Fakirlik tamam olunca

El-fakru fahrî el-fakru fahrî
Demedi mi ol âlemler fahri
Fakrini zikret fakrini zikret
Mahv u fenâda buldu bu gönlüm

elfakrufahri

El-fakru fahrî ve bihî eftahiru: “Fakirlik benim övüncümdür. Ben onunla iftihâr ederim” hadîs-i şerîfi ulemâ-yı zâhîrin manâlandırdığı gibi değildir. Erkân-ı İslâm’ın ikisi varlıkla, zenginlikle kãim (zekat ve hac) Burada fakirlik ef’alinde, sıfatında, zâtında kendini Hakk’a tefviz etmektir, işini Allah’a havale etmek ve O’nun yaptığı her şeyi gönül hoşluğu ile karşılamaktır.

Fakirlik, işbu manada makamın asıl sâhibi Fakriyyet-i Muhammediyye’de fâni olmaya derler. Zâten fakîrin, Hak Teâlâ’ya fakrdan başka takdim edeceği bir şeyi yoktur.

Habib-i Kibriya aleyhi ekmelittehaya Sultânımız «Ben fakrimle iftihar ederim» diyerek işaret buyurdukları hakîkatle kastedilen «fakr», mal ve para fakirliği değil gerçekte Allah celle celâluhû’nun olan varlığı, yani efal, sıfat ve vücudu kendine zerre kadar mal ve izafe etmeden, sahibine yâni Hakka isnad etme sonucu doğan gerçek «fakr-i tamm»dır.

İzâ etemme’l-fakru fehüvellah
Fakirlik Allah olayazdı…

Fakr-ı-tamm: Tam fakirlik. Tam bir acziyetle, mevhum varlığından kurtulup Cenâb-ı Hakk’a mutlak muhtaç olduğunun koşulsuz bir teslimiyetle bilinmesi.

Fakr içinde fahra irdük gayrı gitdi aradan
Seyrimiz dîdâr-ı Hakdır vaslımız vicdân-ı Hû

Ey insanlar! Siz Allâh’a (mutlak muhtaç) “yok”sullarsınız (Esmâ’sıyla varsınız)! Allâh ise Ğaniyy’dir, Hamîd’dir. [Fâtır, 15]

İRFAN SOFRALARI’NDAN

Bismillahirrahmânirrahîm.
İnsana çeşitli iyilikler lutfeden, Kur’ân Sofrasına insanları ve cinleri davet eden Allah’a hamdolsun! Rahmân namına o sofralara çağıranların Efendisi Hz. Muhammed’e; irfan sofralarına koşarak kalblerine irfan dolduran Âli’ne ve Ashabına salat ve selam olsun!

Bundan sonra: Bu fakir kul Mısrî, her ne kadar o sofralara güzel icabet edemedi ise de uzun zamandan beri yüce Allah’ın şu sözüyle o sofranın inmesini istiyordu: “Allah’ım, bize gökten öyle bir sofra indir ki bizden öncekilere de, bizden sonrakilere de bir bayram ve senden bir mu’cize olsun. Bizi rızıklandır. Muhakkak sen, rızık verenlerin en hayırlısısın.”

Bin yetmiş altı yılı Şevval’inin ikinci günü (7 Nisan 1666, Çarşamba 49 yaşlarında) akşama doğru kıbleye karşı oturmuş: “Fakirlik tamam olduğu zaman o, Allah’tır.” sözünü düşünüyordum. Allah’ın ilhamıyla sırrıma bunun hakiki bir mânâsı doğdu. O kadar kesin bir mânâ doğdu ki artık bunun ötesinde bir mânâ olmasa gerektir.

Allah bana açıkça gösterdi ki kendisinden başkasının ne zâhirde, ne bâtında varlığı yoktur. Yalnız var sanılır. Bana bildirdi ki ârifin sırrında vücûddan fakr (yoksunluk) tamam olmayınca perdesiz, doğrudan doğruya Hak’kın yüzüne bakması mümkin olmaz.

Nitekim yüce Allah buyurmuştur: O gün bazı yüzler sevinçli, ışıl ışıl parlar. Rablerine nazırdırlar. [Kıyamet:22-23] O süreçte yüzler Rablerin(in cemalin)e bakıp parlayacak. Rablerine nazar edicidirler! (Allah’ın cemâlini görmeye mazhar olurlar!)

Varlığı atmazsa, Allah’ın göklere ve yere arzettiği, onların kabulden imtina, edip sadece insanın yüklendiği vücûd emanetini ödememiş olur. Ve bu sûretle büsbütün hıyanetten kurtulamaz. Allah’ı da sevmez olur. Çünkü Allah Teâlâ: “Allah hainleri sevmez” [Enfal: 58] âyetiyle ifade ettiği üzere onu sevmez. (Hâin diye göstermesi gereken bağlılığı göstermeyip vefâsızlık edene derler)

Onun gözünden perde nasıl kalksın ve nasıl Allah’ı görsün ki o, Hak’ın olan vücûdu kendine mal etmektedir. Çünkü fakrın tamamı, Allah’tan başka her şeyden varlığı almaktır. Vücûd kalkınca Hakk görünür. Ve hiç kaybolmaz.

Dersen ki: “Vücûd görünürde ve gerçekte Allah Teâlâ’nın ise o halde ârif kim, O’na bakan kim, O’nu gören kim?” Derim ki: “Vücûd birdir ama mertebeleri çoktur. Bir mertebede muhiblikle, bir mertebede mahbûbluk ile görünür. Bir mertebede gül olur, diğerinde bülbül.”

Futuhat-i Mekkiyye’nin başında şöyle bir beyit vardır: “Rabb Hak’tır, kul Hak’tır. Ah bilseydim, kimdir mükellef. Kuldur dersen, o ölüdür. Rabb’dır dersen o halde O nasıl mükellef olur?”

Buradan anlaşıldı ki fakr: İki cihanda da vechin (yüzün) siyah olması (yok olması) dır. Yokluğa da siyah denilir. Yâni dünya ve âhiret âdemdir (yoktur). Bunların varlığı yoktur.
Çünkü varlık gerçekte Allah’ındır. Mahlukata varlık vermek mecazidir.

Peygamber’in: “Nefsini bilen Rabbını bilir.” sözünün mânâsı da budur. Çünkü nefsinin vücûdu olmadığını bilirse, kendisinde olan vücûdun Allah’a ait olduğunu anlar. Yâni kendisinin, mahiyyeti itibariyle Rabb, görünüş itibariyle nefs olduğunu bilir. Yahut O aynen (zât itibariyle) Rabb, taayyünen (görünüş) itibariyle nefstir.” diyebilirsin.

“Fakirlik küfür olayazdı. “sözüne gelince bu, nafile ibâdetlerle Allah’a yaklaşmanın sonucudur. Ama benim söylediklerim, farz ibâdetlerle Allah’a yaklaşmanın sonucudur.

Allah gerçeği söyler, O, doğru yola iletir. [Ahzab:4]

Halkın en fakiri, fakrın hâdimi Bursa sâkini Şeyh Muhammed Mısrî (ksa)

varligi_terk_fakr

Kevn ü mekândan geçeniñ
Menzili arşullâh olur
Yokluk meyinden içeniñ
Varlığı kenzullâh olur

Her kim ki ister yârını
Bıraksın elden varını
Gören dostuñ dîdârını
Bugün fenâ-fillâh olur

Eren fakrıñ tamâmına
Kanar vuslatıñ câmına
Fenâfillâh makâmına
Ulaşan mahvullâh olur

Her kim ki terk-i cân olur
Bir cânına biñ cân olur
Nefsini fehm eyler bilir
Hem ârif-i billâh olur

Berzah iliniñ âfeti
Pür-nûr olur şekâveti
Âşıklarñ ziyâreti
Oldur ki beytullâh olur

Bulan bu aşkıñ dadını
Keşf eyler ilm-i bâtını
Mukarreb eyler adını
Hâl ile ehlullâh olur

Maksûdumuz öñden soña
Budur ki derim ben saña
Sırdır seni viren oña
Tevhîd-i zâtullâh olur

İlm ü irfân olur sözü
Sırr-ı Furkân olur özü
Her kande kim bakar gözü
Ayn-i kudretullâh olur

Seyrân ider dôstuñ bâgın
Bilmez olur solun sağın
Anca duyar cân kulağın
Hitâb-ı sırrullâh olur

Bî-nişândır soyladığı
Lâ-mekândır yayladığı
Dâim dilde söylediği
Ol “küntü kenzullâh” olur

Kanda kim var hak meydânı
Almayalar değme cânı
Zirâ ki her cân mülkünü
Sanma ki aşkullâh olur

Şol cân ki aşkıñ yeridir
Kâmil gerekdir arıdır
Kâmil ki şol aşk eridir
Dâim işi Allâh olur

Ümmî Sinânıñ erdiği
Cânını kurbân verdiği
Dâimâ onuñ gördügü
Cemâl-ı Zâtullâh olur.

Acziyeti hissetmenin sonu “fakr”, onun da sonu “hiç”liktir! Sonrasında dilde terennüm eden ancak kendisidir. Fakr hâlindekinin duası, hakikatinden gelişi dolayısıyla, “OL!” emri gibidir! Mutlak bilinçli kulluk, ancak “FAKR” ile tamam olur!el_mugniEL-MUĞNÎ celle celâluhû: Dilediğini, başkalarından müstağnî kılan, zenginliği yaşatan, kendi zenginliğiyle zengin eden. Fakr halini sonucu olan Bekâ’nın güzelliklerini hîbe eden.

Seni hiçbir şeyin yok iken (fakr-yoklukta) bulup da zenginliğe (Gınâya-Bekâ’ya) kavuşturmadık mı (El-Ğanî’nın kulu yapmadık mı, âlemlerden müstağnî olanın kulluğunu yaşatmadık mı)? [Duha:8]

Muhakkak ki HÛ’dur ganî eden de fakir kılan da. [Necm:48]

Verirler “ben acizim, kudret senin” dedikçe
Verenin şanı büyük, sen iste istedikçe…

Çalışmayı, kendi elinin emeği ile geçinmeyi emreden bir dinin mensupları olan ince müslümanların, “Dervişliği bulan kişiye bir lokma bir hırka yetmez mi” sözünü yine hakikatli bir sûfi olan Muhammed Nuri Şemseddin (1280/1863) şöyle izah etmektedir: “Hırkadan murad, insanlık hırkası, lokmadan murad ise, yâr-i hakîki olan Hakk’ın cemâlidir.” Bu sırra âgâh olan kesb-i kemâl, seyr-i cemâl yolcuları, ömürleri boyunca çalışıp kazanmayı elden bırakmamışlar, Allah Resulünün sünneti gereği kendi servetlerini fakirlere sarfederek, manevi fakrın yanı sıra maddi fakirliğe de talip olmuşlardır.

Mâdem ki Fakr, kişinin Cenab-ı Hakka olan ifrât-ı aşkı sebebiyle kendi nefsinden fâni ve Hak’la baki olmasıdır. Fakir, hiç bir şeye malik olmayan ve hiç bir şeyin kendisine malik olamadığı kişidir, eşyânın esâretinden kurtularak gerçek zenginliğe, hakiki hürlüğe kavuşmuştur; işte fakîr birinden hakîki bir niyâz: Fakriyle övünen, alemlerin fahri hatrına kendi benliğimi ifnâ, kendi varlığını icrâ eyle. ÂMİN

O’nun ﷺ dilinden müjdeler: Fakirler cennete zenginlerden önce gireceklerdir… Cennete bakıverdim; içindekilerin çoğunun fakir olduklarını gördüm. Fakirlik, cennet, yakınlık nerede? Tamda şimdi tamda burada!

Muhabbet erkânı

Aşka müşteri canlara,
Rabbinizden af ve mağfiret dileyin, sonra günahlarınızdan tövbe edip O’na sığının. O sizi affeder ve korur. Çünkü Rabbim Rahîmdir, Vedûd’dur. [Hûd:90]

Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-i aşk olan âriflerden, gündelik heveslerine “sevgi” deyip bir ömür boyu tüketen/tükenen zamane sevdalılarına! ikrâm olunur.
Nîce bu hasret-i dildâr ile giryân olayım
Yanayım ateş-i aşkın ile büryân olayım

Sinen içre nur-ı zikr ile uyandır bir çerağ
Ol çerağın şulesiyle görüne dîdâr-ı Hak
Asılların aslı olan kelimelerini, “El-Vedûd” ismine tecelli kıldığı kimselerin kalbine aktarmakla, huzuruna kabul buyuran Hazret-i Vedûd’a şükürler olsun…

Cenab-ı Mevla ve tekaddes hazretleri, cümle isimlerinin kemal manasıyla “Mirat’ı mücella”sı olan Habibi Kibriya aleyhi ekmelittehaya hazretlerine, şanına lâyık, makam-ı âlilerine mutabık bir kıvamda,  gül yüzünü görmeden ah û figan eyleyen aşıkları nâmına, salat ve selam eylesin O’na…

Aşıkın aşkını dile döktüğü göz yaşiçün…

“Artık mektup yazmaz” oldun buyurdu dostum, neyleyelim şimdi feryadım azaltıp aşktan yana meylimizi arttırdılar. Nasıl ki ateş, çok alevlenince dumanı(azalır) çıkmaz olur…

Serlevha ayeti aşk ile bir daha okuyalım, Halîm ve Reşîd bir Peygamberin dilinden Cenab-ı Allah “vedûd” olduğunu ilân ediyor. Yolumuzda, Allah ile kul münasebetlerde sevginin yerinin ne derece yüksek olduğunu, tek başına bu isim bile göstermeye yeter.  Zira Allah’ın yaratıklarını çok seven ve onlar tarafından çok sevilen olduğunu bildirir. Kulların en ideal vazifeleri yaratana kulluk olup duyulan bu duru sevginin ifade edilmesinin en ileri şekli de “tapınma” dır. Allah’ı çok sevdiğini iddia eden, “taparcasına seven” elbet O’na daha çok ibadet edecektir.

“Vedud” ismini tekrar ile kulluğunu takrir eyleyen âşık-ı sâdık “Abdulvedûd” diye isimlendirilir. Bu mertebe mensupları hakkında  “Allah onları, onlar da Allah’ı sever” buyrulmuştur. O ki Vedûd ismiyle hem cemalini, hem cemal tecellisi olan esmâsını, hem esmasının cemalini gösteren sanatını, hem cemalinin aynası olan yarattıklarını, hem de yarattıklarının güzel hallerini (mehasin-i ahlâkını) sevmektedir.

Cenâb-i Hak, kendi cemâlini ve esmâsını sevdiği gibi, cemalinin ve esmasının en parlak aynası (mirat-ı mücella) olan Habibi Kibriya Efendimiz’i (asm) de sever ve O’na benzeyenleri de derecelerine göre sever. Yine mahlûkatının güzel ahlâkını sevdiği gibi, güzel ahlâkın en yüksek mertebesinde olan Peygamber Efendimiz’i (asm) de sever ve O’na benzeyenleri de derecelerine göre sever… Zaten ilk önce kâinâtın Sultânı muhabbet etti O’na. Ve bunu ilan etti âleme “Habîbim” diyerek. İlâhî aşkın merkezine onun sevgisini yerleştirdi. Sâdece O’nun sevgisini meşk edene ve O’nun gönül mektebinde aşk dersi alana açtı muhabbetinin kapısını. Çünkü el-Vedûd olanın en büyük muhabbet tecellîsi onda zâhir olmuştu.

Cenâb-i Hakk’ın sevgisini kazanmanın, Peygamber Efendimiz’e (asm) benzemekle olacağı hakikatı Kur’ân-i Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin” [Âli-imrân:31] Ayette geçen “Allah’ı seviyorsanız” ifadesi, imanın sevgiye dönüşmesi ve sevginin üzerinde inşa edilen kulluğun kemâle ermesi bakımından pek mühimdir. Bakara suresinin 165. ayetinde “…İnananların Allah sevgisi her şeyin üstündedir” buyrulmaktadır. İnanmakla sevmek mana bakımından işte böyle içiçedir.

Bu makam içre Vedûd isminin tüm tecellilerinde en yüksek mertebede Peygamber Efendimiz (asm) olduğu için “Habibullah” ünvanı ona verilmiş ve “makam-i mahbubiyet”e ancak O mazhar olmuştur. 

Sahih bir hadiste Resulu Kibriya Efendimiz saadetle buyururlar ki: Allah kulunu sevdiğinde, onun kendisiyle duyduğu duyma gücü, görme gücü, eli ve ayağı olur.” Onun güçleri kendisi için sürekli sabittir; kör veya dilsiz bile olsa, duyma ve görme niteliği körlük, dilsizlik ve sağırlık perdesinin ardında sabittir. Allah, vüdd (sabit sevgi) diye isimlendirilmesi itibarıyla sevgisi sabit olandır. Vüdd diye isimlendirilmesi dedik, çünkü bu niteliğin dört hali, her halin kendisiyle tanındığı bir adı vardır: Heva, vüdd, hûb ve aşk!

Sevginin kalbe ilk düşmesi ve orada gerçekleşmesine heva denilir. Bu kelime “yıldız kaydı” [Necm:1] anlamındaki heve en-necm ifadesinden türetilmiş­tir. Ardından vüdd (meveddet) gelir. Vüdd sevginin sebat bulması demektir. Ardından hûb gelir. Hub sevgideki duruluk ve sevenin iradesinden çıkması demektir. Böyle bir durumda seven sevdiğinin iradesine göre hareket eder. Ardından aşk gelir. Aşk sevginin kalbi sarması demektir. Kelime asma ve benzeri ağaçlara sarılan dikenli sarmaşık anlamındaki “aşaka”dan türetilmiştir: Aşk sevenin kalbini sarar, onu sevgiliden başkasına bakamayacak hale getirerek kör eder.

Aşk öyle bir alevdir ki, bir tutuştu mu, mâşûk’tan başka her şeyi yakar… [Hz. Pir Mevlana]

Sanatkâr, sanatını nasıl sevmez ki… Biz, hiç kuşkusuz, O’nun sana­tının ürünleriyiz. O bizim yaratıcımız olduğu kadar rızkımızın ve maslahatlarımızın da yaratıcısıdır. Allah bir peygamberine şöyle vahyetmiştir: “Âdemoğlu! Eşyayı senin için, seni kendim için yarat­tım. Şenin için yarattığım eşyada, kendim için yarattığım gayeyi telef etme. Ey Âdemoğlu! Şanım üzerine yemin olsun ki, ben seni severim. Senin üzerindeki hakkım karşısında, sen de beni sevmelisin.” Sanat özü gereği sanatkârın o işi bildiğini, ona güç yetirdiğini izhar ederken aynı zamanda, sanatkârın güzelliğini, azametini ve büyüklüğünü de delildir. Böyle değilse (sanat) kim için, kimde ve kiminle orta­ya çıkabilir ki? Demek ki bizim var olmamız ve O’nun bizi sevmesi kaçınılmazdır. O bizimle ve biz O’nunlayız. Hz. Peygamber bir dua­sında Rabbine hamd ederken şöyle der: “Biz O’nunla ve O’nun için varız” Bu mertebe ilgi, atıfet ve süreklilik mertebesidir.

Sevgi olmasaydı el-Vedûd bilinmezdi, Fakirlik olmasaydı el-Cevâd’a ibadet edilmezdi…

Allah, sürekli seven olduğu için el-Vedûd iken bizim için de “sü­rekli yaratan”  [Yâsîn:81] ve “Her gün bir işte olan” [Rahman: 29] diye nitelenendirilir. Biz hal ve söz diliyle O’na sürekli “şunu yap bunu yap” deriz, O da yapar. O’nun bizdeki fiilinin bir yönüyle O’na “yap” deriz. Böyle demek O’nu bir işe zorlamak mıdır? Allah’ı hiç kimse bir işe zorlayamaz, böyle bir vehimden münezzeh ve mütealdir. Böyle diyebilmemiz el-Vedûd isminin hükmünden kaynaklanır. Allah, el-Gafûr, el-Vedûd ve er-Rahman, ismiyle istiva ettiği yüce arşın sahibi­dir, çünkü O sevenin duyduğu derin ve coşkulu özlemle merhamet etmiştir. Seven de sevgiliye onun niteliğiyle kavuşabilir. Hakkın nite­liği varlıktır ve bu nedenle sevene varlık vermiştir. O’nun katında varlıktan daha tam bir şey bulunsaydı, verirken cimrilik yapmazdı. İmam Ebu Hamid bu makamda şöyle der:  “Allah katında bir şey bu­lunup saklanmış olsaydı, bu durum cömertlikle çelişen bir cimrilik, kudretle çelişen acizlik olurdu.” Allah el-Gafur ve el-Vedûd olduğunu bildirdi. El-Vedûd gayb (mertebesinde) sevgisi ve muhabbeti sabit olan demektir. O bizi görür. Bu nedenle sevdiğini görür, onu gör­mekle sevinir. Bütün âlem bir insan mesabesinde sevilen iken âlemde­ki şahıslar insanın organlarına benzer. Sevilen sevdiğinin muhabbetiy­le  vasıflanmamış, sadece onu sevilen haline getirmiştir, o kadar!

Aşk, sayıya sığmayan sevgidir. Bu yüzden de gerçekte Hak sıfatıdır; kula verilişi, geçici bir şeydir… [Hz. Pir Mevlana]

Sonra Allah, bazı kullarını severken aynı zamanda onlara kendisi­ni sevme imkânı bahşeder. Böylece kuluna eşyanın suretlerinde Hakkı müşahede etmek ve tecellileri görmek nimetini ihsan eder. Bu itibarla Allah’ı sevenler ile âlemin ilişkisi, göz ile göz bebeğinin ilişkisi gibidir.


Kimse takdir edemez alemde kendi mahiyetini reyi ile
Münferit vasıta-i rüyet iken, göremez kendini dîde bile

İnsanın pek çok organı olsa bile gören ve müşahede eden organları iki gözüdür. İnsanda göz, âlem içinde sevenler mesabesindedir. Allah kendisini sevdiklerini bildiği için sevenlerine müşahede nimetini ver­miştir. Bu bilgi O’nun katında zevk bilgisidir. Binaenaleyh Allah O’nu sevenlere kendine yaptığı gibi yapmıştır…

Cinler ve insanlar sadece Allah’a ibadet etsinler diye yaratıldı. Allah yaratıkların arasından onla­rı sadece kendisini sevsinler diye yarattı. Çünkü Allah’a kulluk edecek O’nun karşısında zelil ve hor kalacak kişi ancak sevenler olabilir. İnsa­nın dışındaki her şey O’nun hamdini tesbih eder, çünkü Allah’ı gör­memiştir ki sevebilsin! Allah insandan başka hiçbir yaratılmışa el- Cemil isminde tecelli etmemiştir. Bu nedenle insan sadece Rabbini veya Rabbinin tecelligâhı olan birisini severken bütünüyle sevgisinde fani olarak kendinden geçer. O halde âlemin gözleri -sevilen her kim olursa öl­sün- âlemdeki sevenlerdir. Bütün yaratılmışlar Hakkın tecellisinin aksettiği yerlerdir. Onların sevgileri (vüdd) sabittir. Onlar sevgileri sabit olanlar iken Allah el-Vedûd’dur. İş Hak ve yaratılmış arasında yaratılmış ve Hak nedeniyle perdelenmiştir. Bu perdelenmişlik nede­niyle el-Vedûd ile birlikte el-Gafûr ismi gelmiştir. Bu gizlenme nede­niyle Kays, Leyla’yı sevdi” denilmiştir. Hâlbuki Leyla bir tecelligâh! Veya “Ali, Fatma’yı sevdi”  veya “Bülbül, gülü sevdi” deni­lir. Bütün bunlar, Hakkın tecellisinin makamları ve duraklarıdır. Bu­nunla birlikte onlar, sevdiklerini isimleriyle tanımamış olabilirler. Çünkü insan bir şahsı görür, onu sever, fakat kim olduğunu veya adını veya nereli olduğunu veya evini yurdunu bilmez. Bununla birlik­te sevmek, o şahsı araştırmaya, evini ve yurdunu soruşturmaya sevk eder. Onu bulamadığında, peşinden gider, soruşturur. Allah’ı sevme­miz de öyledir; Biz Allah’ı tecelligâhlarında severiz. Leyla, Gül veya başka bir ad veya herhangi bir özel isimde Allah’ı severiz, fakat sevdi­ğimizin Hakkın aynı olduğunu bilmeyiz. Bu nedenle ismi biliriz, fakat Hakkın aynı olduğunu bilmeyiz. Bu durumda ismi sevmiş, hakikati tanımamış oluruz. Yaratılmışın ise hakikati sevilir, bilinir. Bazen ismi bilinmez, sevgi onu bilmeyi mecbur kılar. Başka bir ifadeyle sevgi sevileni tanımayı gerektirir. İçimizden bazı kimseler dünya hayatında O’nu tanır ve bilirken, bazı kimseler, herhangi bir şeyi seviyorken ölene kadar O’nu tanımazlar. Perde kalktığında Allah’tan başkasını sevme­diği ve yaratılmışın adının kendisini perdelediğini anlar. Nitekim insan dünyada bir şeye ibadet eder, fakat bilmediği yönden sadece Allah’a ibadet etmiştir. Bununla birlikte onun mabudu Menat, Uzza, Lat diye isimlendirilmiş olabilir. Ölümle birlikte perde kalktığında, sadece Allah’a ibadet ettiğini öğrenir. Allah şöyle buyurur: Senin Rabbin kendisinden başkasına kulluk edilmesin diye hüküm verdi…”  [İsrâ:23] Puta tapanla­rın durumu da öyledir. Böyle bir insan taptığı putta herhangi bir tarzda ilahlık bulunmadığına inansaydı, kendisine ibadet etmezdi. Fakat “el-Gafûr, el-Vedüd.” [Burûc:14] ayetinde belirtildiği üzere çekilmiş perde nedeniyle insan O’nu tanımamıştır. Bu itibarla sadece isimler vardır. Bu nedenle hakiki mabud olan Allah, ibadeti tecelligâh ve makamlara izafe ettiklerinde insanlara şöyle der: “Onları isimlendiriniz.” İnsanlar taptıkları şeyleri isimlendirmiş olsalardı, onları tanıyacaklar, tanıdıkla­rında Allah ile isimlendirdikleri arasındaki farkı anlayacaklardı. Nite­kim makam ve tecelligâh arasındaki fark bilinir ve “şu makam, şu tecelligahtır” dersin böylece ayrışma gerçekleşir.

Bu babdan anlatılır ki: Leyla’nın aşkıyla deli-divane olan Mecnun çölde dolaşırken yolu bir köye düşer. Köyde namaz kılanın önünden geçer. Namaz kılan adam, selam verince büyük bir kızgınlıkla bağırır. Kör müsün be adam! Namaz kılanın önünden geçilir mi? Mecnun adamın namazının önünden geçtiğini yeni fark eder. Döner ve bağıran adama şu cevabı verir: “Ben Leyla’nın aşkına öyle bir haldeyim ki seni görmedim. Asıl sen kendine sor. Huzurunda namaz kıldığın Allah’ın aşkından beni nasıl görebildin.”

Aşk üstünlükte, bilgide, defterde, kitap sahifelerinde değildir. Halk dedikoduya düşmüştür ya, o yol âşıkların yolu değildir. Aşk, öyle bir nur ağacıdır ki, dalları ezelde, kökleri de ebeddedir. Bu ağaç, ne arşa dayanır, ne de yeryüzüne, bu ağacın gövdesi de yoktur… Aklı işten atıp hevesi kovduk… Sen de fanî güzellere iştiyak var, bir özlem var. Bu ise puttur. Sen kendini kendinde bulur ve kendin sevgili olursan, sende özlem kalmaz. [Hz. Pir Mevlana]

Kur’an-ı Kerim isimler ve haller arasındaki ilişkiyi ne güzel ve sır­lı bir şekilde ortaya koymuştur. Allah, “el-Gafûr ve el-Vedûd, yüce arşın sahibi, dilediğini yapandır.” [Buruc:14-16] buyurur. Allah sevendir, dilediğini yapan­dır. Demek ki Allah sevilendir! Çünkü ancak sevilen sevdiğine diledi­ğini yapabilir. Buna mukabil seven, (sevdiğinin sözünü) dinleyen ve ona itaat edip istediklerine âmade olandır. O seven ve el-Vedûd, yani sevginin ayrılmaz özelliklerine ve şartlarına bağlı ve sevgisi sabit olan­dır. Bununla birlikte hakikat birdir. Çünkü burada el-Vedûd, aynı zamanda dilediğini yapan demektir. Bu ilâhî uyarıda ne hoş ve sırlı bir durum olduğuna bakınız! “…De ki, Rabbim benim bilgimi arttır” [Taha:114] “…Allah hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır” [Ahzab:4] Şimdi bir  müddet mezkur ayetlerin tecellisi ile hayretlenelim… 

İşte “El-vedud” olandan bize varis kalan bu muhabbet sermayesi, merkezinde Mevlâ yoksa, nereye yönlendirilirse yönlendirilsin, hakikatte zayi edilmiş ve israf edilmiş olacaktır. Öyleyse gönlümüzün muhabbet kıblesini Mevlâ’ya yöneltmek ve O’nda daim kılmak için, sürekli “Sevgini istiyorum Rabbim! Seni sevenin sevgisini ve beni senin sevgine eriştirecek amelin sevgisini de Sen’den niyaz ediyorum” diye huzurda niyaza durmak vaktidir:

İlahî, sevginin bizde devamlılığı ve senin sevdiğin hallerin hayatımızda yeşermesi için “El-vedûd” isminden dileriz ve dileniriz ki kalbimize senin sevgini ve sevilmesini emrettiklerinin muhabbetini isâl eyleyiver ya huuu