Kıyamet Hayatımızda

KIYAMET HAYATIMIZDA

Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki sonsuz rahmet tecellilerinden biri de bizleri imtihan dünyasına son ümmet olarak getirmiş olmasıdır. Eğer evvel gelenlerden olsaydık biz Âd ve Semûd’lardan değil, onlar bizden ibret alacaklardı. Yine O’nun rahmetinin bir başka tecellisi, yarın göreceğimiz kıyameti bütün sahneleriyle daha bugünden gözlerimizin önüne getirmesidir.

Kur’an’da kıyamet günü olarak haber verilen gün, dünyanın ve mahlûkatın yaradılışından, kıyametin kopup tek canlının kalmayacağı güne kadarki bütün zamanlara eşdeğer bir gündür. Bu sebeple asırlar boyunca dünyada olup biten ne varsa hepsinin hesabı tek günde sorulacak, ondan sonra herkes ebedi yerine gidecektir. Kıyamet sahneleri gerçek sahneler olarak Allah ve Resulü tarafından teferruatıyla anlatılmış, dünyadaki şu birkaç günlük hayatımıza kıyametin yön vermesi ve mânâ kazandırması tavsiye edilmiştir.


Resul-i Ekrem (sav), Kur’an’daki Zilzal suresini “Kur’an’ın yarısına denktir” diye tanımlamış böylece Kur’an’ın yarısının kıyametten bahsettiğine dikkat çekmiştir.

Kim ölürse muhakkak ki onun kıyameti kopmuştur. [Hadis-i Şerif]

Bu sebeple kıyamet üç beşyüz sene sonra kopacak zannedenler yanılmaktadırlar. Hayata gözlerini yuman bir insanın kıyameti kopmaktadır. İnsanı düşündürmesi ve meşgul etmesi gereken nokta burasıdır. Dünyanın daha ne kadar ömrünün kaldığı yalnızca Allah’ın bildiği bir şeydir. Bu sebeble biz kendimize dönelim ve hayatımızı kendi kıyamet ışığımız altında yeniden düzene sokalım.

Dünyada yaptığın hangi amelin kıyamette karşına nasıl çıkacağım merak ediyorsan, Resul-i Ekrem (sav) bunları bütün teferruatıyla açıklamıştır. Bunları araştır. İslâm’ın ne muazzam bir din olduğunu daha iyi anlamış olursun.

Bu sebeple, daima Allah’ın huzurunda gibi yaşa. Kimsenin hatırı için ahiretini satma. Ahiret sahnelerini hiçbir zaman gözünden ve gönlünden eksik etme. Unutma ki, dünyanın hiçbir sıkıntısı cehennem azabından daha şiddetli değildir. Cehennem azabının en şiddetlisi de Allah’ı görmekten mahrum olmaktan daha acı değildir. Dünyanın bütün nimetleri cennet nimetlerinin yanında hiçtir. Cennetin bütün nimetleri ise Allah’ı görmenin yanında hiçtir.

Kıyamet sahası, cennet veya cehennemin bekleme sahasıdır. Herkes ebedî yerine oradan sevk olunacaktır. Hac sahneleri sana kıyametten bir işarettir. Büyük üstadlarımızdan Muhammed Parsa hazretleri, Faslulhıtâb isimli şaheserinde haccın kıyamete nasıl benzediğini ve Allah dostlarının hacca neden bu kadar önem verdiklerini şöyle anlatmaktadır: “Halkın hacca sel gibi akışlarının ve ariflerin hac yoluna can vermelerinin, mecnunlar gibi çöllere düşmelerinin sebebi, kendi sır gözlerine kıyamet henüz görünmediği için kıyametin bir misali olan hacda O’nu hatırlamak ve görmek arzusudur.”

Hac, kıyameti hatırlamaktır. Avama göre dünya hazırdır, kıyamet gaibdir. Yani dünya şimdi mevcud, kıyamet ise daha geç gelecektir. haccın hakikatına eren havassa ise dünya gaibdir, kıyamet hazırdır:

Muhakkak ki kıyamet gelmiştir, bunda hiç şüphe yoktur. Fakat insanların pek çoğu buna inanmazlar. [Ğafir, 59]

Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz. Ölçülmeden evvel kendinizi ölçünüz. [Hadis-i Şerif]

Böylece onlar o hale gelmişlerdir ki, kıyameti gözle görür gibi görmüşlerdir. Kim kıyameti gözle görür hale gelirse, onun zahiriyle batını arasında hilaf kalmaz, vahdete erer.

Hacının kendi başına evini, barkını, ehl ü iyalini, vatanını terkedip yollara düşmesi, hastalık ve ölüm hallerini temsil eder. Yolda ona gelen herhangi bir zorluk ve sıkıntı ölüm sıkıntısını temsil eder. Yoldakilerin, hacının metaını kapmaları iki hasmın birbiriyle kapışmaları gibidir. Gelir gelir, tam çölün ortasında azık biter. Dünyanın azığı yiyeceklerdir. Ölüm azığı ise ibadettir. Her kim azığını tam tedarik etmeden yola çıkarsa helak korkusuna kapılır. Kıyamette de kimin taatı yoksa azab korkusuna düşecektir. Burası bir cenaze merasimi gibidir. Dostlar karanlığın başına kadar gitmezler. Hacıların uğurlanması da çölün başına kadar devam etmez. Çölün ortasında su istemek, ölürken dirilerden meded bekleyip su istemek gibidir. Hacılardan haber kesilmesi, dostlarının onları unutmaları gibidir.

Mikat mahalline ulaşmak sûr’un üfürülmesidir ki artık hacılar karanlıklardan kurtulmuşlar, dünya elbiselerinden soyunmuşlar, kıyamet sahasına gitmektedirler. (Arafat’a gidiş)

Lebbeyk çığırmak, kıyamet gününün davetçisine icabettir:
O gün Allah sizi çağırır ve siz de O’na hamdederek icabet edersiniz. Zannedersiniz ki kabirlerinizde pek az bir müddet kalmışsınız! [İsra, 52]

Aynı zamanda bu, ehl ü iyâlinden uzaklaşmak, temizlenmek, teberri etmektir:
İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden ve babasından, eşinden ve evlatlarından bile kaçar. [Abese, 34-36]

Arafat’a koşmak, halkın kıyamet gününde arasata koşmasıdır:
O gün onlar sür’atle kabirlerinden fırlayarak mahşere çıkarlar. [Mearic, 43]

Arafat’ta toplanmak, kıyamet gününde toplanmaktır:
O sizi toplanma gününde toplar. [Teğabün, 9]

Arafat’taki vakfe, kıyamet gününde ki vakfedir:
O gün insanlar alemlerin Rabbinin huzurunda dururlar! [Mutaffifin, 6]

Evvela imamın gidip, hacıların da onun izini takib ederek vakfe alanına kadar gitmeleri halkın şefaat için Cenab-ı Peygamber’in izini takib etmeleridir. Burada öyle durmak, Cenab-ı Rasul’ün şefaati için durmaktır.

Arafat’tan Müzdelife’ye, yani el-Meş’aru’l-Haram’a çıkış, ilk duruşmadan sonra büyük mahkemenin son duruşmasına gitmektir. Müzdelife ile Arafat, bir terazinin kefeleri gibidirler. Eğer hacılar oraya kadar helal binekle, helal yemekle, helal giymekle gelmişlerse hacları kabul olunur. Eğer haramlarla gelmişlerse boşuna zahmet çekmişlerdir. Çünkü haberde varid olmuştur ki:
Kul lebbeyk deyince nida gelir: Senin Lebbeykine cevap yok! haccını tebrik de yok! Bindiğin haram, giydiğin haram, yediğin içtiğin haram. Nasıl olur da sana icabet olunur? [Hadis-i Şerif],

Bundan sonra ziyaret tavafı için Mekke’ye gitmek, Dost’un didarını gözetmektir. Haccı kabul olunanların
Yüzleri o gün taze ve parlaktır. Rablerine bakmaktadırlar. [Kıyamet, 22-23]

Haccı kabul olunmayanlar ise:
Onlar bugün rablerinden perdelenmişlerdir, O’nu göremezler! [Mutaffifin, 15]

Beyt’i tavaf, Arş’ın etrafında dönmek ve gölgesinde yer aramaktır. Dudağını taşa koymak, yani Hacer-i Esved’i öpmek ahdini tazelemek ve yerine getirmektir:
Allah’dan söz almış olanlardan başkaları şefaate nail olamazlar! [Meryem, 87]

Veda tavafı ise, kıyamet ehlinin ebedi yerlerine gitmek üzere yerlerinden ayrılmalarıdır. Bundan sonra ne mü’min kafiri görür, ne kafir mü’mini görür. Elindeki kaseyi Zemzem’den doldurmak, Muhammed ümmetinin kaselerim Kevser havzından doldurmalarım temsil eder. Başların açılması, kıyamette her şeyin açığa çıkmasını temsil eder:
O günde bütün gizliler yoklanıp ortaya çıkarılacaktır! [Târık, 9]

Evini ve gönlünü tekrar açmak ve misafirlere ikramda bulunmak perdelerin kaldırılmasıdır:
Nice yüzler o gün taze ve parlaktır. Rablerine bakmaktadır. [Kıyamet, 22-23]

Haccın kıyamete benzemesi budur. Sırdan haberi olan kimseye hac bir tembihtir, bir ikazdır. Kıyamet böyle zor olacaktır. Ömürlerin sonu nasıl ölüm ise, ibadetlerin sonu da hacdır.

İşte Allah dostlarının hacca her vesile ile meyletmeleri ve onu tam yapmaya çalışmaları, kıyametin hakikatini gönüllerinden uzak tutmamak içindir. Çünkü onlar her an o güne hazırlıkla meşguldürler.

Dervişlik ölüme hazır olma sanatıdır. [Prof. Dr. M. Es’ad Coşan]

…Ben sadece gücümün elverdiği kadar ıslah etmek istiyorum; ama (bunda ne kadar) başarı göstereceğim bütünüyle Allah’a bağlıdır. Ben O’na güvenip dayanıyor ve her zaman, her konuda O’na yöneliyorum!… [Hud, 88]

16. MEKTUP

16. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların onaltıncısıdır.

1mursidinmektuplari

Ezelin ezelinde bilinmekliği ve sevilmekliği murad ederek muhabbetiyle âlemleri halkeden ve bu muhabbetle âlemleri muhît ve cami olan muhabbetinin cazibesini ve zevkini âlemlerin bekası içün kuvvet eyleyen, beşeriyeti muhabbetle îmâna sevkedüp İslâm ile müşerref kılan, ihsanıyla dünya ve ahiret nimetleri lütfedip kullarına va’dettiği nimetleri asla değiştirmeyen kelâmı güzel, kendisi güzel, cemâliyle güzelliğinden cümle âlemi nasibdâr kılan Cenâb-ı zü’l-Celâl, ve’l-Cemâl, ve’l-Kemâl ve tekaddes Hazretleri’ne aşk u şevk ile hamdolsun.

Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetinin mazharı, resüllerdeki nurun menbaı, lî meallah tahtının şâhı, sübhânellezi esra biabdihî’nin mazharı, mahbübu’l-kulüb, mürebbi-i vicdan, ekmel-i mahlûkat ve beşerin yani benî Âdem’in mefhari Hazret-i Fahr-i âlem Efendimiz’e, muhabbetle halkolunan âlemler adedince muhabbetle salât ü selâm olsun. Cenâb-ı Hakk’ın kabul eylediği bu hamd ü senâ ve salât ü selâmdan Allah Resülüne tâbi olan cümle ehl-i îmâna, hassaten ehl-i beyt-i Mustafa’ya, ashabına ve etba’ına en güzel şekilde ikram ve ihsan olunsun.

Oğlum İhsan Efendi, esselâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtuhû.

Güzel evlâdım, Allah seni iki cihanda azîz eylesin. Maddî ve manevî müşkillerini hail ve âsân eylesin. Halini ahsenü’l-hal ve ekmelü’l-hal üzere dâim eylesin.

Tarikatın sırr-ı sâdık bendegâna meftuhtur(Sadâkatle yola devam edenler için tarikatın incelikleri ve güzellikleri kendini gösterir, onlara açılır.). Zîrâ sırra mahrem olmak bir haneye veya kişiye mahrem olmak gibidir. Aşinalık akrabalığı, akrabalık da mahremiyeti celbeder. Mahremiyetten öte kişiye lâzım olan muhabbettir. Nasıl ki kişi bir aile edindiğinde o ailenin kendi içindeki zâhirî şartlarını yerine getirir. Yuvalarında huzur olur mes’ud olurlar. Mahremiyet muhabbete mâni değildir, muhabbet ise mahremiyet hususunda kişiyi laubaliliğe sevketmemelidir. Aile içinde bunu teessüs edenler saadet ma’rifetine erişirler. Aynı bunun gibi kişinin ibadet ve taatmda ilk önce o mahrem hudutları yani zâhirî çerçeveyi bilmesi ve bu hudutlara ta’zîm göstermesi îcab eder. Ancak bu kâfi değildir. Hürmetle riayet ettiği bu hudut içerisinde muhakkak muhabbet neş’esini tahsil etmelidir. Muhabbet olmazsa ne hâsıl olur? Hiç. İbâdat u taat, kulluk haddini bilmek Allah Teâlâ’ya kurbiyyeti(yakınlığı) tahsil etmek ve muhafaza etmek içindir. Cenâb-ı Hakk âdem sûretimizde cevherini sırladığı gibi bu sır dahî muhabbet eseridir. Muhabbetini de ibâdât u taatın zâhirînin içerisinde sırlamıştır. Ol sebebden Cenâb-ı Hakk’ın şeriatını tahrif, tezyif, tahrib ederek ve bu hususta lakayd olarak muhabbetin sırrını ve Cenâb-ı Hakk’a kurbiyyeti bulmak mümkün değildir. Bir şeyler bulsa da, bu bulduğunda muhabbet eseri olsa da hududa riayet etmediğinden bu muhabbeti muhafazası da mümkün değildir. Kişinin Allah Teâlâ’nın emirlerine ve nehiylerine meyletmesi, hürmetle, ta’zîmle bunları yerine getirmeye gayret etmesi doğru bir halde olduğuna işarettir. Sevdiğinin izini süren âşık gibi ilk önce kulda, Cenâb-ı Hakk’a muhabbetin şevkiyle O’na kulluk etme zevki başlar. O zevk kişiyi o sahanın ilmiyle ve ilm-i haliyle meşgul eder. Amma işlediği güzel amellerin içinde saklı olan bir sırr-ı muhabbet vardır ki işte onun tadına doyum olmaz. Ol sebebden din-i mübîn-i Ahmediyye yaşanınca anlaşılır, anlaşılınca yaşanmaz. “Ben hele iyice bir hikmetini öğreneyim de sonra kulluk yaparım.” diyen hiçbir kimse muvaffak olamamış, sâlih âmel işleyemeden göçüp gitmiştir. İşte tarîkat, öğrendiğini hemen hayata tatbik etmektir. Evvelce söylediğim gibi hikmet değildir, lezzettir. Tasavvuf erbâbının hikmetleri bu lezzetten sonra gelen hikmettir.

İhsan Efendi oğlum, sofilerin tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalb diye beyân ettikleri usûlü tahfif ederler(hafife alırlar). Halbuki cümle ibâdât u taat tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalb içündür. İslâm beş esas
üzere bina olunmuştur. Binayı niçün yaparlar? Öylece dursun diye mi? Binanın inşaında bir maksûd vardır. Lezzetle müşahede edildiğinde bu beş esasın tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalb için olduğu ârif olanların ve birazcık insaf sahibi olanların nazarından kaçmaz. Bu beş esasın ilki şehâdettir. Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Resûluhû… Yani şehâdet ederiz. Ne deriz, “Yâ Rabbi, ben kendi benliğim vehmindeydim. Amma ruhlar alemindeki sözümü hatırladım ve bu nefis benliğinden sıyrıldım. Bu zevk ile Senin birliğini müşahede ettim. Ben yokum Sen varsın Allah’ım. Buna şahidim ve benim kendi şeraitim, kendi aklım ve fikrim Sana kulluk etmek üzere kurban olsun. Ben bu zevk ile Senin gönderdiğin Resûlünü tasdik ettim. Kendi yoluma değil, kendi nefsimin çektiği yere değil, Resûlünün yoluna gitmek zevkine eriştim ve ona tâbi oldum. Benliğimi Muhammed’in yolunda sarfettim, hakîkî kulluğu onda müşahede ettim, diyerek şehâdet etmez miyiz? Bak gördün mü, şehâdet bizlere tezkiye-i nefsi ve tasfiye-i kalbi nasıl işaret ediyor. Cenâb-ı Hakk son kelâmlarımızı kelime-i tevhîd, son nefeslerimizdeki müşahedemizi de o kelime-i şehâdetin şehâdet mertebesinde eylesin. Âmin.

Savm yani oruç, nefsi Allah Teâlâ’nın rızası için helâlden dahî alıkoymak değil midir? Nefsin iştihasım Allah Teâlâ’ya kurbiyyet için tehir eder, rahmanî hudutlar içerisinde rahîmiyyet kokularını alırsın. Hal sahibi zâtlar mâsivaya oruçludurlar. Şöyle beyân edelim: Nasıl ki bir insan oruçlu iken iftar vaktine kadar kendisini nimetlerden alıkoyar, hâşâ nimetlerden alıkoyar dedim fakat esasında en büyük nimet îmândır. Fâni olan ikramları bakî olan ikrama değişmeyeceğini fiilen gösterir. Amma düşün ki bir adam imsak ettiği vakitte ağzıyla bir şey yemese de iftar vaktine kadar hep “Ah keşke yemek olsaydı, ah keşke şunu yeseydim, şunu işleseydim, şöyle etseydim.” dese o orucun feyzini alabilir mi? Alamaz. Demek ki kalbindeki niyetle başladığı o amel ifsad olmasın diye o niyete uygun amel ve ahvâl içinde olmalı. Peki bir kişi Allah Teâlâ’ya muhabbet ve kurbiyyet niyetindeyse artık mâsivaya(Allah’m gayrında olan şeylere) meyleder ve yalanıp durursa kalbindeki bu imsak layıkıyla iftara erişir mi? Erişmez. Amma biz sözün başına dönelim. Oruç ibadeti de gösterir ki, bu nefis tezkiye edilmeli ve kalb tasfiye edilmelidir.

Zekât, nefsimizle kazandığımız ve nefsimize ait olduğunu zannettiğimiz şeyleri Allah için infaka sevkederek bu evhamdan kurtulmamızın ilacı değil midir? Yani zekât benliğimizi kırar, emanet olan nefsimizi ve bu emaneti haiz diğer nefis sahiplerini müşahede imkânı vermez mi? Adı üstünde zekât. Zekât, temizleyen demektir. Neden temizleniriz? Haramla kazanılanın zekâtı olmaz ki. Demek ki bu temizlik derunîdir. Helâlden kazandığının zekâtı olur. Bu dahî gösterir ki nefsin tezkiyesi ve tasfiyesi lâzımdır.

Gelelim hacca. İşte Allah nasîb etti, sen de o mübarek topraklara gittin ve haccın topraktan ibaret olmadığını, Harem hudutlarının insanî ve rahmanî hudutlarla nasıl birleştiğini ve kesiştiğini müşahede ettin. Harem hududuna girdiğinde kendi kılına bile dokunmaktan alıkonuldun. Değil kılma dokunmak, Harem hudutları içerisinde bir dikenli ağacı bile kırmak cinayet sayıldı. Ben bana ait değilim Yâ Rabbi, “lebbeyk allahümme lebbeyk” diyerek dünya üzerindeki küçük bir parça gibi olan o mahrem hudutlar içerisinde dünya sahasında bulunman gereken kulluk merkezini müşahede ettin. “Benim canım yok, tenim yok, evim yok, mekânım yok, hepsinin sahibi Sensin, ben bunları kalbime koymayacağım, Senin Kâbe’ni tavafa ve Habîbini ziyarete geldim, şehâdet cümlemi hayatımda fiilen göstermeye geldim.” diyerek telbiye(lebbeyk) getirdin. Fesübhânallah, yâ hû bu tezkiye-i nefis değil tasfiye-i kalb değil de nedir? Tasavvuf erbabı şehâdette, oruçta, zekâtta ve hacdaki hali tüm hayatımıza kâim kılmaya çalıştığı için mi istihzayı hak ediyor? Fesübhânallah. İşte bu mânâyı anlayamayan kimseler, sofilere bühtan ediyor. Lâkin birazcık onların haline nazar edilirse ibadet taatların künhüne(özüne) vâkıf olamadıkları hemencecik anlaşılıyor. Gerçi şunu da söylemek lâzım; bazı sofiyim diyen sahtekârlar savm u zekâtı, hacc u salâtı ya tamamen ya kısmen terk ediyorlar. Neyse ki şehâdeti zahiren inkâr etmiyorlar. Ama bu halleriyle yalancı şâhid oluyorlar. Sözleri yalan, söyledikleri doğru münafıklar gibi oluyorlar. Amma bu kötü hal üzre olmayan sofilerin tenkid edilmesi ve muhabbetleriyle istihza edilmesi fevkâlâde elîm(çok acı) bir durumdur ve gaflet alâmetidir. Allah’a muhabbet edenlerden gafil olmak, bir nev’î Allah Teâlâ’dan gafil olmaktır. Vesselam

İhsan Efendi oğlum, salât yani namaz ma’lûmun ki hepsinden ziyâde ehemmiyeti hâizdir. Bir kişi namaz için niyet edip abdest almak üzere hareket ettiği andan i’tibaren namazın fazileti ve mânâsıyla haşr ü neşr olur. Bir kişi abdest almak üzere ayağa kalksa ve o anda ecel erişse namazdaymış gibi muamele görür ve haşr gününe kadar bu hal üzere kalır ve öylece kıyamet meydanında isbat-ı vüçûd eder. Ol sebebden namaza Allah u Ekber diye dururuz. Canımızı Allah’a kurban ettiğimizi, mâsivadan geçtiğimizi, dünyayı elimizin tersiyle ittiğimizi ve Allah katındaki mânevî hüviyetimizi tasdik eder gösteririz. Yüzümüz kıbleye döner. Ellerimizin içi de kıbleye döner. Zîrâ avucun içi bâtındır. Ve cümle işler elimizin dışıyla değil içiyle yapılır. Dünya sahnesinde hep ellerimizin üstünü görürüz. Fakat mânâ penceresine açılan ve böylece o pencereden Cenâb-ı Hakk’a varlığını ısmarlayan kişi avucunun içini kıbleye açar. Bu iftitah tekbiriyle ve bu açılışla maddeye kapanırız. Maddî âlemden sırlanırız. Mânâya doğarız. O andan i’tibaren artık vücûd bize ait değildir. Hak Teâlâ’nın emrettiği vakitte mecburiyetle değil severek, isteyerek, kendi ihtiyarımızı(seçme hakkımızı) rızamızla sevkederek bu ihtiyarımız elimizden alınmadan evvel huzura dururuz. Tercihimizi haktan ve mânâdan yana kullanırız. Dolayısıyla namazda dışarıdan ses duysak da bakmayız, âzâlarımızla oynayamayız. Kolumuzu, başımızı, elimizi ayağımızı o namaz hududunun dışına çıkacak şekilde oynatamayız. Emrolunduğumuz gibi ve Efendimiz’den gördüğümüz gibi namazımızı edâ ederiz. “Huzuruna geldim yâ Rabbî.” diyerek kıyam eder, el bağlarız. Bu âlemdeki asıl vazifemizi yani hamdetmeyi Fatihâ-i şerîfi okuyarak tasdik eder, tahmid ederiz. Üzerimizdeki kulluk emanetiyle iki büklüm olur, tevâzu’yla ve bu emanetin azametiyle rükû’a varırız. Ol sebebden “Subhane rabbiye’l azîm” diyerek azamet sahibi Hazret-i Allah’ı teşbih ve tenzih ederiz. Onun azameti karşısında eğilmemizden dolayı Allah Teâlâ bize kendi lisanıyla konuşmaya müsaade eder ve “Semi’ Allahu limen hamideh-Allah hamdedenin bu hamdini duydu.” dedirtir. O, Cenâb-ı Hakk’m bizi duyduğunun lisânımızdan zuhûrudur. Bu sözü hariçte söylesen boynun vurulur, elinde delilin mi var, derler. Şâir yerde söyleyemezsin ama Hakk’a ta’zîm ile rükû’ eden kişiye ve kendi benliğini Allah Teâlâ’ya verene Allah, konuşma selahiyetini bir anlık da olsa verir. Kıyama durduğunda kulun Allah’a yaklaşması, rükû’dan sonra kıyama durduğunda Allah Teâlâ’mn kuluna yaklaşması vardır. Düşün, tefekkür et. İşte ol zaman kul bu hal üzre secdeye kapanır. Cenâb-ı Hakk’m hamdimizi duyduğunun tasdikini kendi ağzımızdan yine bize duyurduğunu farkettiğimizden mahviyetle secdeye kapanırız. Allahu Ekber diyerek bu âlemde şahsiyetimizin nişânesi olan yüzümüzü yere sürer, kendimizi kaybeder, Allahımızı buluruz. O secdeden ancak tekbirle kalkılır. O’nun izniyle secdeden kalkınca bir defa daha bu secdeden mahrum olmamak için Allahu Ekber diyerek gene secdeye kapanırız. Sonra kıyama kalkar, artık o tevhîd merâtibini ve îmân derecelerini, mi’râc sırrını her rekâtta adım adım farkeder ve namazın nihayetinde Ettahiyyatü okuyarak sidretü’l-mühteha’dan öte Cenâb-ı Hakk’m mahrem hudutlarında ve huzur-i Rabbanî’de oturarak karar kılarız. Sonra selâm eder, husûsî halden umumî hale geçeriz. Namazda konuşamayız, selâm verdikten sonra tekrar bu âlemde konuşmaya hak kazanırız. Ne buyurmuş Efendimiz: “Esselâm, kable’l-kelâm- Konuşmadan evvel selâm vardır.” Namazda huzur zevkini tatmayan kişilerin kelâm etmeye hakları yoktur, vesselâm. Çok kısa olarak lâkin müşahede makamında namazın hallerini sana arzettim. Şimdi îmân nuruyla ve irfan nazarıyla baktığında bu halin tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalb olduğunu farketmez misin? Nasıl farkedilmesin ki, başka bir şey yoktur. Tamamıyla bu halin ayân beyân meydana konulmasıdır namaz.

Kıymetli İhsan Efendi oğlum, evliyâullah hazerâtının evrâd ve ezkârı hep namazlarla beraber, ya onlardan evvel yahut o namaz vakitlerinden sonra olmak üzere ta’yin olunmuştur. Evvelce arzettiğim gibi namazsız değil derviş keşiş bile olmaz. Zîrâ keşişlerin bile tahrif olunan din üzere namaza benzer kendince ibadetleri vardır. Bizim Balkanlar’da, namazsız, Halvetiyim, Bektâşîyim, şuyum buyum diyen bir sürü kabak dolaşmaktadır. Bunlar kendilerini dine uyduracaklarına dini kendilerine uydurmaya çalışan ahmak deyyuslardır. Allah şerlerinden cümle ümmet-i Muhammedi muhafaza eylesin. Kendilerini ve yanlış fikriyatlarını ebter eylesin, ıslahları mümkün değilse zâlimler elinde maskara ve soytarı olarak helâk eylesin. Bu sözlerimin ağır olduğunu düşünenleri de Cenâb-ı Hakk müşahede sahibi eylesin. Eylesin ki onlar da felaketin insanları ne denlü bir yola sevkettiğini görüp bu densizlere kalben buğzeylesin.

Velhâsıl İhsan Efendi oğlum, Allah’ın emirlerine ta’zîm ve hürmet etmeyen yani ibadet ve taattan nasîbdâr olmayan kişiler bu muhabbeti tahsil edemez. Lâkin ibadet ve taattan murâd, Cenâb-ı Hakka kulluk, Cenâb-ı Hakk’a kulluktan murâd da ona kurbiyyet ve muhabbet, neticede vuslattır. Kul kendinde zerrece olan muhabbeti taata sevkederse bu taatın içerisinde muhakkak o zerrenin sahibi olan zâtın muhabbetini müşahede eder. Tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalb hep bu muhabbetin ziyadeleşmesi ve Allah Teâlâ’ya kulluğun kişinin istidâdına göre en güzel şekilde îfâsı içündür. Allah Teâlâ sadece bizim ibadet vaktimizde hâzır olan Allah değildir. Zaten kulluk da belli vakitlere hasrolunmuş fiillerden ibaret değildir. Husûsî vakitlerdeki bu hal hayatımızın son nefesine ve ânına kadar şâmil olmak içün bize bahşedilmiş güzelliklerdir. İşte tasavvufun hikmeti ve beyân etmeye gayret edilen muhabbeti bu mânâyı hâvidir.

Cenâb-ı Hakk zâhir ve bâtınlarımızı nur eylesin. Kendi zâtının harem hudutlarına riayet ederek kendi cemâline ve güzelliklerine mahrem eylesin. Hürmetimizi muhabbeten hürmet, zikrimizi ve fikrimizi ihsan derecesinde ülfet, cümle ahvâlimizi Kur’ân ve sünnet üzre dâim eylesin. Bu âlemdeki mahrumiyetimizi cemâlullahıyla ve cemâl-i habîbullahıyla, Efendimizle memnuniyetimize tahvil eylesin. Kusur ü küsûrumuzu hasenâta tebdil eylesin.

Subhâne rabbike Rabbi’l-izzeti amma yasifûn, vesselâmun ale’l-mürselîn, velhamdülillahi rabbi’l-âlemîn. Dua ve niyazlarımızın kabulü içün, zikre ve beyâna gayret ettiğimiz şu mânânın bizlere fetholunması içün el-Fatihâ meassalâvât.

17. mektupta görüşmek üzere …

Buyur Allah’ım buyur

Ey Sevgili!
Zincire hürriyet, müştâka su, canlara cânân olan ey!
Sevdiklerin hatırına, gelecek olan gün geldiğinde, bizleri de hatırlar mısın?


Hak Teala ömrümüzün tamamını kendisine hizmetle geçen bir ân-ı vâhid kılsın,
o anı da bayram eyleyiversin, vakitler aşk ile dolsun ki Akibet bayram ola, huu

Hazır kurbanın gölgesi üzerimizde iken bir elimizi aşk ile Hazreti Pire sunalım:
“Korkunç bir kurban bayramı olan kıyamet günü, inananlara bayram günüdür, öküzlere ölüm günü.”

Ve avare âşıklar gibi düşelim yollarına;
Varalım kûy–ı dilârâya gönül Hu diyerek
Gidelim kûyuna yârin bir içim su diyerek.

Arayalım sonunda izini, izinin tozunu, tozunun…

Pervaz vurup Hakka çağıran bir Hac nasib oldu ki fakire sormayın efendim
Malum hac seferi bir ahiret yolculuğudur. Evinden çıkarken kendini ölmüş bileceksin.
Herkesle helalleşerek öyle çıkacaksın. Bindiğin vasıtayı tabuta benzeteceksin.
Gasilhaneye götürülüp temizleneceğini düşüneceksin diye işitmiştik vaktiyle dedemizden.

Bu 1430 haccımızda el-hak öyle oldu; Terviye günü (8 zilhicce çarşamba) bir davet ile çıktık yola, lakin ahiret yolculuğumuz tam bir facia ile kesildi,yaşadığımız şehirde gözümüz önünde bir afet cereyan etti ki sormayın; yüzlerce aracın kibrit kutusu misali ters düz oluverdiği; insanın acziyetin dibini bulduğu bir sele maruz kaldık, yol yarıldı ve sel yutuverdi yüze yakın can göçtü bu alemden (Ruhu Tayyibeleri için el-fatiha)

– İhram giymeni kefen giydirilmiş gibi kabul edeceksin. Bütün dünyevî elbiseleri çıkardığın gibi içindeki kötü huyları da atmağa çalışacaksın. Nefsi kayıt altına alıp zincire vuracaksın. Çünkü o belde şerefli bir beldedir. Allah’ın evi, hacc ibadetinin merkezi Ka’be oradadır. Orası harem ilan edilmiştir. Emin belde gösterilmiştir. Herkes orada hürdür. Ruhlar da hür olmalı değil mi?..

-“Lebbeyk Allahümme Lebbeyk (220.mest mp3)Buyur Allah’ım buyur” diyerek Mekke’ye gelişini, aşkına tutulmuş bir sevgiliyi arayışına benzeteceksin. O aşkla telbiye getireceksin ve Kabe’yi görünce sevgilinin cemalini görmüş gibi telbiyeyi bırakarak, sesin soluğun kesilmiş bir vazıyette, donup kalacak ve aşk deryasına dalacaksın.


– O aşkla, arşın etrafındaki melekler gibi tavafa başlayacaksın. Kapısını aramak için sevgilinin evinin etrafında dönerek, boynu bükük rahmetine gireceksin.
Varalım kûyuna cânânı ziyâret edelim
Dâhil-i cennet olup lâyık-ı dîdar olalım

Aklı terkeyleyelim ışk ile şöhret bulalım
Sûreta mest olalım, ma’nide hüşyâr olalım

Hak nasib eyleyip aşk kapılarını açtı da bir yol bulup dahil olduk ve Arafe gününe (9 zilhicce perşembe) dua ettik kardeşlerimize:

Ey kullarına kurtuluş yolu bahşeden Mevlam, Üzerinde bulunduğumuz bir ucu Rıza-i ilahiyyene varacak bu yolu bize aç ve bu aşk yolun üzre ömür sürmeyi bizlere kolaylaştır. Ey mahzun gönülleri sevindiren Mevlam, Lütf û kereminle kadr û kıymetimizi yücelt, işlerimizi kolaylaştır, işlerin dağınıklığını ve tembelliklerimizi giderip fakr û zaruretimizi zenglinliğe tebdil eyle, Hayırlı ömürlerimizi ziyade eyle! Ya ilahi, bizleri bütün gam ve kederden, karamsarlık ve elemden koru ve kurtar ne olur!

El-aman ya hu, aşk ile ya(n) ya huu

Vakt-i şerif, Aleme bayram olan Cuma, Kurban olana bayram

ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet,
zahir ve batınlarımız hayrola, aşk ola, aşk ile dola,
Aşkullah, Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola
Şefaat û nebi cümlemize nasib ola efendim

Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .

Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle

Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
huzur bulasınız efendim
(Huzur’da olmadan huzur bulunmuyor)