışta bulundun, işin sonunu da güzel eyle, hayvandan aşağı saydıklarından beter eyleme.

Andolsun ki cin ve insten çoğunu cehennem yaşamı için yaratıp, çoğalttık! Ki onların kalpleri (şuurları) var, (hakikati) kavrayamazlar; gözleri var bunların, onlarla baktıklarını değerlendiremezler; kulakları var, onlarla duyduklarını kavrayamazlar!.. İşte bunlar hayvanlar gibidirler; belki daha aşağıda daha da şaşkın! Onlar gâfillerin (gılaf içinde – kozalarında yaşayanların) ta kendileridir! [7:179]

Kötü huyları nedeniyle kınanan, aşağılık nefsim sana varan yolumu kesti. Nefsin belâsından kurtar beni ey Kerim Allahım. Sen öylesine cömertsin ki, seni inkar ile açığa çıkanlara dahi sayısız nimetler bağışlar durursun, vuslat yolunu kesen nefsimin bağlarını da çözüver. Sana varan yol üstünde kalmış garibanın biriyim. Senin emirlerine uymayan nefsimden sebep korku ve güvensizlik içindeyim. Bu gaflet uykusundan, açık gerçeği görememe halinden uyandır. Rahmetin bağında, merhametinle muamele eyle, acıyıver de tuttuğum işten semere göreyim, netice bulayım, güzel sona ereyim.

Gerçek şu ki kullarımdan bir kısmı: ‘Rabbimiz, iman ettik… Bizi mağfiret et ve bize rahmet et… Sen Rahîm olanların en hayırlısısın’ derlerdi… [23:109]

Al beni benden, kayd-ı bedenden, ayırma senden… Beni bende öldürüp sende yaşat, bizim günahlarımızı bağışla ve bize acı Rabbimiz. Fenâ, yok olmak, geçici olmak anlamına gelen bekâ ise kalıcı olmak, ölümsüz olmak anlamına gelen Arapça kelimelerdir. Kulun benliğinin Allah’ın varlığında yok olması, eşyânın nazarından silinmesi, kendi fiilini göremez olması, kesret âleminin kayıtlarından sıyrılıp Hakk’ın tasarrufu altına girmesi hâli, fenâfillâh. Sonrasında hemen bekâbillah, ebedî ve ezelî olan Allah’ın bekâsı ile bâkî olma hâli. Olanların “Benden benliğim gitti, hep mülkünü dost tuttu” buyurduğu makam.

(Ey) Nuh ile beraber (gemide) taşıdıklarımızın torunları… Muhakkak ki O, çok şükreden bir kul, abden şekûr idi. [17:3]

Dünyada da günahlarımızı örtüver Ey Gafûr olan Rabbimiz, bu tecelli denizinden bir rahmet ile gönlümüzü aç, dilimizin bağlarını çözüver ki biz de şükreden bir kul olalım.

Dünyaya bakan dış yüzümü, aczimi, fakirliğimi, yokluğu bilmekle mütevazı eyle, her türlü külfete dayanıklı toprak gibi eyle. Lâkin iç yüzümü, sırrımı nurunla tertemiz eyle, hâlis bir kulun olayım.

Ref olup ol Şah’a yetmişbin hicâb,
Nûr-i tevhid açtı vechinden nikâb

Habibi Kibriya efendimize açtığın gibi bize de kapıları öyle bir aç ki Allahım,  aramızdaki kavuşmaya engel yetmiş bin kilit açılıversin.

Muhakkak Allah için (mahlukat ile kendi arasında) nurdan ve zulmetten yetmişbin hicap (perde) vardır. Eğer açılacak olsa, O (Mevlâ Tealâ) nın Cemalinin nuru, görmesinin ulaştığı yere kadar olan şeyleri elbette yakar (yok eder) di. Ancak fenâ ve bekâ mertebelerine erişmiş olan Arif-i billah’a manevi kuvvet verilir, keyfiyetsiz bir hâle gelir, işte bu durumda olan Zat-ı Pak-i Sübhaniyeye yaklaşabilir.

Gündüzün alem-i kesret içindeki altın renkli örtüsünü yırt aç. Gecenin, alem-i vahdetteki siyah zülfünü toz toprak eyle. Yani beni iyi, kötü kaydından, ikilikten kurtar, vahdette kesreti, kesrette vahdeti bulan tevhid ehlinden eyle. Tam da olanların “Geç ak ile karadan, halkı çıkar aradan” buyurduğu yerdir burası.

Toprak, su, hava, ateş unsurlarına bağlı kalmaktan, ten mezbelesinde yaşamaktan kurtar, kirlerimden arındır beni. Bu ağırlıklarımdan zerre kalmayacak şekilde savurup havaya atıver. Söz dinlemeyen, gem vuramadığım isyankar arzularımı yerle bir et. Sevap ve günah kaydının ocağına koy yakıver gitsin.

Sana varan bu yolum üzre hiç piç kalmasın. Piç, farsçada labirent, açmaz, içinden çıkılmadık dolaşık mesele manasına gelir. Yozlaşıp, eksik kalıp aslına ve nesline benzemeyene de piç derler. Hem iç yüzümde vuslata mani hal kalmasın, hem yolumdan nesli bozuklar gelmesin. Bu hale erdiğimde gözüme senden gayrısı görünmez olur.

Hep görünen Dost yüzü
Andan ayırmam gözü
Gitmez dilimden sözü
Çağırıram; Dost, Dost…

Görem Hu, İşidirem, Hu, Diyem Hu

Bir bakıp bir göresin

Cümle âlemle birlikte kâim olan -alemin kendisi farkında değilken- Hak’tır. Sıradan insanların -mümin olduklarında- bu konuda bilebilecekleri nihâi şey, Allah’ın kendileriyle beraber olduğunu anlamaktan ibârettir. Lâkin asıl fayda, insanın Allah’ın kendisiyle birlikte olduğunu bilmesinde değil, kendisinin Allah ile birlikte olduğunu bilmesindedir. Gerçekte de durum öyledir. O halde her kim Hak ile olursa, Hakk’ı müşahede etmesi kaçınılmazdır. Kim O’nu müşahede ederse, onda bir ilim meydana gelir ki, işte “ilahi ihsan” bu demektir. [Hz. Şeyhu’l Ekber]

– Öğüdünü, tesir etmeyeceğini bildiğin bir kimseye verme, ey şaşkın. Elinden dizgini kaçırmış olan zavallıya, “oğlum yavaş sür” denmez!

– Öyledir amma tüm bu modern avuntuların arasında, susamışların kalbinde Allah’a doğru bir talep, bir meyil, bir sevgi, bir şevk, bir aşk uyandırmaktır maksadımız… O çerâğ bir kez uyandı mı, canlar kendiliğinden o tarafa doğru koşacaktır… Hem öyle bir sevgilidir ki aşk ateşi düşüp de O’nun adını bir kez andım mı tekrar tekrar anmak, döne döne yanmak gerektir artık.

An içinde, kendinden kendine aşk ile seyri niyâzıyla:

umit_esrefzade

Aşk beni yağma kıluptur sen beni sorma bana
Ben beni bilemezem nite haber verem sana

Nûş ideliden ol harâbât-ı mugânın câmını
Aklım esrük canım esrük ne sorarsan esrüğe

Ol şarabı kim ben içtim fârig-i peymâneyem
Sâkisi ol bâki yüzdür cehd edüp eriş ana

Bu vücudum katresin bahre irürdüm mest olup
Bu kımıltım mevc-i deryadur direm önden sona

Suretim aşık velî içim dolu mâşuk benim
Aşık u mâşuk u aşk birdir hemân kalma tana

Gel bu birlik şerbetinden bir kadeh nûş eyle kim
Bir bakıp bir göresin dağılmayasın dört yana

Ben bu birlik dediğim yokluktur anlarsan sözüm
İkilik bu varlığın komaz varasın aslına

Sen bu yokluktan kaçarsın bir işit yokluk nedir
Bir mücellâ âyinedir Dost yüzün görmekliğe

Eşrefoğlu Rumî ikilik defterin yaktı oda
Bir olup birlik bulup birikti birle birliğe

Madem ölüm yakındır, bekleyenlerin vadesi tamam oldu artık olmak vaktidir:
Lafsız amel ol.
Riyâsız ihlâs ol.
Şirksiz tevhîd ol.
Sessiz zikir ol.
هو
Birden ayrılan kendini ayırır;
eksiğini görüp gayrı Birle bir ol